Güney Kore son yıllarda yükselen bir işçi sınıfı hareketine sahne oluyor. KCTU (Kore Sendikalar Konfederasyonu) önderliğinde militanca mücadele veren Koreli işçilerin hedefinde Park Geun-hye iktidarının hayata geçirmeye çalıştığı neo-liberal saldırılar ve savaş politikaları bulunmaktadır. Çünkü bir yandan kapitalizmin içinde bulunduğu krizin baskısı, diğer yandan emperyalist savaşın yarattığı gerilimler altındaki burjuva iktidar, işçi sınıfının elindeki kazanımları geri almaya ve onun örgütlülüğünü kırmaya çalışmakta ve aynı zamanda da Japonya-ABD gibi emperyalist güçlerle birlikte savaşa hazırlanmaktadır.
Ancak Güney Kore burjuvazisinin işi pek kolay değildir, çünkü karşısındaki işçi sınıfı önemli bir mücadele geleneğine sahiptir. Güney Kore işçi sınıfı, askeri diktatörlükler altında bile mücadeleyi elden bırakmamış, aksine, uzun yıllar boyunca her türlü bağımsız sendikal ve siyasal faaliyet yasak olmasına rağmen yükselttiği mücadelesiyle askeri diktatörlükleri yıkmasını bilmiştir.
Güney Kore’deki bu tablo, gerek iktidarın uyguladığı saldırı programları ve gerekse de işçi sınıfının bu saldırılara karşı verdiği mücadele bakımından önemli bir örnek oluşturmaktadır. Park Geun-hye yönetiminin izlediği politikalar, kapitalizmin sistem krizi ve emperyalist savaş koşulları altında hemen her ülkede burjuvazinin izlediği veya izleyeceği politikalardır. Dolayısıyla sadece Kore işçi sınıfı açısından değil, tüm dünya işçileri açısından benzer saldırı programları ve tehlikeler mevcuttur. Yani bu saldırı paketini, küresel sermayenin işçi sınıfına yönelik küresel saldırı paketinin bir parçası olarak nitelemek yerinde olacaktır. Dolayısıyla hem dersler çıkarmak hem de işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin dinamiklerini değerlendirebilmek açısından Kore işçi sınıfının deneyimlerine bir göz atmak faydalı olacaktır.
Savaş yılları ve askeri diktatörlükler dönemi
Kore’de sınıf hareketinin tarihini 1950-53 yılları arasında süren ve Kore’nin Kuzey ve Güney olarak bölünmesiyle sonuçlanan Kore Savaşının öncesine kadar götürmek mümkündür. Koreli işçiler mücadele sahnesine, Japon işgaline karşı yürütülen direniş hareketine dâhil olarak çıkmışlardır. Japon işgali hem kapitalistleşmeyi hızlandırmış hem de sınıf hareketinin temellerini oluşturan ilk mücadele deneyimlerinin yaşanmasını sağlamıştır.
Japon işgalinin sona erdiği 1945 yılıyla Kore Savaşının başladığı 1950 yılı arasındaki 5 yıllık süreç ise Komünist Partinin (KP) güçlendiği bir dönemdir. Bu dönemde, KP’nin etkisi altındaki Chung Pyung (İşçi Sendikaları Ulusal Konseyi) 600 bine yakın üyeye sahipti ve köylülerin de katıldığı muazzam kitle grevleri örgütleyebiliyordu. Gittikçe devrimcileşen sınıf hareketindeki bu yükselişi ancak ABD emperyalizminin yarımadayı işgal etmesi ve ardından gelen Kore Savaşı durdurabilmiştir. Bu süreçte ülkeye hükmeden ABD askeri yönetiminin, militan işçi hareketinin tekrar canlanmasını önlemek için kurdurduğu Kore Sendikaları Genel Konfederasyonu ile de, burjuvazinin sınıf hareketini uzun yıllar zapturapt altında tutmasını hedefleyen devlet güdümlü gangster sendikacılığın temeli atılmıştır.
Bu dönemin önemli bir sonucu da, ülkede sol veya sosyalizmin her daim Kuzey Kore ile birlikte anılmaya başlanması olmuştur. Sol-sosyalist hareketin içinde yer alan tüm unsurlar ya kuzeye kaçmak zorunda kalmış ya da öldürülmüşlerdir. Savaş bittiğinde ülkede sol namına hiçbir siyasi örgütlenme kalmamıştır. Güney Kore’de sol-sosyalist hareketin günümüzde dahi çok zayıf halde olmasının temel sebebi de budur. 70’li yıllardaki geçici dönem sayılmazsa, ülkede solcu yahut sosyalist/komünist olmak vatan hainliğiyle özdeşleştirilmiştir. “Soğuk savaş” döneminde pek çok kapitalist ülkede anti-komünist rüzgârlar esse ve sol hareketlere karşı benzer saldırılar yaşanmış olsa da, Kuzey Kore’yle resmî savaş hali halen devam eden Güney Kore’de durum çok daha abartılı biçimde yaşanmıştır.
Kore Savaşıyla ezilen sınıf hareketi, 60’lı yılların başında tekrar canlanmaya başlamıştır. Bu anlamda, ABD emperyalizminin Kore burjuvazisiyle birlikte yürüttüğü onca katliam, tutuklamalar, savaşın yarattığı tahribat ve baskılar dahi, işçi sınıfının fırsat bulduğu anda başını kaldırmasını engelleyememiştir. O kadar ki, ABD desteğiyle savaş sonrasında kurulmuş olan Syngman Rhee’nin baskıcı yönetimi, giderek artan grevler ve ona eşlik eden öğrenci ayaklanmaları sayesinde son bulmuştur. Bir anda bağımsız sendikalar kurulmaya başlamış ve ekonomik talepler yerini hızla demokrasi çağrılarına yani siyasi taleplere bırakmıştır. Fakat bu canlanma da kısa ömürlü olmuştur. İşçi sınıfının tıpkı savaş öncesinde olduğu gibi ileri atılacağını hisseden burjuvazinin ve ülkenin kapitalizmden kopması riskini asla göze alamayacak durumda olan ABD emperyalizminin desteğiyle, 16 Mayıs 1961’de bu kez de General Park Chung-hee[*] bir askeri darbe gerçekleştirerek tüm sendikaları kapatmış, işçi eylemlerini yasaklamıştır. Ardından da hızlı biçimde, tamamen devletin bir uzantısı konumundaki FKTU’yu (Kore Sendikalar Federasyonu) kurdurmuştur.
Askeri diktatörlükler altında geçen yaklaşık 30 yıl boyunca, korkunç bir emek sömürüsü temelinde Kore kapitalizmi muazzam bir büyüme gerçekleştirmiştir. Güney Kore ekonomisi 60’ların başında Afrika ülkeleriyle aynı sıralamadayken, 90’lara gelindiğinde 12. sıraya yükselmiş, dünyanın en hızlı büyüyen beşinci ekonomisi olmuştur. Ekonomi, tamamen devletle yakın ilişki içindeki burjuva ailelerin (Hyundai, Kia, Daewoo vb.) tekeline geçmiştir. Sermaye için ülke tam bir ucuz işgücü cennetine dönüşmüş, çalışma haftasının en uzun olduğu ve iş kazalarının da en yüksek olduğu ülkelerden birisi haline gelmiştir. İşyerlerinde de ağır baskılar ve askeri disiplin söz konusu olmuştur. Bağımsız sendikalar kurmak yasaklanmış, grev ise fiilen engellenmiştir. Kamu çalışanlarının sendikalı olması da tamamen yasaklanmıştır. KCIA’nın (Kore CIA’yi) en büyük görevi sınıf hareketini bastırmak olmuştur. Askeri diktatörlük, fabrikalara kadar yerleştirdiği KCIA ajanlarıyla işyerlerini dahi takip ediyor, FKTU’yu tamamen kontrol altında tutuyor, sendika seçimlerini istediği gibi manipüle ediyor, beslediği faşist çetelerin de yardımıyla her türlü işçi muhalefetini anında ezmeye çalışıyordu.
Ancak “yasadışı” bağımsız sendikal örgütlenmeler ve çeşitli işçi eylemleri askeri diktatörlük döneminde dahi sınırlı oranda da olsa devam etti. Bu da, en koyu baskı dönemlerinde bile işçi sınıfının neler yapabileceğinin görülmesi bakımından önemliydi. Ayrıca ekonominin hızlı büyümesi sonucu işçi sınıfının da ciddi oranda büyümüş ve gelişmiş olması, mücadele geleneğini unutmayan işçilerin 70’lerin başında tekrar kıpırdanmaya başlamasına yol açtı. Ücret artışı talebiyle başlayan grevlerde kadın tekstil işçileri başı çekiyordu. FKTU’nun pek çok yerel şubesinde de mücadeleci işçiler yönetime girmeyi başardılar. Böylece askeri diktatörlüğün koyu istibdadı bizzat işçi sınıfının mücadelesiyle aşılmaya başlamış oluyordu. İşçi sınıfı, bu tür baskıcı dönemlerde de yılmadan mücadele etmek gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştu.
İşçi sınıfının bu eylemleri yayıldıkça farklı toplumsal kesimlerden de olumlu tepkiler almaya başladı. İşçi sınıfının mücadelesini örnek alan üniversite öğrencileri de hareketlenmişlerdi. Askeri diktatörlüğün sona ermesi talebi etrafında toplanan muhalif kesimler geniş bir demokrasi cephesi oluşturdular. Bu geniş cephenin içinde bazı Hıristiyan kiliseleri dahi yer almışlardı. Gelişen hareketin adı Minjung idi. Minjung’un kelime anlamı “halk”tı ve aslında harekete hâkim olan ulusalcı-sol siyaseti/ideolojiyi sembolize ediyordu. 70’lerin sonlarına doğru toplumsal hoşnutsuzluğun iyice artması ve askeri diktatörlük rejiminin artık sürdürülemez hale gelmesi sonucu Park Chung-Hee dönemi sona erdi.
‘80 dönemecinde işçi sınıfı hareketi artık Minjung’un içine sığmayacak kadar büyümüştü. Sınıf hareketinin ilk dönemlerinde ağır basan dinsel öğretiler ve halk kültüründen gelen ideolojik etkiler giderek azalmaya, etkisizleşmeye başlamıştı. Bunda sosyalist öğrencilerin rolü de büyük olmuştu. İşçilerden farklı olarak daha baştan siyasi örgütlenmeler içinde yer alarak politize olan öğrenciler, sınıf hareketi ilerledikçe artan oranda onun saflarına katılmaya başlıyorlar ve hem dönüşüyor hem de dönüştürüyorlardı. Bu da sınıf hareketinin militanlaşmasına, mücadelelerden çıkartılan derslerin genelleşmesine ve siyasal açıdan bağımsızlaşmasına katkıda bulunuyordu. İşçiler arasında siyasi örgütler kuruluyor, çeşitli yayınlar çıkartılıyordu.
Fakat oluşan olumlu siyasi hava, General Chun Doo-hwan tarafından yapılan bir başka askeri darbeyle 1980 yılında tekrar kesildi. Muhalif hareketler katliamlarla bastırıldı. Ciddi bir polis terörü ve siyasi baskı tekrar ülkeye hâkim oldu. Binlerce işçi önderi tutuklandı, işten atıldı ve kara listeler oluşturuldu, kurulmuş bağımsız sendikalar kapatıldı. İşçilerin düzenlediği grevler ve eylemler de sert şekilde bastırıldı. Ancak işçi önderleri ve aktivistleri de artık “yeraltı” çalışmasını öğrenmişlerdi ve buna göre faaliyet yürütüyorlardı. Nitekim 80’lerin ortalarına doğru sınıf hareketi tekrar kıpırdanmaya, direnişler ve çeşitli işçi eylemleri tekrar yayılmaya başladı.
1987 yazında, bir muhalif üniversite öğrencisinin işkencede öldürülmesi üzerine toplumsal hareketler tetiklenmiş oldu. Milyonların katıldığı gösteriler tüm ülkeye kısa sürede yayıldı. Bu gösterilere işçilerin yanı sıra öğrenciler ve kentli küçük burjuva kesimler de kitlesel biçimde katıldılar. Bu gösterilere uluslararası kamuoyu da ilgi gösterdi ve “orta sınıf devrimi” adını taktı. Toplumsal muhalefet dalgasının yarattığı basınç askeri diktatörlüğün çözülmesiyle sonuçlandı. Henüz çok sınırlı bir demokratikleşme söz konusu olmasına rağmen bu başarı, sınıf hareketi üzerinde çok ciddi olumlu etki yarattı.
Ücretlerin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepli grevler tüm ülkeyi sardı. Ayrıca işçiler kendi bağımsız sendikalarını kurmaya ve devlete kabul ettirmeye de kararlıydılar. 87’nin sıcak yazında binlerce grev gerçekleşti. 1987 yılının sadece son 3 ayında binden fazla bağımsız sendika kuruldu. Liderlerinin tüm manevralarına rağmen, FKTU hızla gözden düştü. FKTU’ya bağlı sendikaların yarısına yakınının yöneticileri değişti. Grevler ve eylemlerin merkezi bir koordinasyonu söz konusu değildi, ama işçiler birbirleriyle dayanışmanın gerekliğinin farkına varmışlardı ve büyük aile işletmelerinin pek çok şehirde bulunan fabrikaları arasında hızlı biçimde doğal koordinasyon kuruluyordu.
Nihayet 1990 yılı Ocak ayında Kore Sendikalar Kongresi düzenlendi. Amaç FKTU’ya karşı ulusal düzeyde bir sendikal birlik oluşturmaktı. Bu kongre yasadışı toplanmıştı ve kongreye katılan sendika liderlerinin çoğu da kısa sürede tutuklandı. Aynı yıl daha ziyade beyaz yakalı işçilerin öncülük ettiği benzer bir kongre daha toplandı ve bu iki kongre Kasımda bir Ulusal İşçi Mitingi çağrısı yaptılar. Bu mitinge muazzam bir katılım oldu ve her sene tekrarlanmaya başlandı. 1993’te mitinge 400 binden fazla işçi katıldı. Ve nihayet 1995 Kasımında KCTU (Kore Sendikalar Konfederasyonu) kuruldu. KCTU kurulur kurulmaz yasadışı ilan edildi. Liderlerinin çoğu uzun yıllar hapiste kaldılar. 1998’de birçok sendika lideri serbest bırakıldığında dahi sendika önderlerine yönelik siyasi baskılar sürüyordu ve halen kamu çalışanlarının sendikalaşması yasaktı. Ancak artık Güney Kore’de yeni bir dönem başlıyordu ve KCTU çatısı altında işçi sınıfı hızlı biçimde militan bir sınıf sendikacılığı geleneği yaratmaya koyuldu. Her ne kadar sınıfın bağımsız siyasal örgütlenmesi mevcut değilse de, mücadeleci Koreli işçiler KCTU çatısı altında birleşmeye başlamışlardı ve KCTU kısa zamanda toplumsal muhalefetin motor gücü haline gelecekti.
KCTU ve militan sınıfı sendikacılığı
Aralık 1996’da KCTU ilk büyük sınavını verdi. Hükümet tek yasal sendikal federasyonun FKTU olduğunu ilan eden, işten çıkarmaları kolaylaştıran ve patronlara işten çıkardıkları işçilerin yerine grev kırıcıları alma hakkı veren bir yasal düzenlemeyi gündeme soktu. Bunun üzerine KCTU’nun çağrısıyla 500 bin işçi greve çıktı. Bu grev daha sonra her hafta bir günlük genel grev şeklinde devam etti. 1997’nin ilk haftalarında yüz binlerce işçi başkent Seul’un sokaklarını işgal etti. FKTU bile genel grev ilan etmek zorunda kaldı. Toplamda 2 milyona yakın işçi grevlere katıldı ve grev dalgası hemen her sektöre yayıldı. Nihayetinde hükümet yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı. Bu grevlerle KCTU işçi sınıfının gücünü burjuvaziye göstermiş ve kabul ettirmiş oluyordu. Nitekim hükümet KCTU’yu yasal olarak da tanımak zorunda kaldı.
Ancak bu grev dalgası tam da “Asya Kaplanları” mucizesini bitiren “Asya Krizi”ne denk gelmişti. Tekel haline gelmiş büyük aile şirketlerinin dörtte birine yakını iflas etti. 1998’de sadece en büyük 5 aile şirketi 80 bin işçiyi işten attı. İşsizlik yüzde 3’ten 8,5’e fırladı. OECD’ye yeni katılmış olan Güney Kore bu iki yıl içinde IMF’den 70 milyar dolar borç aldı ki, bu bir ilkti.
Ekonomik krizin olumsuz etkilerine rağmen KCTU artık 700 bin civarında üyeye sahip bir yapı haline gelmişti. Tek başına sendikalı işçilerin %40’ını temsil ediyordu. KCTU’nun ortaya koyduğu mücadele sayesinde FKTU haricinde de bağımsız sendikaların kurulabilmesinin önü açıldı. Ayrıca 1996-97’deki bu büyük grev dalgası, işçi sınıfının uluslararası dayanışması açısından da önemli örneklerin yaratılmasına vesile oldu. KCTU aracılığıyla Kore işçi sınıfı, başta Japon işçileri olmak üzere Avrupa ve ABD’deki sınıf kardeşleriyle de bağlar kurmaya başladılar.
İşte son yıllarda tekrar canlanmaya başlayan sınıf hareketinin ve bu harekete önderlik eden KCTU’nun arka planında bunlar yatmaktadır.
2012’de başa gelen ve ülkenin ilk askeri diktatörü Park Chung-hee’nin kızı olan şimdiki devlet başkanı Park Geun-hye iktidarıyla birlikte burjuvazi, bir yandan KCTU’ya karşı açıktan saldırıya geçmiş, diğer yandan da yeni bir neo-liberal saldırı paketini gündemine almıştır. Burjuvazinin bu saldırı paketine, anti-demokratik, baskıcı yasalarla birlikte Kuzey Kore’ye yönelik emperyalist savaş politikalarının tırmandırılması politikaları da eşlik etmektedir.
Burjuvazi ve iktidardaki sağ parti, 90’larda IMF’nin krizden çıkışın anahtarı olarak sunduğu esnek çalışma biçimlerini daha da ağırlaştırarak hayata geçirmek istiyor. Ülkede genç nüfus arasındaki işsizlik önemli boyutlara ulaşmış olduğundan, hükümet kıdeme dayalı ücret sistemini kaldırarak yerine daha esnek ve performansa dayalı bir ücret sistemini getirmeye çalışıyor. Böylece gençler ucuz işgücü olarak üretime dâhil olacak ve posaları çıkana kadar çalıştırılacak, kıdemli işçiler ise işsizlik kırbacının tehdidi altında kaderlerine razı olacaklar! Hükümetin öncelikle kamu sektöründe yürürlüğe koymaya çalıştığı bu gerici reform paketinde, bir de “azami ücret” uygulaması yer almaktadır. Yani kıdemlerine ve mevcut ücretlerine bakılmaksızın, en yüksek ücret seviyesi belirlenerek, işçi sınıfının yıllardır mücadeleyle elde ettiği kazanımlar budanmaya ve ortalama ücretler düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu arada eski ve yaşlı işçiler de bir şekilde emekli edilmeye ve sesleri kısılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca saldırı paketinde işten çıkarmaların kolaylaştırılması, geçici sözleşme sisteminin yaygınlaştırılması, her sektörde iş güvencesine dair uygulamaların ortadan kaldırılması ve patronların, işçinin onayını almaksızın iş koşullarında değişiklik yapabilmesinin önünün açılması da yer almaktadır.
Bu gerici saldırı paketinin, Güney Kore’nin dâhil olduğu uluslararası serbest ticaret anlaşmalarıyla da ciddi bağlantısı vardır. Bu anlaşmalar yerli ve küçük çaplı tarım üreticilerinin de aleyhinedir ve çok uluslu gıda tekellerine büyük avantajlar sağlamaktadır. Hükümet, Çin’le de bir ticaret anlaşması imzalamak üzeredir ki bu anlaşma da Çin’den gelecek ucuz gıda ve tarım ürünlerinin Güney Kore pazarını doldurmasını ve yerli küçük üreticiyi iflasa sürüklemesini sağlayacak hükümlerle doludur. Ayrıca hükümet, görüşmeleri gizlice yürütülen Trans-Pasifik İşbirliği Antlaşması’na (TPPA) da dâhil olma niyetini açıklamıştır. ABD’nin başını çektiği ve 12 ülkenin içinde yer aldığı bu anlaşmanın özü sermaye ihracının önündeki ulusal engellerin kaldırılması (gümrük tarifeleri gibi) ve yabancı bir ülkeye yatırım yapan sermaye gruplarının çıkarlarının korunmasıdır. Kısacası Güney Kore’nin bu anlaşmaya dâhil olmasıyla özellikle Amerikan ve Japon tekellerinin ülkeye daha fazla yatırım yapmasının önü açılmak istenmektedir. Park Geun-hye yönetimi, daha fazla yabancı sermayeyi ülkeye çekmeye, aynı zamanda ücretleri düşürerek ve esnek çalışma koşullarını sağlayarak ülkeyi sermaye için tam anlamıyla dikensiz bir gül bahçesine çevirmeye çalışmaktadır. Ancak bu noktada karşısında KCTU çatısı altında örgütlenmiş mücadeleci bir işçi sınıfı bulmaktadır. Ve tam da bu yüzden var gücüyle ve kendi koyduğu yasaları dahi takmayarak KCTU’ya saldırmakta, KCTU’nun hemen her eylemine şiddetle müdahale etmekte, sendika binalarını basmakta, sendikacıları gözaltına almakta, tutuklamakta ve yükselen sınıf hareketini ezmeye çalışmaktadır.
Park Geun-hye yönetiminin planları ekonomik alanla sınırlı da değildir. Emperyalist savaş kızıştıkça, Güney Kore burjuvazisinin bilhassa Kuzey Kore’ye yönelik emperyalist emelleri de depreşmekte, ABD emperyalizmiyle ve Japonya’yla birlikte Kuzey’e yönelik saldırgan ve savaş kışkırtıcısı politikalara da hız verilmektedir. Güney Kore hâlihazırda çok büyük ABD askeri üslerine ev sahipliği yapmaktadır ve militaristleşme de her geçen gün tırmandırılmaktadır. Askeri harcamalar bütçede önemli bir yer tutmaktadır. Emperyalist çıkarlar uğruna Kuzey’le son derece yıkıcı olabilecek bir savaşın tetiklenmesi işten bile değildir. Burjuvazi toplumu savaşa hazırlamak için de milliyetçiliğin dozunu arttırmakta ve siyasi gericiliği körüklemektedir. Bunun son örneklerinden biri, hükümetin tarih kitaplarında revizyona giderek, askeri diktatörlükler dönemine dair olumsuz ibareleri kaldırmaya, askeri diktatörlük kavramını ders kitaplarından çıkartmaya dönük girişimi olmuştur. Böylece burjuvazi, toplumda derin ve kötü izler bırakmış olan askeri diktatörlükler dönemine dair izleri hafızalardan silerek yeni olağanüstü rejimlerin ideolojik zeminini döşemeye çalışmaktadır.
Burjuvazinin bu geniş çaplı saldırılarına karşı KCTU da, yoksul çiftçileri ve emekçileri de katarak geniş bir cephe örgütlemeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz yılın 14 Kasımında organize edilen genel grev ve 130 bin işçinin katıldığı kitlesel miting de bu cephenin inşasında önemli rol oynamıştır. Polisin daha mitingden önce KCTU’ya bağlı çeşitli sendika binalarını basması, KCTU genel başkanını gözaltına almaya çalışması bile eylemleri durdurmamış, aksine katılımı arttırmıştır. Benzer şekilde polisin mitinglere saldırması, sendika liderlerini gözaltına almaya çalışması da işçi sınıfının gözünü korkutamamıştır. KCTU üyesi işçiler liderlerini polise teslim etmemiş ve protestolara devam etmişlerdir. Park Geun-hye’nin KCTU liderliğini ve göstericileri “terörist” ilan etmesi de işe yaramamıştır. İşçi sınıfı, gösterileri mahkeme kararıyla yasadışı ilan etmeye çalışan Park Geun-hye iktidarına karşı on binlerle sokakları doldurmuş ve mahkemenin aleyhte karar almasını engellemiştir.
Tüm bunlar, Güney Kore’de burjuvazi, babasının izinden gitmeye niyetli olan Park Geun-hye yönetiminde olağanüstü bir rejimin inşasına hazırlanırken işçi sınıfının da bu gidişata karşı mücadeleden geri durmayacağını göstermektedir. Burjuvazi krizin faturasını işçi sınıfına yıkmaya ve ülkeyi savaş dâhil bir felâkete sürüklemeye çalışmakta, işçi sınıfı da buna direnmektedir.
[*] Şu anda Güney Kore cumhurbaşkanı (bir anlamda başkan) olan Park Geun-hye’nin babasıdır. Park Chung-hee, Kore’nin eski yönetici sınıfından bir ailenin çocuğudur. Japon işgali döneminde, Japon İmparatorluk ordusunda subay olarak görev yapmış, Japon ismi kullanmış, işgal sonrasında da ABD askeri yönetiminde görev almıştır. Kore Savaşında istihbarat subaylığı yapmış, savaştan sonra ABD’de eğitim görmüş ve dönüşünde de ordu içinde hızla yükselerek general olmuştur. 1961’de ABD emperyalizminin desteğiyle darbe yaparak ülkeyi askeri diktatörlük altında 1979’a kadar yöneten Park Chung-hee, en nihayetinde bizzat eski okul arkadaşı ve koruma şefi tarafından öldürülmüş ve askeri diktatörlük de sona ermiştir.
link: Kerem Dağlı, Güney Kore İşçi Sınıfı Direniyor, 1 Şubat 2016, https://marksist.net/node/4886
Seçimler, Vaatler ve Yalanlar
Dünya Savaşına Karşı Enternasyonal Mücadeleye