Ufukta gözüken mücadele tekil bireylerin, hiziplerin ve partilerin sahip olduğundan çok daha büyük bir öneme haizdir. Zira bu tüm insanlığın geleceği adına verilen bir mücadeledir. Elbette amansız olacak, zaman alacaktır. Her kim ki kendi rahatının derdinde, manevi huzur peşindeyse – yolu açık olsun! Sosyalizmi lafı güzaf olarak değil de, kendi manevi hayatlarının en özlü ifadesi olarak görenler, ileri! Tehditler, işkenceler, zorbalıklar – hiçbiri bizi durduramayacak. Zafer isterse rengi atmış küllerimizin üzerinde yükselecek olsun. Ne gam! Değil mi ki, hakikat zafere ulaşacak... Bu yola biz ışık tutacağız ve hakikat zafere ulaşacaktır. Kaderin bütün ağır darbeleri altında, eğer sizlerle birlikte bu zafere giden yolda bir omuz da ben verebilirsem, kendimi gençlik yıllarımın en güzel günlerindeki kadar mutlu hissedeceğim. Zira dostlarım, en büyük mutluluk bugünün tüketilmesinde (sömürülmesinde) değil, yarının yaratılmasında saklıdır.
Leon Troçki, 1936
Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanı üzerinde uzun bir süre boyunca devam eden esrar perdesi, Manuel Tiago mahlasını kullanan yazarın, dönemin Portekiz Komünist Partisi genel sekreteri Álvaro Cunhal olduğu anlaşıldıktan sonra kalkmıştı. 1974’teki Karanfil Devriminden sonra bakanlık görevlerinde de bulunan Cunhal (1913–2005), 13 Temmuzda hayata gözlerini yumdu. İki gün sonra Portekiz’in başkenti Lizbon’da gerçekleştirilen cenaze törenine yüz binler katıldı ve Cunhal ve eseri tekrar gündeme geldi.
Roman bir dönem devrimci kuşağının gözbebeği olduğu gibi, kalıcı bir eser olduğunu gösterircesine, bugün de değerini koruyor. Romandaki kişilerin bize hiç de uzak olmayan koşullar içerisinde mücadele yürütüyor olmalarından mıdır yoksa devrimci değerlerin evrenselliğinin albenisinden midir bilinmez, Türkiye’de çok tutmuş olan bu eser birçok açıdan üzerine konuşulmayı hak ediyor. Zira roman salt devrimci romantizm yaratmakla sınırlı bir anlama sahip olmaktan öte, okuyucusuna çeşitli yönleriyle haz veren bir eser.
Romanın Genel Yapısı
Yarın Bizimdir Yoldaşlar korkanların egemen olduğu bir ülkede geçiyor; tohumdan ve topraktan, akan sudan korkanların pençesinde kıvranan bir ülkede, Salazar faşizmi altında yaşamaya itilmiş Portekiz’de geçiyor. Geleceği kendi gönlünce oluşturmak için geçmişi ve toplumun geçmiş belleğini silmeye çalışan eli kanlı tiran Salazar’ın faşist diktatörlüğüne karşı savaşan Komünist Partisinin kırsaldaki bir yerel örgütünün yaşadıkları anlatılıyor. Yazar zor koşullar altında çalışan parti üyelerinin ve sempatizanlarının kolektif yaşamlarını ortaya sererken; aynı zamanda, günahlarıyla sevaplarıyla, kusurlarıyla fazlalıklarıyla devrimci mücadele içerisindeki bu kişilerin bireysel sorunlarını –yine mücadele ekseninde– irdeliyor. Romandaki devrimci karakterler âşık oluyor, yalnız kalıyor, mutlu oluyor, acı çekiyor, ailesinden ayrılıyor, örgütlü yaşamla sorunlar yaşıyor, eski yaşamlarıyla köklü kopuş yaşarken bocalıyor, sendeliyorlar vs. Yazar yaşamın içinde ortaya çıkan zaafları, mazur gösterme kaygısı da gütmeden, tam da devrimci mücadelenin ateşi içerisinde, tüm canlılığıyla ortaya koyuyor ve bu vesileyle anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.
Asıl ilgi çekici nokta, romanı birkaç dakika bir kenara koyup düşündüğümüzde, öyle ya da böyle, karşımızda devrimci mücadele ekseninde hayatlarını kurmuş ve bu şekilde yaşayan insanların olduğunu fark ediyor oluşumuz. Karakterlerin bir yanda devrimci kişilikleri ve buna tekabül eden devrimci yaşamları, bir yanda da özel-şahsi yaşamları yok. Kişilikleri ve Devrim iç içe geçmiş, organik bir bütün oluşturmuş; devrimciliği hayatlarının merkezine yerleştirmiş, bunun zorluklarını gören ve göze alabilen insanlar. Hangi devrimciyi alırsak alalım, roman bize şunu hissettiriyor: Devrimle yatıp devrimle kalkan, bu işi kendine cidden dert edinmiş, devrimciliği hayatının merkezine yerleştirmiş ve kendisine bunun etrafında bir hayat örmüş, bu uğurda bir an bile tereddüt etmeden hayatını ortaya koymuş devrimci kişiliklerdir anlatılan. Bunları okumak her şeyden önce müthiş bir heyecan veriyor. Kâh yapılan yanlışlara kızıyor kâh doğrularıyla mutlu oluyor olsak da, bir devrimci olarak bu romanı okuduğumuzda her şeyden önce hissediyoruz. Yazar devrimci bir atmosfer yaratılabileceğinin iyi bir örneğini veriyor.
Devrimci Mücadele ve İllegalite
Romanın geçtiği mekân, kapitalist üretim ilişkilerinin handiyse sızdığı bir köy veya kasaba. Eski yapı yenisiyle tamamen yer değiştirmiş olmasa da, esaslı bir şekilde bozulmuş durumda. Bu uzak Portekiz kırsalı bir bakıma bizim Çukurova bölgesini hatırlatıyor. Kapitalist üretim tarzının çelişkili tabiatı kendisini burada da göstermiş; modern üretimle birlikte üretkenlik genel olarak artmış olmasına karşın, bu durum bireylerin gönencinin koşut bir şekilde yükselmesine yol açmamış. Toprak aynı toprak olmasına karşın, artık üzerindeki insanları doyuracak-besleyecek kadar toprakana değildir:
“Herkesin toprağı var, ama karın doyuramayacak kadar küçük. Fazlasıyla küçük, başkalarının durumu da bizden daha iyi değil. Bu nedenle, hemen hemen herkes dışarıda iş buluyor. Kimi yol onarımında çalışıyor, kimi de varlıklıların yanına ırgat olarak giriyor. Ama bütün işler geçici, üstelik az para veriyorlar. Ve gündelikçiliğin de ne demek olduğunu bilmeyen ev yok.”
İşte roman kahramanlarından Manuel Rato, bölgeye bilgi almak için gelmiş Vaz’a kırsalın durumunu böyle anlatıyor. Portekiz Komünist Partisi (PCP) yarı-proleterlerin baskın olduğu bir bölgede örgütlenmeye girişiyor yani.
Mekân buyken, siyasal yapı ise mali-sermayenin çıplak diktatörlüğüdür: faşizm. Büyük toprak sahipleri ve büyük burjuvazinin ittifakıyla oluşan oligarşik yönetim altındaki işçi ve emekçi kitleler, bu boyunduruğu 1974 yılında bir devrimle yıkacak ve faşizmi devrimle çözen ender örneklerden birisi olacaklardır. Kırsal bir bölge olmasından kaynaklı olarak demokratik ortamın zaten kısıtlı olmasının üstüne, faşist yönetimin aleni baskıcı karakteri de eklenince komünistler tamamen yeraltına çekilmek zorunda kalmışlardır.
Romandaki devrimciler de illegalite koşullarında gizli bir örgütlenme örüyorlar. Bu yeraltı yaşantısının getirdiği zorluklar, harfiyen uyulması gereken kurallar, politik ilişkilerin saklanmasına gösterilmesi gereken titizlik ve aksi durumlarda doğabilecek sorunlar, örgüt üyelerinin örgütsel uyuma sahip olmalarının önemi adeta “ders verir” nitelikte anlatılıyor. Burjuva demokratik ortamın pamuk ipliğine bağlı olduğu ve, nereden bakarsak bakalım, süngü ucunda bir burjuva demokrasisinin varlığını sürdürdüğü Türkiye için buradan birebir olarak da çıkartılacak pek çok dersler ve deneyimler var.
Yeraltı mücadelesinin bu tür zorlukları ve zorunlulukları romandaki tüm parti üyeleri tarafından eşit biçimde kavranmamaktadır. Örneğin Afonso bu konuda zaaflı olanlardandır ve bu zaaf olayların akışı tarafından cezalandırılır. Parti, dönemin zorunluluklarından kaynaklanan birtakım direktiflerde bulunmuştur: Her erkek devrimcinin her gün traş olması, kılık kıyafetine, şekline şemailine dikkat etmesi gibi. Özel bir görevle yükümlü Afonso’ya elbette bunların dışında da uyması gereken kurallar belirtilmiştir. Örneğin, “milletin bahçesindeki ağacından meyve aşırmamak”! Ne kadar küçük, entipüften kurallar! Normatif olmanın ne âlemi var, öyle ya! Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanı, özellikle de faşist diktatörlük altında son derece tehlikeli sonuçlar yaratacak olan bu yaklaşım tarzını sorgulayarak, bunun bir kenara bırakılması gerektiğini ortaya koyuyor. Afonso önce birini sonra bir diğerini derken, en nihayetinde bunların hepsini, kılıfına uyduracak bir “mantık” silsilesiyle açıklamayı başarır. Zorunluluğun ilmiği boğazını sıktıkça Afonso gevşetmeye, olmadı “çaktırmadan” koparıp atmaya girişir.
Öte yandan olumlu örnekler de yok değildir. Vaz’ı alalım meselâ. Partinin bölge yöneticilerinden olan Vaz, romana da hızlı bir giriş yapıyor. Bir hafta boyunca işlerin yoğunluğundan günde üç veya dört saatten fazla uyumayan Vaz, bisikletle veya yayan bir randevudan öbürüne koşturuyor. O, gideceği adresi bile tam bilmeden randevularına tam saatinde yetişmesiyle nam salmıştır. Kaçırılan bir randevunun “artık başka bahara” demek olduğunu bilen, zahiri bahanelerle eğip bükmeyen, dakik ve hayatını örgütleyebilmiş Vaz takdir edilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Romanın Siyasal Yönü ve Diğer Açılımlar
Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanı fevkalâde öğretici öğeler içeriyor. Öyle ki gerek “teorik” gerekse de deneyimsel aktarım anlamında birçok önemli kısım barındırıyor içinde. Örneğin, Manuel Rato yoksul köylünün, küçük toprak sahibinin çıkışsızlığını, onmaz çelişkisini ne de güzel resmeder: “Anlayacağın dostum, bu toprağı cehennemin dibine yollayıp buradan gitmeyi bin kez aklımdan geçirdim. Bazen gündelikçiliğe çıktığımızda aldığımız para sadece vergileri ödemeye, borçları kapatmaya ve karıma babasından kalan bu toprağı elde tutmaya yetiyordu. Öyle ki, bugünkü durumda bu toprak bizi daha çok köleleştiriyor.”
Romanda öne çıkan devrimci karakter, insanlara burjuva toplumdaki yabancılaşmadan söz eder, maddiyatçılığı eleştirir, kendi yaşamında ise yalnız veya ruhsuz bir kişi değildir. Örgütlü çevresi dışında, kendisini seven, saygı duyan birçok insan vardır, insancıldır, girgindir. Tıpkı Ernesto ile Vaz’ın ilişkisinde olduğu gibi. Vaz (Ernesto’nun ve diğer komşularının bildiği ismiyle, Francisco) zamanında yaptığı ve belki de o an çok ufak gözükebilecek bir jestle, devrimcilik ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan Ernesto’nun sempatisini ve güvenini kazanır. Nitekim bunun mükâfatını da ileride görür. Ernesto, Francisco’nun yaşadığı gizli konutun sarıldığını görüp işkillenince, evin örgütsel konumundan ve Francisco’nun politik kimliğinden (yani Vaz’dan) bihaber olmasına karşın, yalnızca ona duyduğu insani duygulardan ötürü komşusunu aramaya çıkar ve bulur. Böylece Vaz’ın eve gelip yakalanmasının önüne geçmiş olur. Devrimcinin sıradan insanlardan farklı (“örnek”) durumu, yeri geldiğinde müthiş bir fayda sağlayacaktır ve sağlar da.
Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanının tüm bu açılardan başarılı bir kompozisyon sergilediğini söyleyebiliriz. Romanın salt politik-ajitatif bir devrimci roman olmadığını, estetik bir tada da sahip olduğunu, üstüne üstlük Stalinist vulgerizm okulunun sıkıcı izlerini taşımaktan uzak olduğunu belirtmekte fayda var.
Evrensel Değerler
Roman sadece devrimci mücadelenin varlığı koşullarıyla sınırlı bir anlama sahip değil. Birçok yerinde, yine devrimci mücadelenin getirdiği değerler olsa da, bunun kapsamıyla kısıtlı olmayan birçok öğe barındırıyor. Öyle ki insanlığın belki de binyıllardır peşinde olduğu ve bir o kadar zamandır da yazarak veya çizerek anlamlandırmaya çalıştığı duyguları anlatıyor.
Örneğin, uzun da olsa şu önemli pasajı alalım. Örgüt operasyon yemiş ve partililerin bir kısmı içeri alınmış, faşist rejim tarafından sorgulanmaktadır:
“Antonio’nun yüzü şiş berelerle, siyah ve sarı lekelerle biçimsizleşmişti, alnında iki plaster vardı, diş etleri sızlıyordu. Ama ince kırışıklıkların çevrelediği gözleri gene meydan okur gibi gülümsüyordu.
‘Birisinin nasıl susabildiğini değil, nasıl konuşabildiğini anlamak zor’ diye düşünüyordu Antonio.
Gerçekten de, işkenceler ve sorgular sırasında dayanamayacağı bir kez olsun aklına gelmemişti. Bunu varsaymak bile elinden gelmiyordu. Sorgu yargıcının sözleri ona gülünecek bir şey gibi geliyordu: Nerede oturduğumu söylemek, ha? Sevdiğim kadının oturduğu evi size göstermek, ha? Arkadaşlarımın gelip gittiği ve belgelerin saklandığı evi, öyle mi? Bunu size, acımasız düşmanlara söylemek, öyle mi? Tutuklanışımdan bir gün sonra Ramos’un geleceği evi, ha? Arkadaşlarımın adını vereyim de onları da tutuklayın, öyle mi?”
Komünistlerin maneviyatı-inancı bir kenara bıraktıkları, itikatsız olmalarından ötürü “inançsız” oldukları ne kadar da çok söylenir, bu yavelerle ne sık karşılaşırız. Komünistler materyalist de olduklarına göre ruhsuzdurlar yani. Burjuvazi bu ikiyüzlü sözleri ne kadar sık dillendirir, devrimcilere karşı koz olarak kullanır. Verilecek cevap bu satırlar olsa gerek. Bir insanın kendi dar, dışlayıcı bireyselliğinden sıyrılarak, kendi bireyselliğini genelde (toplumsal olanda) bulduğu çarpıcı bir an. Sokrates’ten bu yana insan erdemliliğinin soyut, ayakları yere basmayan içeriği burada vücuda bürünüyor. Bir bireyin kendi bireyselliğini “sınırsızca” yaşaması özgürlüğün son raddesi değildir. Birey kendi fani bedeninden çıkabiliyor, kendini onun geçiciliğinden kurtarıp, kendi yüreğinin kabuğunda değil, başkalarında ve başkalarıyla yaşayabiliyorsa ve “başka”larını da kendinde yaşatabiliyorsa, bu özgürlük diğer “özgürlük”ten katbekat üstündür. Burada onu görüyoruz. Yazar devrimci mücadelenin çok boyutlu kapsamını, mücadelenin içinden gelen bir insan olarak yaşamış olmasının verdiği avantajla, sergileyebiliyor.
Aslında, romanda üstünde durulmayı hak eden daha birçok husus var, ancak bunların hepsini burada açmak pek mümkün değil. Örneğin, örgütün yeniden toparlanma sürecinde Paulo’nun yaşadıkları. Çok eskiden birlikte devrimciliğe başladıkları, ama o veya bu nedenden ötürü yarı yolda kopan eski arkadaşlarını bağış toplama amaçlı ziyareti. İki arkadaşından ilki bizi ilgilendirmiyor, devrimciliği tukaka gören o tiplerden herhangi biri, incelenecek bir yanı yok. Peki, ya diğer arkadaşı? Paulo’ya çıkarıp yüklü miktarda bir bağışta bulunur ve kalbinin hâlâ eskisi gibi olduğunu ve hiç değişmediğini söyler devrimci mücadeleyi kastederek. Kendi trajik kaderini anlatır; devrimci mücadeleye zamanında atılmış olmasına karşın, bu işin ciddiyetini kavrayamamış veya hayatını buna uygun olarak bir türlü örgütleyememiş, bir parçası burada olsa da diğer yarısı hep dışarıda kalmış, kısacası bu işi bir hayat tarzı olarak tutturamamış, eskiyle köklü bir kopuş yaşama cesaretini gösterememiş, toplumsal varoluşu buna izin vermeyen kendi kendinin kurbanı “yol arkadaşları”. Hiç şüphe yok ki, devrimciliğin uzun ve meşakkatli rotasında bu tür yol arkadaşları hep olacak.
Bir diğer ilginç husus da Liseta’nın durumu olsa gerek. Onun konumu için yukarıdaki mutsuz yol arkadaşının tam zıddı diyebiliriz belki. Devrimci mücadeleyle uzaktan yakından ilgisi olmayan, ama yaşadığı koşulları kendisi seçmediğinden ötürü bir anda kendisini mücadelenin içine bırakılmış bulan, buna karşın yeni muhitini hiç de yadırgamayan, aksine tam da doğru anda ve doğru mekânda devrimle tanıştığı için hoş bir selam gönderen güzel Liseta. Yakınlarının gizli konutu ele geçirilmiştir; faşist görevliler bastıkları evi darmadağın ederler, insanlara eziyette birbirleriyle yarışırlar. Liseta tüm içtenliği ve sınıfsal nefretiyle bağırmaya, yıllardır içinde biriktirdiği sınıfsal kini, ezilmişliğin ve bastırılmışlığın öfkesini kusmaya başlar. Yani, burjuva baskı ve bunun “sıradan” insanlarda doğurduğu tetikleyici tepki. Liseta karakola götürülür sonrasında, “uyarılmak” üzere. Ama o, giderken de döndüğünde de bir yadırgamışlık veya pişmanlık içinde değildir. Liseta aradığı yeri bulmuştur artık, o bir ucundan da olsa bundan böyle devrimci mücadelenin içerisindedir. Gerçek hayat başlamıştır Liseta için.
Ve tabiî, hiç atlanmaması gereken cesur, yiğit, fedakâr Conceiçao kadın. Neredeyse iki asrı devirmiş olan devrimci mücadele tüm masumiyetleriyle ve en saf duygularıyla kaç tane fedakâr Conceiçao kadın gördü ve görecek. Kucağında sıkı sıkıya sarıldığı bebesiyle direnen, karşı duran; işkencede çözülen kocasının yüzüne bakınca ağzının burnunun dağıldığını değil de, yüzünden akan hıyaneti gören Conceiçao kadın. Bilimsel sosyalizm hakkında tek bir harf bilmeyen, kitabi bilgilerden bihaber tek bir Conceiçao kadın kaç tane kâtip solcuya bedel acaba?
* * *
Geçirdiği büyük sarsıntıya karşın, romanın sonunda yerel örgüt mukavim temellere sahip parti sayesinde yeniden toparlanıyor. İşleyen, oturmuş bir mekanizmanın (örgüt) varlığı, yerel örgütlenmeyi dağılıp unufak olmaktan koruyor. Bir yıl önce o yereldeki işleri konuşmak üzere toplanmış dört parti görevlisinden yalnızca biri (Paulo) bugün de oradadır, ama işler yürümektedir. Örgüt, bireylerden müteşekkil ama bireylerin üstünde gerçek bir organizma, yaşayan bir kolektif bilinçtir. Bu sayede çalışma genişlemiş, parti yayınları yeniden kitleler içinde dolaşmaya başlamıştır. Örgüt darbeler almış ama yok olmamıştır. Kavgada kayıplar olmuştur, ancak geleceği kurmakla yükümlü olanlar, geçmişin matemini unutmuş, gözlerinin ucuna kadar gelen yaşlara aldırmaksızın ileriye dikmiştir yüzlerini, zira gidenlerin en güzel bir yarısı bizde saklıdır, zira gözler ağlarken görmez kötünün oyunlarını, zira dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını, zira “en büyük mutluluk yarının yaratılmasında saklıdır”, zira geçmiş değil yarın bizimdir yoldaşlar!
link: Baran Köksal, "Yarın Bizimdir Yoldaşlar", 20 Ağustos 2005, https://marksist.net/node/480
Sendikalılık Oranları Düşmeye Devam Ediyor
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni