13 Mayısta Soma’da 301 madencinin katledilmesinin ardından eski bir madenci şöyle konuşmuştu: “Sen toprağın bağrından canını söküyorsun. Elbet bunun bir bedeli olacak. Önlem almazsan bu bedeli ödersin.” Ne yazık ki eski madencinin sözleri Soma’dan sonra da defalarca doğrulandı. Toprağın bağrından canını söken açgözlü maden şirketleri önlem almak yerine toprağa bedel olarak işçilerin canını verdi. Çünkü patronlar için önlem almaya değmeyecek kadar ucuzdu bedel. İşçilerse örgütsüzlüklerinin bedelini çok ağır bir biçimde canlarıyla ödediler. Aradan geçen zamanda yaşanan onca faciaya ve işçi katliamına rağmen AKP hükümeti “durmak yok yola devam” dedi ve toprağın bağrını çok daha fazla delmeye karar verdi. “Daha fazla kömür” dedi. Çünkü bunun bedeli patronlar için hâlâ çok ucuz! Kâr hırsı karşısında yitirilen canlar, yıkıma uğrayan doğa, çekilen acılar, hiçbir şey ifade etmiyor. AKP’nin “Ekonomide Yapısal Dönüşüm” programı bu yıkıcı kapitalist hırsın bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.
“Ekonomide Yapısal Dönüşüm”
AKP hükümeti geçtiğimiz haftalarda “Ekonomide Yapısal Dönüşüm Programı” adlı bir plan açıkladı. Alt-emperyalist bir ülke olarak yükselen, bölgesinde ciddi bir güç haline gelen, bu güçle orantılı olarak emperyal iştahı da artan Türkiye’nin, bu programla dünyanın en büyük ekonomileri arasına taşınması AKP’nin hayallerini süslüyor. “Ekonomide Yapısal Dönüşüm Programı” Türkiye’yi AKP’nin ve egemenlerin hayalleri doğrultusunda dünyanın ilk on ekonomisi arasına sokar mı bilinmez ama ortada bir gerçek var ki bu program, işçi sınıfı için büyük bir saldırı, doğa için tam bir yıkım anlamına geliyor. Çünkü bu programla AKP, şimdiye kadar yaptıklarını misliyle aşan bir biçimde doğal kaynakları burjuvazinin yağmasına açıyor. Ekonomik büyüme uğruna, daha doğru ifadesiyle kâr uğruna eşi görülmemiş bir açgözlülükle tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarına saldırmaya, toprağın bağrını fütursuzca deşmeye, çevreyi katletmeye hazırlanıyor.
Büyük bir hevesle paketin içeriğini açıklayan Başbakan Davutoğlu, “Enerji üretiminde yerli kaynak payı %35’e çıkarılacak. Bu kapsamda enerji verimliliğini artırmak için de çalışmalar hızlanacak. Nükleer enerji ve kömür başta olmak üzere yerli üretimin enerjideki payı gittikçe artacak” diyor. Davutoğlu, dışa bağımlılığı azaltmak gibi afili sözlerle kitlelerin gözünü boyamaya çalışsa da asıl niyet aşikârdır: Daha saldırgan politikalar uygulayabilmek, alt-emperyalist bir güç olarak daha da yükselebilmek için gerekli hamleleri yaparken, doğalgaz, petrol gibi kaynaklara sahip devletlere mecbur olmamak!
“Ekonomik büyüme”, “2023 hedefleri” deyince burjuvazinin aklına ilk gelen artan enerji ihtiyacı oluyor. Artan enerji ihtiyacı denince de akla hemen kömür geliyor. Türkiye burjuvazisi rüzgâr, güneş gibi temiz enerji kaynaklarına yeterli önemi vermek yerine, önce ucuz ve kolay ulaşabildiği kömür ve su kaynaklarını talan etmeyi tercih ediyor. Bunu yaparken de işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini ekstra masraf olarak görüyor. Böylece hem işçileri hem de doğayı katleden bir enerji politikasını izlemeye devam ediyor.
Yerli kaynak kömür
Türkiye’de mevcut 19 kömür havzasında 400’ün üzerinde kömür madeni ve 22 termik santral var. Program kapsamında yeni açılacak küçüklü-büyüklü kömür madenlerinin ardından termik santral sayısı da 80’e çıkarılacak. TKİ, yeni açılacak madenler kendisine verilirse bunları özel sektör için tabiri caizse “kemiksiz et” haline getirmeyi taahhüt ediyor.
Türkiye’de çıkarılan kömürün çok büyük bir bölümü enerji verimi düşük, kirletici maddeleri çok fazla içeren kalitesiz linyitlerden oluşuyor. Bu kömürle çalışan termik santraller küresel ısınmaya neden olan sera gazlarını ve insan sağlığına ve doğaya zararlı parçacıkları atmosfere salıyor. Bunlar arasında kükürt dioksit, azot oksitler, sülfatlar, nitratlar, kurşun, civa, kadmiyum, arsenik, krom, nikel ve hatta radyoaktif bir madde olan uranyum bulunuyor. Kömürlü termik santraller kül dağları ve asit yağmurları meydana getiriyor. Bu durum ormanların, sulak alanların, tarım arazilerinin zarar görmesine neden oluyor. Termik santral bölgelerinde tarımsal üretim azalırken canlı türleri yok ediliyor. Kömür havzalarında akciğer kanseri, kronik bronşit, astım, kalp hastalıkları ve bunlara bağlı ölümler çoğalıyor. Stuttgart Üniversitesi’nin Greenpeace için yaptığı araştırma, Türkiye’de termik santrallerin neden olduğu hava kirliliğinin her yıl 7900 kişinin ölümüne neden olduğunu ortaya koyuyor. Binlerce insan maruz bırakıldıkları zehirler yüzünden acı çekerek yaşama veda ediyor.
Kömür, madencilik aşamasında, termik santral aşamasında, tüm kullanım alanlarında tehlikeli ve kirli bir enerji kaynağı olmasına rağmen, AKP hükümeti bunu son noktasına kadar kullanmakta kararlı. Kömür çıkarılacak bölgelerde yine tarım arazileri ve ormanlar yok edilecek. Yerüstü suları yeraltına çekilecek ve kirletilecek. İnsanlar susuzlukla baş başa bırakılacak. Bu bölgelerde canlı yaşam neredeyse yok edilecek. Madenlerde çalışan işçiler meslek hastalıkları ve iş cinayetleriyle daha fazla yüz yüze kalacaklar. Termik santrallerin ihtiyacını gidermek üzere, hem mevcut kömür madenlerinin üretim kapasitesi sınırsızca zorlanacak hem de yeni madenler açılacak. Özel sektördeki açgözlü şirketler devlet teşviklerinden de yararlanarak bu madenleri işletecekler. Rödovans fırsatçıları, taşeronlar, dayıbaşılar alıp başını gidecek. Bütün bunlar bir avuç zengin daha da zengin olsun diye yapılacak. Onlar daha zengin, daha güçlü, daha hırslı ve daha yıkıcı olsunlar diye doğa ve işgücü yağmalanacak!
Hükümetin ve burjuvazinin kömür kararlılığı
AKP hükümetinin iktidarda olduğu 2002-2010 yılları arasında kömür kaynaklı enerji üretimi %70 arttı. Bugüne kadar Türkiye’de bulunan tüm kömür kaynaklarının %37’si kullanılmış durumda. Bunun doğal sonucu olarak, Türkiye’nin yıllık sera gazı salımı 1990-2012 arasında %133 artarak yılda 440 milyon tona ulaştı. 2023 yılında GSYİH’nin 2 trilyon dolara ulaşmasını hedefleyen AKP, elbette bunun tam bir çevresel yıkım anlamına geleceğini de gayet iyi biliyor. Buna rağmen yeni programa göre enerjide 2023’te tüm kömür kaynaklarının ekonomiye kazandırılması hedefleniyor. Buna göre düşük rezervlere sahip olan, kalite açısından en düşük kömür yatakları bile üretime açılacak. Enerji üretiminde kömürün payı %25’ten %40’a çıkarılacak. Bu önümüzdeki dönemde daha fazla maden ocağı, daha fazla madenci katliamı, daha fazla termik santral, daha fazla çevre katliamı anlamına geliyor. Ama gözünü kâr hırsı bürümüş AKP hükümeti için bunlar büyüme yolunda göze alınabilir küçük bedellerdir. Madenleri denetleyemediğini, “hatırlı kişiler”e karşı elinin kolunun bağlı olduğunu, madenci ölümlerinin “fıtrat” olduğunu iddia eden hükümet; bu programla bu bedelleri göze aldığını, katliamları, doğa tahribatını zerre kadar umursamadığını bir kez daha göstermiş oldu.
Hükümetin kömür konusundaki “kararlılığı” Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın ağzından da dile geldi: “ABD’de üretilen kömür miktarı %45 civarında. 2035’te dünya, enerji üretiminin %35’ini kömürden karşılayacak. Şimdi bütün eller kömürden yaksın, Türkiye’ye gelince kömür kirli olsun. Başkaları kömürden elektrik üretecek, Türkiye üretmeyecek! Mahallenin delisi biz miyiz yav?” AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde temel zihniyet sermayenin işçi kanı ve doğa katliamı pahasına sınırsızca büyümesi ve rekabet gücünün arttırılmasıdır. 2023 hedeflerine doğru engelsizce, doludizgin koşmak isteyen Türkiyeli egemenler, küresel güç olma hayalleriyle yatıp kalkıyorlar. Başbakan Davutoğlu, 1 Aralıkta G20 dönem başkanlığını Türkiye’nin alacağını hatırlatırken AKP’nin taşıdığı hırsı şu sözlerle ortaya koymuştu: “Bu dönemde herkes şahit olacak ki Türkiye’deki ekonomik kapasite, ekonomik mantık ve entelektüel düzey, ekonomik anlamda küresel ekonomiyi bir yıl yönetebilecek, değişik alanlarda ona ilham verecek katkılar yapacaktır.”
AKP hükümetinin politikası ekonominin her ne pahasına olursa olsun büyümesini esas alıyor. Soma’da linyit yakıtlı bir termik santral kurmak isteyen Kolin Şirketler Grubu, halkın direnişine ve mahkeme kararlarına rağmen santrali yapmak üzere 6 bin zeytin ağacını kesti. Köylüler ağaç katliamına, doğa tahribatına tepki gösterirken AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ’dan şu inciler geldi: “Danıştay ağaç kesimini durdurdu. Bu durumda vatandaşla şirket anlaşmaya gidecek. Bu da demek oluyor ki Türkiye bir yıl gecikecek. Kolin grubu 5 bin kişiye istihdam sağlayacak. Bu tür işler yapılırken ağaç kesilmesi zaman zaman olacak. Manisa’da 16 milyon zeytin ağacının olduğunu kimse unutmasın! Toplam 60 milyon ağacımızın içinde 5 bini kesildiyse geriye 59 milyon 995 bin ağaç daha duruyor orada.”
Kolin şirketi 20 yılda yetişen zeytin ağaçlarından 6 binini bir saat içinde yok etti. Kesim işlemi bittikten sonra Yargıtay’ın yürütmeyi durdurma kararı aldığı ortaya çıktı. Şirket ve devlet yetkilileri bunu bildikleri halde kesim gerçekleşti. O ağaçlara emek vermiş, o ağaçları evlâdı bilmiş köylülerin feryatlarının, yasanın, hukukun, kapitalizmin güçlü şirketleri karşısında hiç bir etkisi olmadı.
Sermaye “bildiğini okumaya” devam ediyor
Aynı mantık işçiler için de güdülüyor. Ölen işçilerin ardından üç kuruş kan parası ödeniyor, hiçbir önlem alınmadan yeni işçilerle işe devam ediliyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Torunlar İnşaat katliamının ardından “Burada şunu sormamız gerekiyor, önce can mı, mal mı? Türkiye, bu kararı vermek durumundadır” demişti. Aslında böyle bir soruyla, böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakılmak bile kapitalizmin çirkefliğini gösteriyor. Böyle bir ikilemi ancak kapitalist sistem yaratabilir. Çelik aynı konuşmasında iş kazalarının sistem meselesi olduğunu söylemeden edememişti: “Bildiğimizi okumaya devam edersek kazalar kaçınılmaz olur, bu bir sistem meselesidir.” Bu açıklamadan kısa süre sonra gerçekleşen işçi katliamları da göstermektedir ki, bildiğini okumaya devam eden AKP hükümeti ve Türkiye burjuvazisi kararını çoktan vermiştir ve bu kararın sonuçlarını en ağır şekilde yaşayan işçi sınıfı olmaktadır.
Soma, Torunlar ve Ermenek’teki katliamlar hafızalarda taptazeyken yapılan planlar, açıklamalar, işçi sınıfının örgütsüzlüğünden güç alan burjuva hükümetin fütursuzluğunun ne boyutlara geldiğini gösteriyor. Tam bir kapitalist zihniyetle “küresel ekonomiye ilham vermek” üzere büyük yatırımlara girişen AKP hükümeti ve Türkiyeli patronlar ne çevreyi, ne ÇED raporlarını, ne yargı kararlarını, ne işçi güvenliği sorununu planlarının önünde engel olarak görüyorlar. Oluşan tepkiler karşısında ise işi aymazlığa vuruyorlar. Onlar Türkiye’yi büyük hedeflerine doğru ilerletirken birilerinin bunun önüne taş koymak istediğini söyleyip yaygara koparıyor, algı operasyonlarına girişiyorlar. Zeytinlerini, havalarını, sularını korumaya çalışan insanlara polisle, askerle saldırıyorlar. Onları bir avuç sorun kaynağı ucubeler olarak görüyorlar. Kısacası sermaye “bildiğini okumaya” ve yaşamı talan etmeye devam ediyor.
Kapitalist üretim biçimi akıldışıdır
Sermayenin doğası başka türlü olabilir mi? Kapitalist sınıf başka türlü davranabilir mi? Doğayı tahrip etmekten kaçınabilir mi? Ölen işçinin, kesilen ağacın acısını duyabilir mi? Yaşam alanları yok edilen insanların, sosyalistlerin, çevre örgütlerinin itirazlarını dikkate alabilir mi? Tüm bu soruların cevabı elbette bellidir: Hayır! Sermaye sınıfı insanlığı yok oluşa doğru sürüklerken Türkiye sermaye sınıfı bu yıkıcılığa son derece aktif bir şekilde iştirak ediyor. Üstelik bu durumla övünüyor. Ekonomik gücün ulaştığı düzey nedeniyle Türkiyeli egemenler büyük bir küstahlıkla daha fazla yağma ve talanı kendilerine hak görüyorlar. Bunu tüm bir ulusun çıkarları için, ilerleme için yaptıklarını iddia ediyorlar. “İlerleme” dedikleri şeyin ardından tek bir canlının yaşamadığı, suyu derinlere çekilmiş, kirletilmiş, kapkara, zehirli topraklar kalıyor.
Elbette teknolojinin gelişmesine, doğal kaynakların kullanılmasına, enerjinin kolay elde edilebilir ve ucuz olmasına kimsenin bir itirazı olamaz. Ancak gezegenin dengesini bozan, canlı türlerinin yaşam hakkını elinden alan, gıda kaynaklarını kurutan, işgücünü yıkıma uğratan, akıldışı bir planlamaya dayanan, insanlığın sonunu hazırlayan bir enerji üretimine itirazsız kalmak da insanlığa aykırıdır. Dünya geri dönülmez bir biçimde sermaye eliyle yaratılan küresel iklim değişikliğinin, kirlenmenin ve yıkımın etkilerine maruz kalırken, sermayenin bildiğini okuması canilikten, kan emicilikten başka bir şey değildir.
Kapitalistlerin insafa gelmesini ve dünyayı kurtarmalarını beklemek beyhudedir. Türkiye burjuvazisini de dünya burjuvazisini de doğayı ve gezegeni yok etmekten alıkoyacak tek güç, kapitalizmi yıkmak için mücadele edecek işçi sınıfıdır. Kapitalizm sinekleriyle baş etmenin mümkün olmadığı iğrenç bir bataklıktır ve kurutulmalıdır. Bu olmadan insanlığın ve dünyanın kaderi değişmeyecektir. Kapitalizmde canından can sökülen yerküre bunun intikamını insanlıktan alacaktır. Oysa komünizmin hâkim olduğu bir dünya insanlığa tüm imkânlarını, kaynaklarını sınırsızca sunacak ve mutluluğun dünyası olacaktır.
link: Ezgi Şanlı, Ekonomide Yapısal Dönüşüm: İşçiye Ölüm, Doğaya Yıkım!, 22 Kasım 2014, https://marksist.net/node/3759
İşçi Ahmet Kirada, Erdoğan Sarayda
İşçilik Bize Babadan Tek Miras