Her yıl sınavlara hazırlanan milyonlarca işçi çocuğunun gündemine bir soru girer. Sınavlara giren kişiler değişir, hatta sınavların ismi değişir fakat bu soru kalıbı bir türlü değişmez. Okullarda ve dershanelerde yapılan seminerlerde, rehberlik servislerinin toplantılarında “geleceğin meslekleri neler” sorusu sorulur. Her yıl farklı cevaplar verilir. Bir yıl endüstri mühendisliği revaçtadır. Bir diğer yıl fizik terapi veya psikoloji. Bir mantığı vardır bu sorunun sorulmasının. Milyonlarca işçi çocuğu, geleceğini şekillendiren en önemli kararın meslek seçimi olduğu algısına kapılır. Binlerce lira dökülür dershane patronlarının cebine. Dershane taksitlerini ödeyemediği için hapse giren analar, intihar eden çocuklar olur. İşçi çocukları, sınav dönemlerinde yaşamlarını sadece soru çözmeye ve nefes almaya indirger. “Geleceğin mesleğine kavuşmak için, yani yaşamımı garantiye almak için hayatımdan birkaç yıl harcasam ne olur sanki” diye düşünür işçi çocukları. Hayatlarının en verimli yaşlarını sınav maratonunda soluksuz koşarak geçirir. Anasına babasına bakar, nasıl dur durak bilmeksizin çalıştıklarını görür, nasıl ele geçen paranın karın doyurmaya anca yettiğini görür, iyice hınçla dolar işçi çocuğunun yüreği. Der ki: “Başaracağım ulan, büyük adam olacağım. Anamı, babamı, kardeşlerimi kurtaracağım bu sefil hayattan!” Sonra sorar öğretmenine, “Geleceğin mesleği ne hocam? Ne kadar kazanır bu meslek sahibi” diye. Ardından tüketmeye başlar yaşamını, en birinci kendisi olmalıdır, bu yüzden kıskanır yan sırada oturan arkadaşının puanını.
Büyük bir görev sırtlamıştır işçi çocuğu; anasını, babasını, kardeşlerini bu sefil hayattan kurtaracaktır. Bu görevin verdiği sorumlulukla çalışır durur. Peki, sonunda ne olur? Milyonlarca işçi çocuğu girmiştir sınava, yarısı daha işin başında elenip “barajı” geçememiştir. Birkaç milyon öğrenciden birkaç bini iyi diyebileceğin bölümlere girmiştir. O birkaç bin öğrenciden ancak “şanslı” olanlar mezun olabilecektir. Milyonlarca öğrencinin içinde “şanslı” olanlar küsurat diyebileceğimiz kadar azdır. O yüzden değiştirmez milyon sayısının anlamını. Milyonlarca işçi çocuğu asgari ücretin en fazla iki katı paraya girer bir işe ve başlar onun bir ömürlük işçilik yaşamı. Ne anasını, babasını, kardeşlerini “kurtarabilmiştir” ne de kendini. Yani her zamanki gibi işçi çocuğuna miras olarak işçilik kalmıştır anadan, babadan.
İşçi çocukları işçi oluyor bu devranda. Bakmayın siz Sabancı’nın limon, Ülker’in birkaç çikolata satarak bugünkü hallerine geldikleri hikâyelerine. Külliyen palavra hepsi. Maden işçisinin oğlu on beş yaşında madene giriyor bu devranda. İnşaat işçisinin oğlu daha on ikisinde kum karmaya başlıyor. Zamanında analarının temizlemeye gittiği evleri şimdi kendileri temizliyor ev işçisi kadınlar. En “şanslı” olanlarımız “beyaz yakalı” işçi oluyor. Evet belki yakası kirlenmiyor fakat üç kuruş paraya köle gibi çalıştırılıyor. İşçi aileleri çocuklarına apartmanlar, arabalar, fabrikalar bırakamıyor, doğal olarak bir tek işçiliği miras bırakıyor. Peki ne zamana kadar sürecek bu soyaçekim? Ne zaman son bulacak bu veraset? Bu soruların cevabı işçi sınıfına “onlar” diyerek hitap eden Nazım Usta’dan gelmiş yıllar önce: “bir şafak vakti karanlığın kenarından/ onlar ağır ellerini toprağa basıp/ doğruldukları zaman”…
link: İstanbul’dan MT okuru bir genç, İşçilik Bize Babadan Tek Miras, 25 Kasım 2014, https://marksist.net/node/3762
Ekonomide Yapısal Dönüşüm: İşçiye Ölüm, Doğaya Yıkım!
Düşük Ücretlere, Uzun İş Saatlerine, Taşeronlaştırmaya Hayır!