Tayyip Erdoğan’ın “fazla zamanımız yok, meseleyi bu yıl sonuna kadar çözmeliyiz” diyerek 2009 yazında ilan ettiği “Kürt açılımı”nın üzerinden beş yıl geçti. Bu süreç büyük oranda seçimlere endeksli gelgitli bir seyir izledi. Her seçim öncesinde Öcalan’la görüşme trafiğini hızlandıran hükümet, seçimlerden sonra güçlenmiş bir iktidarla ciddi adımlar atacağı vaadinde bulunarak, bir yandan ateşkesi uzatmaya öte yandan Kürtleri arkasına yedeklemeye çalıştı. Seçimler bittiğinde ise Kürt halkının demokratik taleplerini karşılama doğrultusunda hiçbir ciddi adım atmamanın yanı sıra, dönem dönem azgın savaş politikalarını uygulamaya sokmaktan geri durmadı. Kürt illerindeki protesto gösterileri polisin vahşi saldırısına uğradı. Belediye başkanından il-ilçe yöneticilerine varıncaya dek binlerce Kürt hapse tıkıldı. Açılan davalar 12 Eylül zihniyetini yansıtan en ilkel suçlamalara dayandırılarak yürütüldü. Kürt çocuklar cezaevlerinde her türlü işkenceye maruz bırakıldı. Bu arada çoğu çocuk 34 Roboskili köylü bombalanarak katledildi ve bu katliamın bir tek sorumlusu bile açığa çıkarılıp cezalandırılmadı.
Yerel seçimlerden cumhurbaşkanlığı seçimine uzanan mevcut süreç de yine AKP’nin bildik taktikleriyle ilerliyor. Geçtiğimiz yılın Newroz’u öncesinde hızlanan görüşme trafiği ve Öcalan’ın umutkâr söylemleri Kürt hareketini AKP’ye yönelik düşük vitesli bir muhalefet politikasına itmişti. Ne var ki hükümetin hiçbir vaadini yerine getirmemesinin yanı sıra İmralı’ya gidecek BDP heyetlerini de engellemesi gerginliği tırmandırmış ve ipler kopma noktasına gelmişti. Ancak 17 Aralıkta başlatılan yolsuzluk operasyonuyla sıkışan hükümet, gelişen tepkinin Kürtlerle iyice güçlenmesinin önüne geçmek için dil değiştirdi ve Öcalan’la görüşmeleri yeniden başlattı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı için bir referandum olarak gördüğü yerel seçimlerin yaklaşması da hükümetin Kürtlere yönelik bu ılımlı siyaseti sürdürmesini zorunlu kıldı. Yerel seçimlerden güçlü bir şekilde çıkmasının ardından ise, hükümet, Erdoğan için ölüm kalım meselesine dönüşmüş olan cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtlerin desteğini almak için “bu sorun çözülecek” havasını daha güçlü bir şekilde yaratmaya koyuldu. Diyarbakır’da “çözüm çalıştayı” adı altında gerçekleştirilen şov bunun doruk noktası oldu. Ancak bir gün sonra yaşanan Lice saldırısı, hükümetin izlediği politikanın samimiyetsizliğini ve çelişkilerini bir kez daha ortaya serdi.
Kürt halkının tepkisi giderek artarken, AKP bu tepkiyi bastırmak ve Erdoğan’ı “sorun çözücü baba” olarak lanse edip cumhurbaşkanlığı seçiminde elini güçlü kılmak için, seçime bir ay kala, “çözüm sürecine ilişkin” bir yasal düzenlemeyi gündeme getirdi. Bunun yanı sıra Hatip Dicle gibi sevilen bir Kürt siyasetçiyi, dört buçuk yıl cezaevinde adeta rehin olarak tuttuktan sonra serbest bıraktı.
Bilindiği üzere, müzakere sürecinin yasal zemine kavuşturulması, Öcalan’ın ve Kürt hareketinin üç önşartından biriydi. Şimdi hükümet bu önşartı kendince yerine getirir gözüküp, Kürt hareketine “işte istediğinizi yapıyoruz” diyor. Ne var ki, diğer iki önşart (üçüncü bir tarafın gözlemci olması ve Öcalan’ın müzakere yürütebileceği koşulların sağlanması) konusunda bir adım atılmadığı gibi, söz konusu sınırlı yasa da, AKP’nin şimdiye dek attığı tüm adımlardaki klasik zihniyetini yansıtıyor. Bu zihniyet, ben istediğimi, istediğim zamanda, istediğim kadar veririm ve bunu alay-ı vâlâyla ilan ederek halkı bir süre daha oyalarım zihniyetidir. Nitekim, Beşir Atalay’ın mesnetsiz bir şekilde “çözümün son safhasına yaklaşılıyor” diyerek duyurduğu, AKP medyasının ise “büyük bir adım” olarak alkışladığı bu yasanın, daha başlığından başlayarak söz konusu zihniyetle sakatlanmış olduğu görülüyor.
Altı maddeden oluşan ve “çözüm sürecinin çerçeve yasası” olarak sunulan bu yasal düzenleme “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun Tasarısı” başlığını taşıyor. Yani amaç, “terörü sona erdirmek” olarak konuyor. Aslında bu, AKP’nin Kürt sorununu tıpkı diğer düzen güçleri gibi “terör sorunu” olarak görmeye devam ettiğini apaçık ortaya koyuyor. Yasanın içinde “çözüm süreci” ifadeleri geçiyor ama çözülecek sorun yine “terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesi” olarak konulup, çözüm sürecinin de bunun için yürütüldüğü söyleniyor. Dolayısıyla gerçek sorun konusunda tek laf edilmeden güya bu konuda bir yasa çıkarılıyor. Zira bundan söz edilmesi için Kürt lafının kullanılması gerek ve bir yasa metninde bu ibarenin geçmesi AKP’nin de TC’nin de fıtratına ters düşüyor.
Sonuçta hükümet, altı maddelik bu mini yasa paketiyle, “çözüm süreci” kapsamında görüşmeler yürütme, adımlar atma, yasalar çıkarma yetkisinin kendisinde olduğunu resmen ilan ediyor ve bu amaçla görevlendirilecek kişilerin bundan dolayı hiçbir hukuki, idari ve cezai sorumluluğu olmadığını duyurarak görüşmeleri yürütenleri yasayla koruma altına alıyor. Yani AKP beş yıldır alenen yürütülen görüşmelere gecikmiş bir yasal zemin yaratmaktan öte bir şey yapmadığı halde, bunu Kürt halkına yönelik bir reklâm malzemesi olarak kullanmaktan da geri durmuyor.
Beşir Atalay’ın yasa tasarısını duyururken sarf ettiği şu sözler, AKP’nin yıllardır yinelediği teranelerden zerrece farklılık içermiyor: “Çözüm süreci iyi gidiyor. Çözümün son safhasına doğru yaklaştığımızın tespiti içindeyiz. Bu konular kolay konular değil. Hem her kesimi ikna, hem toplumun desteğinin olgunlaşması anlamında zaman istiyor. Sabırlı olmak lazım.”
Beş yıldır iyi gittiği söylenen ama en ufak bir darbede tökezleyip geri devşirilen, hangi safhasında olduğu bilinmeyen, buna yönelik açıklamalarda taraflarca çelişkili ifadeler kullanılan bir çözüm süreci! Ve hükümetin bildik teranesi: Bunlar zor işler, herkesi ikna etmek, toplumu hazır hale getirmek zaman istiyor, sabredin! Bu arada ben istediğim gibi saldırırım, keyfime göre gıdım gıdım tavizler de verebilirim, katlanın artık!
Barış şovları eşliğinde kurşun yağmuru
Bu politikayı esas alan AKP hükümeti, beş yıldır dilinden düşürmediği “barış” süreci boyunca bölgedeki savaş aygıtını tahkim etmekten hiç vazgeçmedi ve halkı canından bezdiren karakollar yetmiyormuş gibi bunların yerine bir de kaleler inşa etmeye girişti. 90’lı yıllarda haksız ve kirli savaşın acılarını en ağır şekilde yaşayan Lice halkı, bir yılı aşkın bir zamandır, bölgede sayıları hızla arttırılan kalekollara karşı kararlı bir eylemlilik içindeydi. Geçtiğimiz yıl, yapımı süren bir kalekolun etrafı kuşatılarak inşaatı engellenmeye çalışılmıştı. O sırada askerlerin halkın üzerine ateş açmasıyla bir kişi hayatını kaybetmiş, pek çok kişi yaralanmıştı. Bu protestolar bir yıl boyunca yaygınlaşarak devam etti ve oturma ve yol kesme eylemleriyle desteklendi. Ne var ki hükümet ve ordu Kürt halkının barış çığlığına kulaklarını tamamen tıkadı ve bildiğini okumayı sürdürdü. Yapılması planlanan 300’den fazla kalekolun 100’ünün inşaatı tamamlanırken, halkın karşı koyma çabalarına pek çok yerde silahla yanıt verildi. 7 Haziranda ise devlet güçleri Lice’de direnen halkın üzerine ateş açarak 2 kişiyi katletti, ondan fazlasını yaraladı. Bu katliamdan bir gün önce Diyarbakır’da “çözüm çalıştayı” adı altında “barış” şovu yapan AKP hükümeti, Türkiye’nin dört bir yanında bu katliamı protesto edenlere yönelik olarak da aynı saldırgan tutumunu devam ettirdi. Bu vahşi saldırılarda onlarca insan yaralanırken ve gözaltına alınırken, Adana’da 15 yaşında bir çocuk da polis tarafından katledildi.
Bu arada çeşitli kentlerde polis ve MİT eliyle kışkırtıldığı açık olan faşist güçler protestocuların üzerine salındı, linç girişimleri yaşandı. Ve Lice katliamının hemen ardından yaşanan bayrak indirme olayı devlet-medya işbirliğiyle gündemin baş maddesi haline getirilip milliyetçi kudurganlık tırmandırılarak bu katliam gündemden düşürülmeye çalışıldı. Bütün bunlar olurken, Lice’deki katliamın sorumlularına bedel ödetmek konusunda ağzını açmayan Erdoğan, bayrak indiren çocuğa ve bunu engellemeyen askerlere bedel ödettireceğiz diye kükrüyor ve “Tokat’taki vatandaşın ortaya koyduğu tavrı aynı şekilde herkes ortaya koymalıdır” diyerek açıkça linç çağrısı yapıyordu. Sonuçta, bayrak indirilen kışlaya ertesi gün müfettiş çıkartması yapılıp askerler ve komutanları sorguya çekilirken, iki kişiyi katleden askerler hakkında hiçbir cezai işlemde bulunulmadı. Üstelik Başbakanlarından güç alan askeri yetkililer, resmi ifadelerinde, “biz havaya ateş açtık, onlar birbirini vurdu” diyerek acılı Kürt halkıyla dalga geçme cüretini kendilerinde bulabildiler.
Barıştan söz ederken savaş aygıtını tahkim eden AKP’nin ikiyüzlülüğünün tipik bir örneği de, hükümet-MİT yapımı bir senaryoyla gündeme sokulan çocuk PKK’liler meselesidir. Kürt çocuklarını polise taş attıkları için terörist ilan edip onlarca yıl hapis cezalarıyla yargılayan, karakollarda ve cezaevlerinde en vahşi işkencelere maruz bırakan, üstelik tüm bunları “çocuk kadın demeden herkese bedelini ödetiriz” diyerek savunan bu hükümet, söz konusu olan dağdakiler olunca birden onların çocuk olduğunu hatırlamakta ve bunu ikiyüzlü bir şekilde propaganda malzemesi yapmaktan çekinmemektedir. Dağa çıkan çocuklarının geri dönmesi için bir grup Kürt annenin Diyarbakır’da başlattığı oturma eylemini de bu amaçla kullanmaktadır.
Oysa Kürt çocukların, bölge sokaklarında geceli gündüzlü gövde gösterisi yapıp en ufak bir protesto gösterisine bile vahşi bir şekilde saldıran askerin ve polisin zulmünden dolayı devlete büyük bir öfke duyarak dağa çıktığı pekâlâ bilinmektedir. Ama AKP, halkı PKK’ye karşı kışkırtmak ve savaştan bezgin hale gelen Kürt ailelerini kendine çekmek için her türlü operasyona başvurmaktadır. Hükümetin bu oturma eylemini bizzat MİT eliyle yönettiğini bölge halkı sıkça dile getirmektedir. Burjuva medyanın tek merkezden belirlendiği gün gibi aşikâr olan haber dili ve kurgusu da bunu açıkça göstermektedir. Hükümet ve haftalardır bu konuya yoğun ilgi gösteren güdümlü medya ise, bu çocukları “PKK tarafından dağa kaçırılan çocuklar” olarak kodlayarak, onların zorla dağa çıkarıldığı algısını yaratmak istemektedir. Görüldüğü gibi, AKP bir taraftan müzakere sürecini canlı tutmaya çalışırken, öte yandan muhatabının elini zayıflatmak üzere her türlü kirli oyuna başvurmaktan ve bu ucuz oyunlardan medet ummaktan vazgeçmemektedir.
Baskılar ve dayatmalar birliği değil ayrılığı körükler
Gerek Türkiye’de Kürt hareketinin ulaştığı güç, gerekse Ortadoğu’daki gelişmeler nedeniyle, AKP, Kürt sorununun imha ve inkâra dayanan eski politikalarla üstesinden gelinemeyeceğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki, bu sorunun Kürt halkının tüm demokratik taleplerini karşılama doğrultusunda çözülmesi noktasında diğer düzen güçleri gibi AKP de sonuna kadar ayak diretmekte ve kendi “çözüm”ünü dayatarak, vermesi gerekenin en azını verme politikasını izlemektedir. İktidarını koruyabilmek için ateşkes durumunu muhafaza etmesi gerektiğinin bilincinde olan hükümet, olabildiğince sündürmeye çalıştığı bir müzakere süreciyle Kürt hareketini pasif konumda tutup onu zayıflatabileceğini düşünmektedir. Ne var ki Kürt halkı bunun boş bir umut olduğunu defalarca göstermiş ve her defasında AKP’nin oyununu bozarak onu daha zayıf bir elle masaya oturmaya mahkûm etmiştir. Karşısında dik duran bir Kürt hareketine tahammül edemeyen Erdoğan ise, onu tehditlerle biat ettiremeyeceğini gördükçe öfke nöbetleri geçirmektedir.
AKP’nin oyalama siyasetiyle alabileceği mesafe sınırlarına dayanmıştır. AKP’nin iktidar oyunlarına alet etmek istediği Kürt sorunu, onu da yakıp kavuracak kadar ciddi ve yakıcı bir sorundur. Bu sorunun gerçek çözümünün ve barışı tesis etmenin yoluysa bellidir. Bu doğrultuda atılan adımların gerçekten “büyük” sıfatını hak edebilmesi için Kürt halkının acil demokratik talepleri derhal karşılanmalıdır. Öncelikle tüm siyasi tutsaklar serbest bırakılmalı ve özgürce siyaset yapmanın önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Yeni kalekol, karakol yapımları durdurulmalı, eskileri kaldırılmalıdır. Askeri amaçlı baraj ve yol yapımlarına, Kürt halkını Kürdistan’ın diğer parçalarındaki kardeşlerinden ayırıp koparmaya dönük olarak sınır bölgelerine duvarlar örüp hendekler kazma uygulamasına son verilmeli, örülen duvarlar hemen yıkılmalıdır. Koruculuk sistemi lağvedilmelidir. Asker ve polis operasyonlarına bölgedeki militarist yığınakla birlikte son verilmelidir. Eğitimin her kademesinde anadilde eğitim hakkı sınırsız ve koşulsuz olarak tanınmalı, devlet bunun gereklerini yerine getirmelidir. Anayasa ve yasalardaki ırkçı ifade ve tanımlar derhal kaldırılmalıdır. Kürt halkının özyönetim talebi en demokratik şekilde derhal karşılanmalıdır.
Kürt sorununun demokratik çözümü, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere sınırsız ve koşulsuz bir şekilde tanınmasından ve Kürt halkının vereceği karara saygı duyularak bunun hayata geçirilmesinden geçmektedir. Tepede yapılan geçici anlaşmalarla, kültürel hakların tanınmasıyla vb. sınırlı yarım yamalak adımlar sorunun çözülmesine değil uzayarak bir üst düzeyde yeniden ve yeniden patlak vermesiyle sonuçlanmaya mahkûmdur. Dayatmalar, baskılar, engeller birliği değil ayrılığı körükler. Halkların ve işçi sınıfının birliği ise ancak gerçek anlamda gönüllü birliğin koşulları yaratılırsa sağlanabilir.
link: İlkay Meriç, Seçim Yaklaşırken AKP’nin “Çözüm” Oyunu, 11 Temmuz 2014, https://marksist.net/node/3481
Kapitalizm Bir Suç Bataklığıdır
Gazze İsrail Bombardımanı Altında