Arap halklarının isyan dalgası Suriye’ye de ulaşmış ve Esad diktatörlüğüne karşı kitle gösterilerinin yükselmesine neden olmuştu. Ancak çelişkilerin keskinleşmesi ve özellikle emperyalist güçlerin dâhil olmasıyla kitle hareketi geri çekildi ve süreç tümüyle silahların konuştuğu yıkıcı bir iç savaş halini aldı. 15 Mart 2011’de başlayan süreç, şu anda emperyalist nüfuz mücadelesinin de sürdüğü bir iç savaşa dönüşerek devam etmektedir. Başlangıçta günler içerisinde düşeceği umulan Esad diktatörlüğünün sanılandan daha dirençli çıkması, bir yandan Suriye’de yaşayan halkların rejimden kurtulma umutlarına darbe vururken, diğer yandan da emperyalist emellerini gerçekleştirmek için müdahaleye girişenleri pek çok açmazla karşı karşıya bıraktı.
Emperyalist müdahalelerin büyüttüğü yangın, bu yüzden, bugün tüm Suriye’yi yakıp kavuruyor. Birleşmiş Milletler’in verdiği bilgilere göre, iç savaşta Ocak 2013 tarihi itibariyle yaklaşık 60 bin kişi öldü, 700 bine yakın sayıda insan da mülteci konumuna düştü. Humus, Halep ve Rastan başta olmak üzere pek çok şehir ağır bir yıkıma uğradı. Son günlerde Şam hükümetinin ve muhaliflerin birbirlerini kimyasal silah kullanmakla suçlaması, savaşın beraberinde getirdiği yıkımın boyutlarının daha da büyüyeceğini gösteriyor.
Suriye’deki savaşın seyri, sadece Suriye’yi değil, tüm Ortadoğu coğrafyasını etkiliyor. Bölge devletleri iç ve dış politikadaki tavırlarını Suriye’deki savaşın gidişatına göre oluşturmak durumunda kalıyorlar. Bu da siyasi tabloda önemli değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu değişimi belirleyen faktörler ise genel olarak bölge halklarının demokrasi mücadelesinin yükselmesiyle değil, ne yazık ki, burjuvaların nüfuz kavgaları ile şekilleniyor. Bu kavganın başlıca aktörlerinden biri de Türkiye burjuvazisi.
Mısır’da Mübarek’in, Libya’da Kaddafi’nin yaşadığı gibi Esad’ın da hızlı bir düşüş yaşayacağını umarak bu mücadeleye Türkiye burjuvazisi adına heveskâr bir biçimde katılan AKP hükümeti, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Türkiye artık Soğuk Savaşın «kanat ülke»si değil, bölgesinin «merkez ülke»si ve «akîl ülke»sidir” diye ifade ettiği temeller üzerine oturttuğu stratejisi ile, burjuvazinin emperyalist emellerini gerçekleştirmek için en atak politikaları hayata geçirmeye çalışıyor. Bu yüzden de Suriye’deki savaşa doğrudan müdahil oluyor.
Suriye’de muhalefetin durumu
Suriye’deki muhalif grupları birleştiren Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) pek çok ülke tarafından muhalefetin meşru temsilcisi kabul ediliyor. Ancak, Suriye rejiminin askeri gücünün dirayeti ve dayandığı halk kesimlerinin desteği, Rusya, Çin ve İran’ın Esad rejiminin arkasında sağlam durması ile birleşince, SMDK bugüne kadar kendisinden beklenen başarıyı elde edemedi. Aksine, uzayan süreç bu koalisyonun sarsılmasına ve yalpalamasına yol açıyor.
Türk devleti de bu koalisyonun bir araya gelmesinde ve şekillenmesinde önemli rol oynadı. Soğuk Savaş döneminin dengeleriyle bölgede oluşan statüko, sermayenin yayılmasını kısıtladığı, önüne setler çektiği için, artık iyiden iyiye palazlanan Türkiye burjuvazisi tarafından bertaraf edilmek isteniyor. Bu yüzden TC, bir alt-emperyalist aktör olarak, Suriye muhalefeti ve onun askeri gücü Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) üzerinde gücü yettiğince bir etki kurmaya çaba gösteriyor. Ancak elbette, emperyalist emelleri ile gücünün sınırları arasındaki mesafe her istediğini hayata geçirmesine engel oluyor.
Her şeye rağmen rüzgârın konjektürel olarak Türkiye burjuvazisinden yana estiğini vurgulamak gerekir. Çünkü, Ortadoğu’da, TC’nin de birlikte hareket ettiği asıl büyük emperyalist güç olan ABD emperyalizminin planları Türkiye burjuvazisinin çıkarlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Bunun yanı sıra, ABD emperyalizmi, emperyalist paylaşım mücadelesinde ilgisini ve güçlerini Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaştırma zorunluluğunu hissettiği için Ortadoğu’nun dönüşüm sürecinde Türkiye gibi müttefik güçlere daha fazla rol alabilecekleri bir alan doğuyor. Bu sayede Türkiye burjuvazisinin önü daha da açılıyor. Sermaye birikiminin ulaştığı düzey ve emperyalist perspektifi ile buna zaten hazır olan Türkiye burjuvazisi de durumu kendi çıkarları doğrultusunda değerlendiriyor.
Emperyalist güçlerin ve bölge güçlerinin farklılaşan çıkarları, Suriye’deki muhalefet cephesi içinde de çekişmeler ve anlaşmazlıklar şeklinde kendini gösteriyor. Stratejik yönelim aynı olsa da taktik adımlar konusunda çeşitli farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Örneğin bir ay kadar önce Beşar Esad’a iktidarı bırakması şartından vazgeçerek görüşme öneren SMDK lideri Muaz El-Hatib, 24 Martta görevinden istifa etmek durumunda kalabiliyor. El-Hatib bu çağrıyı yaptıktan sonra Davutoğlu tarafından eleştirilmişti. ABD ise buna karşı “Türk liderlerden gelen tahrik edici yorumlar, bizi açıkçası çok rahatsız ediyor” demişti.
Hatib’in, Esad rejiminin “elini kana bulamamış” temsilcileriyle müzakere yapılması amacıyla geçici hükümetin kurulmasını erteleme girişimleri de 18 Martta İstanbul’da yapılan seçimlerle birlikte başarısız oldu. Geçici hükümet için SMDK’nın yaptığı seçimlerde 62 üyenin 35’inin oyunu alan ABD vatandaşı ve Kürt kökenli Gassan Hito, geçici hükümetin başkanlığına seçildi. Hito’yu ilk tebrik eden yetkili ise elbette Davutoğlu oldu.
Bunun üzerine El-Hatip son bir hamlede daha bulunarak, Katar Dışişleri Bakanı Hamid bin Casim’den geçici hükümet liderliğine seçilen Gassan Hito’yu Mart ayı sonunda Doha’da yapılacak olan Arap Birliği Zirve’sine çağırmamasını istedi. Arap Birliği’nin bu zirvesinde Suriye’nin koltuğuna Suriye halkının temsilcisi olarak SMDK yöneticileri oturacaktı. Ne var ki, Casim bu talebin üzerinden yarım saat bile geçmeden Hito’yu Doha’ya davet etti. Ardından da El-Hatip “Bize yardım eden bölgesel ve uluslararası güçlerin her biri, bizi kendi tarafına çekmeye çalıştı. Onlar itaat edecek Suriyeli muhalif istiyorlar” diyerek görevinden istifa etti. Ancak Koalisyon içinde istifa kabul edilmediği için halen görevini sürdürüyor.
Suriye Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito 29 Martta yaptığı açıklamayla da geçici hükümet merkezinin Türkiye-Suriye sınırında kurulabileceğini, hükümet programının iki hafta içerisinde hazır olacağını, üçüncü haftada da halka sunulacağını söyledi. Bu açıklama Türkiye devletinin geçici hükümet üzerinde büyük etkisinin olacağını gösteriyor. Hito ayrıca Savunma Bakanlığı’na getirilecek ismi Özgür Suriye Ordusu’nun belirleyeceğini ifade ederek Savunma Bakanlığının görevini “ülkedeki tugayları kontrol altında tutmak ve topraklarına ulaşan silahların dağıtımını yapmak” şeklinde tanımladı. Suriye dışından Esad rejimine karşı savaşan tugaylara katılanların sayısının azaltılacağını belirten Hito, böylece ABD’nin başlıca kaygılarından birini gidererek kontrol mekanizmasının sıkılaşacağının işaretini vermiş oldu. Liyakata dayalı “teknokrat” hükümet kurulacağını da söyleyen Hito, “yasama kurulu” olması dolayısıyla hükümetin SMDK’nın gözetiminde faaliyet göstereceğini belirtti.
Suriye’deki gelişmelerin Ortadoğu’ya etkisi
Suriye’de yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkisini ve Kürt sorununa yaklaşımını da ciddi biçimde etkilemiştir. Mart ayının sonlarında ABD başkanı Barack Obama’nın İsrail ziyareti sırasında yaptığı baskılarla İsrail hükümeti, Mavi Marmara gemisine yaptığı kanlı müdahale yüzünden Türkiye devletinden özür diledi. Türkiye ve İsrail devletleri arasında bir süredir kötü giden ilişkilerin, İsrail devletine ABD’nin attırdığı bu adımla düzelme yoluna girmesi de bölgedeki gelişmelerin mahiyetini açıkça ortaya koydu. İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesi, İsrail’in Türkiye’den özür dilemesinin, İsrail Başbakanlık Bürosu yetkililerince büyük ölçüde Suriye’deki yeni koşullara bağlandığına dikkat çekerek, “Netanyahu’nun yardımcıları, «Ankara ile işbirliğinin yeniden başlatılmasını kuzey komşumuzdaki durumun ciddiyeti gerekli kıldı» dediler” diye yazdı.
Türkiye ile İsrail arasında bu hızlı süreç yaşanırken, İran ile ilişkilerinin niteliği sır olmayan Hizbullah’ın hükümette bulunduğu Lübnan da gergin günler yaşıyor, yeni bir iç savaşın gölgesini üzerinde hissediyordu. Netanyahu’nun Erdoğan’ı aramasından bir gün sonra Lübnan’da hükümet istifa etti. ABD, Suudi Arabistan ve Katar’ın Lübnan’da bir iç savaş çıkarmaya dönük çabalarından söz edilen bir ortamda, bu istifa haberi durumun giderek çetrefilleştiğini gösteriyor. Hizbullah’ı hedef alacak şekilde gelişecek bir savaşın normal olarak Suriye’yi kuşatmaya ve İran’ı zayıflatmaya yönelik olacağını tahmin etmek zor değil. 2006’da Lübnan’a saldırarak Hizbullah’tan kurtulmak isteyen ancak bunu başaramayan İsrail, şimdi Obama’nın yardımıyla bu işi bölgedeki ittifakları ile birlikte halletmek istiyor gibi görünüyor. Türkiye devleti de içinde bulunduğu ittifaklar gereği bu durumun dışında kalamayacaktır. Bu gelişme de Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım kavgasının körüklediği yangının ne denli büyüdüğünü ve daha da büyümeye eğilimli olduğunu ortaya koyan çarpıcı belirtilerden biri.
Görüldüğü üzere Türk burjuvazisi emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için bölgede etkin rol oynuyor ve şimdilik ilerliyor. Ne var ki, bu politikalar kimi zaman ciddi tıkanıklıklarla da karşılaşabiliyor. Bu tıkanıklıkları aşabilmek için de Türk burjuvazisi, iç ve dış siyasette ciddi riskleri göze alarak çeşitli hamleler yapmak zorunda kalıyor. Onu en çok zorlayan konu ise şüphesiz Kürt sorunu. Türkiye’nin, bölgesinde etkin hamleler yapmak isterken vücuda bağlı prangalar gibi elini ayağını tutan bu sorunun etkisini azaltmak için, dış dinamiklerin de zorlamasıyla adımlar atması kaçınılmaz görünüyordu. Nitekim, yukarıda anlattığımız tüm gelişmelerle uyumlu bir biçimde, AKP hükümeti PKK lideri Öcalan ile müzakere süreci başlatarak bu konuda sonuçlar almaya başladı.
Suriye’deki Kürtler üzerinde en etkili güç olan ve PKK’nin belirleyiciliğinde hareket eden PYD’nin Batı Kürdistan olarak anılan bölgede büyük ilerlemeler katetmesi, hâkimiyeti altında bölgeler oluşturması TC’yi hareket etmeye zaten zorluyordu. Bugüne kadar tehditle ve Özgür Suriye Ordusu üzerindeki etkinin kullanılması yoluyla geriletilmeye çalışılan Suriye Kürtleri üzerinde bu politikanın sökmeyeceğinin görülmeye başlanması ile politika değişikliğine gidildi. Öcalan ile anlaşmaya varılarak Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı unsurlarının Türkiye sınırlarının dışına çıkartılması kararının alınması sağlandı ve Newroz’da bu karar ilan edildi.
Güney Kürdistan’ın inşası sürecinde önemli rol üstlenen Türkiyeli kapitalistlerin Türkiye ile Güney Kürdistan arasında çok ciddi iktisadi bağlar oluşturması ve Türkiye egemen sınıfının kafasında bu durumun yeni ışıklar yakmasıyla birlikte, TC devleti, Kürt sorununda kuruluşundan bu yana sürdürdüğü felsefesinde revizyona gitmeye karar vermiş görünüyor. Şüphesiz bunda kuvvetli biçimde kendini ortaya koyan emperyalist arzularının yanısıra Kürt özgürlük hareketinin önlenemeyen yükselişi de belirleyici. Ama öyle ya da böyle TC burjuvazisi yukarıda saydığımız adımları bütünlüklü bir politikayla bölgede atıyor.
Emperyalistler arası mücadelede hararet istikrarlı bir biçimde yükselirken bölgedeki halkların ödediği bedeller de artmaya devam ediyor. Bu yüzden, TC egemen sınıfının çıkarları doğrultusunda attığı adımlarla şekillenen bu gelişmeler, aynı zamanda işçi sınıfı için de çanların daha kuvvetli çalması anlamına geliyor. Emperyalist planlar Ortadoğu’yu yangın yerine çevirdi. Bu yangının daha da genişlememesinin ve söndürülmesinin yegâne yöntemi ise işçi sınıfının devrimci programını hayata geçirmek üzere ayağa kalkması ve iktidarı ele geçirmesidir. İşçi sınıfı ve bölge halklarının gerçek kurtuluşunun başka bir yolu yok.
link: Selim Fuat, Suriye İç Savaşının Bölgedeki Etkileri, Nisan 2013, https://marksist.net/node/3229
HDK Ermeni Soykırımını 98. Yılında Lanetledi
4. Yargı Paketi: Bir Kandırmaca Daha