Nisan ayı baharın gelmesiyle, ağaçların çiçeklenmesiyle, güzel ve olumlu şeylerle eşanlamlıdır. Ama bu topraklarda yaşamış kadim halklardan biri için her yılın Nisan ayı, yaklaşık bir asırdan beri, korkunç ve unutulmaz acıların, büyük bir felâketin hatırlanması anlamına geliyor. Dünyanın dört bir tarafına yayılmış milyonlarca insan, dedelerinin, ninelerinin yaşadığı büyük acıları tekrar duyuyorlar yüreklerinin derinliklerinde. Boğazları düğümleniyor, öfkeyle karışık bir çaresizlik kaplıyor kalplerini ve “neden” diye soruyorlar, “neden yaşamak zorunda kaldık bu acıları?”.
Ermeni halkı, her yılın 24 Nisan gününde, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan uzakta, içleri acıyla dolu bir şekilde anıyor “Mec Eġeṙn” yani “Büyük Felâket” gününü. En çok da kendilerine yapılan bu büyük zulmün inkâr edilmesi koyuyor onlara. Binlerce belge, bilgi ve apaçık tanıklıklar ortadayken ve bu kırımı yapan egemenlerin mirasçıları olan bugünkü Türkiye devletinin yöneticileri gerçeği biliyorken, yapılan bu inkârı anlamıyorlar. “Ermenilere yapılanların soykırım olduğunu kabul edersek bizden tazminat ve toprak isterler” denilerek sürdürülen inkâr politikası, Ermeni halkının içindeki acının ve öfkenin daha da büyümesine yol açıyor. 900 yıldan fazla bir süredir Türklerle birarada yaşadıkları bu topraklarda uğradıkları ihaneti ve gaddarlığı içlerine sindiremiyorlar.
Bu yüzden de Türkiye topraklarında yaşayan ve duyarlı olan herkes, Nisan ayı geldiğinde bir yandan geçmişte yaşananların sorumluluğunu yüreğinde duyumsuyor, diğer yandan da bir halkın acısının emperyalist ve kapitalist güçler tarafından nasıl da çıkar hesaplarının konusu haline getirildiğini görüyorlar. Halklar kendi haline bırakılsa pekâlâ sarılabilecek bu yara, çıkarlarını halkların esenliğinin ve kardeşleşmesinin üzerinde görenlerce adeta bilinçli olarak açık tutuluyor, kanatılıyor. Fırsat verilmiyor Türk ve Ermeni halklarının kucaklaşmasına, helalleşmesine.
Emperyalist güçlerin kirli ellerinin her daim işin içinde olduğu bu sorunun tarafları olan diaspora burjuvazisi ve Ermenistan devleti ile TC arasında onyıllardır adeta bir köşe kapmaca oyunu oynanıyor. TC devleti Ermeni halkına yönelik soykırımı inkâr ederek, ölen insanların sayılarını az göstermeye çalışarak, Ermenileri suçlu gösteren yalanları yüzü kızarmadan ortaya atarak, sürekli bu büyük tarihsel utançtan kaçmaya çalışıyor. Bu inkârı sürdürebilmek için de en başta kendi halkını kandırmak zorunda kalıyor. Ders kitaplarında Ermenilerin Osmanlı’yı nasıl arkadan hançerlediği, durduk yere isyan ettiği, Ermeni çetelerin Müslüman halkı nasıl da vahşice katlettiği yalanları anlatılıyor.
Ermeni halkının öfkesi de, bu inkâr ve ikiyüzlü yalan politikasının sonucu giderek daha fazla bileniyor. 1915-17 yılları arasında gerçekleştirilen soykırımın ürünü olan Ermeni diasporası, en azından soykırımın kabul edilmesi için onyıllardır çeşitli devletler nezdinde ve uluslararası alanda faaliyet yürütüyor. Diaspora burjuvazisi bu sorunu Ermeni halkının varoluş meselesi haline getirmeye çalışıyor. Ermeni halkına yaşatılan felâketin soykırım olarak tanınmasından elde etmeyi umdukları kazançların hesaplarını yapıyor. Emperyalist güçler de bu meseleyi Türkiye’ye ve Ermenilere karşı koz olarak kullanabilmenin keyfini sürüyorlar.
“Büyük Felâket”in sonrasında ne oldu?
Meselenin bugün geldiği noktayı anlayabilmek için 1915-17 yılları arasında yaşanan büyük felâketin sonrasına da bakmak gerekiyor. Bu yıllar arasında Ermeni halkının Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1,5 milyonluk nüfusunun üçte ikisi kırılmıştır. Ermeniler kelimenin tam anlamıyla Anadolu’dan kazınmışlardır. I. Dünya Savaşından Osmanlı’nın yenilgiyle çıkması ve soykırımı gerçekleştirenlere yönelik soruşturmalar başlatılması sonucu İtilaf devletlerinin girişimleriyle kırımdan kurtulabilmiş Ermenilerin bir kısmı (150 ilâ 300 bin arasında rakamlar verilmektedir) tekrar Türkiye’ye dönmüş ve özellikle de İstanbul’a yerleşmişlerdir. Ama gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında gerekse de cumhuriyet döneminde gayrimüslimlere yönelik ırkçı, baskıcı ve düşmanca tutumlar devam ettiği için kalanların büyük çoğunluğu da yurtdışına (özellikle de ABD ve Fransa’ya) göç etmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla 60’lardan bu yana Türkiye’deki Ermeni nüfusu 60-80 bin civarında değişmektedir.
Anadolu Ermenilerine yapılan bu kırım ve takipeden ırkçı-dışlayıcı-düşmanca tutumlar sonucu Ermeni halkı dünyanın dört bir yanına yayılmış ve diasporayı oluşturmuştur. Bugün Rusya’da 2 milyon, ABD’de 800 bin, Gürcistan’da 320 bin, Fransa’da 350 bin, Ukrayna’da 150 bin, Lübnan’da 110 bin, İran’da 100 bin, Suriye’de 80 bin, Arjantin’de 60 bin, Kanada’da 100 bin ve Avustralya’da 60 bin kişilik topluluklar bulunmaktadır. Yaklaşık 5-6 milyon Ermeninin diasporada yaşadığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz diaspora nüfusunun hepsi 1915-17 yıllarından sonra oluşmuş değildir. Ermeniler 17. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ticaret diasporaları olarak görünmeye başlanmıştır. Ama asıl nüfus artışının soykırımdan sonra gerçekleştiğini söylemek mümkündür.
Ermeni halkı açısından, büyük bir kırıma uğratılarak bin yıllarca yaşadığı topraklardan sökülüp atılmak muazzam bir travmaya neden olmuştur. Bu kırımı Osmanlı’yı savaşa sürükleyen İttihatçı paşalar tezgâhlamış olsalar da, Osmanlı’nın mirasçısı olan TC’nin Ermenilere yönelik tutumu da bu İttihatçı çizginin devamıdır. Kırımı gerçekleştiren İttihatçı paşaların itiraf ettikleri gerçekleri Kemalist kadrolar ısrarla inkâr etmişlerdir. Yetmezmiş gibi Türk halkı içinde Ermeni düşmanlığının yerleştirilmesi için de her fırsat kullanılmıştır. Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve paranoyak bir temel üzerine bina edilmesinde Ermeni düşmanlığının rolü büyüktür. Devleti idare eden kadrolar Ermenilere yapılan soykırımın bir gün başlarına belâ olacağını pekiyi bildiklerinden ve gerçekleri kabul ettiklerinde bunun ardından tazminat ve toprak talebinin geleceğine inandıklarından, büyük bir hezeyanla inkâr politikasını muhafaza etmişlerdir.
TC egemenlerinde bu paranoyanın oluşmasında, I. Dünya Savaşının hemen ardından yaşanan birkaç olayın da ciddi payı vardır. Birincisi, Ekim Devrimiyle birlikte savaştan çekilen Rus birliklerinin yerini alan Ermenilerle yaşanan çatışmalar; ikincisi, 1919’daki Paris “Barış” Konferansında Ermenilerin Doğu Anadolu’dan toprak talebinde bulunması; üçüncüsü, Sevr Antlaşmasının ardından Kafkaslar’da kurulmuş olan Ermenistan Cumhuriyeti ile sınır anlaşmazlığı üzerine yaşanan çatışmalar ve dördüncüsü ise II. Dünya Savaşından büyük bir prestijle çıkan Sovyetler Birliği’nin Ermenistan adına Doğu Anadolu’dan toprak talebinde bulunması ve buna paralel olarak ABD’deki diaspora burjuvazisinin de yeni kurulmakta olan BM’den “işgal edilmiş Ermeni topraklarının geri verilmesi”ni talep etmesidir. Diaspora burjuvazisi, dünyaya dağılmış durumdaki Ermenilerin Sovyetler Birliği’ne bağlı Ermenistan’a gelip yerleşmeleri yönünde de bir kampanya başlatmıştır. Amaç Türkiye’den toprak alındığı takdirde insanların buraya yerleştirilebilmesidir.
Koca bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın travması içindeki Türk egemenleri açısından, cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşanan bu ve benzeri gelişmeler (Kürt sorunu, Musul ve Hatay meseleleri vb.) paranoyak ruh halini iyice pekiştiren bir etki yaratmıştır. Özellikle son verdiğimiz örnekte SSCB’nin 1925’ten beri yürürlükte olan “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nı yenilememesi ve toprak talebiyle birlikte Boğazların kontrolü üzerinde hak talep etmesi, TC’nin apar topar NATO’ya girmeye çalışmasında ve içerdeki gayrimüslim azınlık ile komünistlere ağır baskılar uygulamasında önemli bir faktördür. Gelişen Soğuk Savaş koşulları da bu politikaların pekişmesine zemin hazırlamıştır.
Gerek Ermeni halkının yaşadığı acılarda gerekse de sonraki yıllarda uğradığı haksızlıklarda Batılı emperyalist güçlerin büyük rolü olduğunu da eklemek gerekir. İttihatçıların planlarından başından beri haberdar olan İtilaf devletleri Ermeni halkına yapılan soykırım karşısında sessiz kalırken, Alman emperyalizmi soykırım planlarının hazırlanmasında ve uygulanmasında İttihatçılarla işbirliği içinde olmuştur. İtilaf devletleri (özellikle de Çarlık Rusya’sı) sürekli olarak Ermenileri Osmanlı’ya karşı kullanmak yönünde hareket etmişlerdir. Kırım yaşanıp bittikten, I. ve II. Emperyalist Savaşlar sona erdikten sonra da Batılı güçler Türkiye’ye yönelik hiçbir yaptırımda bulunmamışlar ve hatta Ermenilerin uluslararası alandaki çabalarına da kulak asmamışlardır. Örneğin Lozan görüşmeleri esnasında Türk heyeti en çetin mücadelelerden birini soykırım suçlularının cezalandırılmasını engellemek ve Ermenilerin geri dönüşünün önünü kesmek alanında vermiştir. Büyük bir çoğunluğu İttihatçı gelenekten ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelen Kemalist kadroların kendileri de bizzat Ermeni kırımında aktif görev almış kişiler olduklarından, işin bu yanı büyük önem taşıyordu. Neticede Lozan’da 1 Ağustos 1914 ile 1922 yılları arasındaki bütün suçlar af kapsamına alınmış ve Türkiye’ye dönmek isteyen Ermenilerin önünü kesecek bir dizi kanunun çıkartılmasına da göz yumulmuştur.
Kuşkusuz af kapsamına alınanlar sadece yönetici kadrolar değildi. Katliama ortak olanlar, Ermenilerin mallarını gasp ve talan edenler, kadınlarına, çocuklarına ve kızlarına el koyanlar ve Ermenilerin zenginlikleri sayesinde ilk sermaye birikimlerini gerçekleştiren ticaret burjuvazisi gibi, çeşitli halk kesimleri de bu felâketin üzerinin örtülmesinden yanaydı. Bu sayede önce Ermenilere yapılanların sonra da Ermenilerin unutulması yönünde toplumsal bir “uzlaşma” sağlanacaktı.
Böylece Anadolu’nun kadim halklarından biri anayurdundan sürülmüş ve köklerinden koparılmıştır. Diaspora yani “kopuntu” olarak yaşayanların göğüs germek zorunda kaldıkları maddi ve manevi zorluklar bir tarafa, Türkiye’de kalan Ermeni topluluğuna dayatılan rol de ayrıca bilinmelidir. Türk milliyetçiliğinin ırkçı özünün bir yansıması olarak “Türk Ermenileri” diye adlandırılan Ermeni cemaati, dünyaya ve Ermeni diasporasına karşı öz katillerini savunmak zorunda bırakılmışlardır. Diasporanın uluslararası alandaki her girişimine önce “Türk Ermenileri” cevap vermeye zorlanmış ve benlikleri kendilerini inkâr derecesinde teslim alınmaya çalışılmıştır. Sürekli korku ve çaresizlik içinde yaşayan bu bir avuç insanın durumunu tarif etmek zordur. Belki bir örnek daha açıklayıcı olacaktır. 30’lu yıllarda bir Ermeni yazarın “Musa Dağında Kırk Gün” adlı romanı (1915’teki kırıma karşı dağa çıkıp direnen Ermenilerin mücadelesini anlatıyordu) Avrupa’da “best seller” olup da ardından ABD’de kitabın sinemaya uyarlanması gündeme gelince TC için alarm zilleri çalmaya başlamış ve Ermeni cemaati önce girişimleri kınamaya, sonra da İstiklal Marşı eşliğinde kitabı yakmaya zorlanmıştır.
Aslında meseleye derinlemesine bakıldığında soykırımın sonucunun sadece Ermeni nüfusunun büyük bir çoğunluğunun katledilmesinden ibaret olmadığı da görülecektir. Kökenleri Friglere kadar dayanan Ermeniler, yerleşik bir halk olarak Anadolu ticaretinde ve zanaatında önemli bir yer tutuyorlardı. Osmanlı toplumunun kültürel açıdan gelişkin kesimlerinden biriydiler ve diğer gayrimüslim topluluklarla birlikte ele alındıklarında zenginliğin kayda değer bir kısmını ellerinde tutuyorlardı. Ermenilerin Anadolu topraklarından kazınması, ceberut devlet geleneğinin cumhuriyet Türkiye’sinde de devam etmesinde ve “sivil toplum”un bir türlü gelişememesinde önemli bir etkendir. Ermeni kırımına nüfusça daha kalabalık olan Rumların da mübadele yoluyla sürülmesi eklendiğinde bu etken iyice kuvvetlenecektir. İttihatçıların Anadolu’yu gayrimüslimlerden temizlemek suretiyle Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak ve böylece devleti kurtarmak planı, işte bu şekilde, Anadolu topraklarının yerli halklarından olan Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve daha nicelerinin katledilmesi, sürülmesi ve asimile edilmesiyle sonuçlanmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinin de devralarak geliştirdiği ve Kürtlere uyguladığı bu politika, “Türk tipi demokrasi” denilen güdüklüğün, kültürel alanda yaşanan kuraklığın ve ekonomik alandaki çarpıklığın sebeplerindendir.
100. yıl sendromu
Lozan’dan sonra uluslararası arenada büyük ölçüde unutulmaya başlanan Ermeni soykırımı, 1973 yılında ASALA’nın ilk eylemini gerçekleştirmesiyle birlikte tekrar dünya kamuoyunun gündemine oturmuştur. 1985’e kadar devam eden eylemleriyle ASALA konunun gündemde kalmasını sağlamış ve en önemlisi de Ermeni meselesinde Batılı ülkelerin desteğini kazanmıştır. ASALA dönemini, Ermeni diasporasının etkili olduğu ülke parlamentolarında, genellikle de Nisan aylarında, “Ermeni soykırımının tanınması” ile ilgili yasal düzenlemelerin geçmeye başladığı bir dönem izlemiştir. SSCB’nin dağılmasının ardından 1990’da Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte Ermeni diasporasının eli daha da güçlenmiştir. Çünkü artık Türkiye’nin karşısında yersiz yurtsuz topluluklar değil bir devlet vardır.
Gelinen noktada bugün 21 ülke parlamentosu, BM Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Dünya Kiliseler Konseyi gibi uluslararası kuruluşlar, ABD’nin 50 eyaletinden 41’i Ermeni soykırımının varlığını kabul etmiştir. Soykırımı kabul etmediğini beyan eden ülke sayısı ise Türkiye dâhil sadece 6’dır (Azerbaycan, İngiltere, İsrail, Bulgaristan, Danimarka) ve bunların da siyasi nedenlerle bu tezleri kabul etmedikleri açıktır. Denilebilir ki, dünya 1915-17 yılları arasında Ermeni halkına karşı büyük bir soykırım yapıldığında hemfikirdir.
Peki, tüm bu yıllar boyunca Türkiye ne yapmıştır? Türkiye’nin pozisyonunu debelendikçe daha da çamura batan, bataklığa saplanmış birisine benzetmek mümkündür. Bu duruma yol açan ve tamamen yalanlar üzerine kurulu mantık dışı tezlere ve utanmaz suçlamalara dayanan katıksız inkâr politikası aslında çoktan iflas etmiştir. Bunu Türkiye de gayet iyi bilmektedir. Ama durumu düzeltmek noktasında çıkan fırsatlar her seferinde kaçırılmış ve Türkiye burjuvazisi bu konudaki basiretsizliğini ve korkaklığını her seferinde göstermiştir. Aradan bir asra yakın zaman geçmesine rağmen Türkiye’nin Ermeni sorunundaki resmi politikası milim değişmemiştir.
Ermenistan sınırı hâlâ kapalıdır ve Türkiye Ermenistan’a ekonomik ve siyasi ambargo uygulamaktadır. Diplomatik ilişkiler en alt seviyededir. Bu ambargo Ermenistan’ın yalıtılmışlığının ve Rusya’ya ekonomik ve siyasi açılardan mahkûm kalmasının en büyük sebebidir. Bu sayede yoksul bir ülke olan Ermenistan’a açıkça şantaj yapılmakta ve Ermeni diasporası üzerinde baskı kurarak onun faaliyetlerini kısıtlaması istenmektedir. Soykırım kelimesinin önüne “sözde” sıfatını ekleyerek güya Ermeni tezlerine karşı çıkan TC’nin resmi tezleri ortada bir soykırım olmadığından, yaşananların Osmanlı’nın savaş koşullarında yapmaya mecbur olduğu (“Ermenilerin ihaneti ve Müslümanlara saldırması” yüzünden) tehcir esnasında meydana gelen münferit vakalardan ibaret olduğundan, hepi topu birkaç bin (!) Ermeninin, o da devletin hiçbir günahı olmaksızın hayatını kaybetmiş olduğundan, Ermeni diasporasının soykırım tezinin geçersiz olduğundan (“çünkü 1915-17 yılları arasında henüz soykırım kavramı literatürde yoktu”), asıl Ermenilerin Müslümanlara soykırım uyguladığından ibarettir.
TC’nin bu resmi tezine içerde “Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Soykırımının meydana geldiğini” söylemeyi suç sayan TCK’nın 305. maddesi, ders kitaplarında yer alan iğrenç yalanlar, ırkçı, tekçi ve bilim dışı bir “milli tarih” anlayışı eşlik etmektedir. Halen bu maddeye muhalefetten hapiste yatan insanlar sözkonusudur. Hatta Hrant Dink gibi aydınların katledilmesi bu konudaki ısrarın sonuçlarının nereye varacağını gösteren bir gözdağı olarak orta yerde durmaktadır.
Türkiye’nin bu inkâr politikasının sebebi ise mesnetsiz bir korkuya dayanmaktadır. Türk makamları çeşitli yer ve zamanlarda asıl korkularının tazminat ve toprak talebi olduğunu itiraf etmişlerdir. Tarihsel gerçeklerin çıplaklığı ve Türkiye’nin karşı tezlerinin saçmalığı bir tarafa, Ermenistan defalarca toprak talebinde bulunmayacağını, böyle bir niyetinin de, olası bir talebin zemininin de bulunmadığını açıklamıştır. Tazminat meselesi ise vicdan sahibi herkesin kabul edeceği üzere mağdur Ermeni halkının en doğal hakkıdır.
Her şey bir yana, ne devlet ne de onyıllardır sürdürülen ideolojik bombardıman altında beyni yıkanmış halk kesimleri, Ermeni halkının gerçekten ne istediğiyle ilgilenmektedir. Emperyalist güçlerin elinde bir koza dönüşmüş ve ABD burjuvazisiyle bütünleşmiş diaspora burjuvazisi bir yana bırakılacak olunursa, Ermeni halkının en öncelikli ve samimi isteği, yaşadıkları ve inkâr politikası yüzünden bir türlü unutamadıkları acılarının Türk halkı tarafından fark edilmesi ve tanınmasıdır. Kendilerinden gerçek anlamda ve yürekten bir özür dilenmesidir. Yaşananların tarihsel sorumluluğunun üstlenilmesidir. Ermeni halkının yaralarını sarması ve artık huzur bulması ancak bu sayede mümkün olabilecektir.
Oysa bir türlü yapılmayan ya da yapılmasına izin verilmeyen de budur. Çünkü TC açısından mesele tazminat ve sözde toprak talebinden daha derindir. Burjuva devleti asıl kaygılandıran, bu gerçek kabul edildikten sonra resmi ideolojinin nasıl ayakta kalacağıdır. Ermeni soykırımı ve Anadolu’nun gayrimüslimlerden temizlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti denilen ulus-devletin inşasında kilit bir rol oynamıştır. Bu ulus-devletin harcında Ermenilerin, Rumların, diğer gayrimüslimlerin ve nihayet Kürtlerin kanı vardır. Bu kanın temizlenmesi için bu gerçeğin kabul edilmesi şarttır, ama bu da temeli sarsacak denli ciddi bir olaydır. İşte Türkiye burjuvazisini ve özellikle de kendilerini devletin kurucusu olarak gören Kemalistleri asıl korkutan budur.
Gerek uluslararası alanda gerekse de ülke içinde gittikçe köşeye sıkışan TC, şimdi de Ermeni diasporasının soykırımın 100. yıldönümü temelinde 2015 yılına dönük hazırlıkları nedeniyle alarm halindedir. Türkiye devleti karşı-lobi faaliyetlerine her yıl milyonlarca dolar akıttığından, bu işten nemalanan strateji kuruluşları ve çeşitli kurumlar şimdiden diasporanın hazırlıklarını çarşaf çarşaf yayınlamakta ve güya kamuoyunun dikkatini konuya çekerek bir karşı hazırlığa girişilmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu çevrelerin yazıp çizdiklerine göre diasporanın “hain ve korkunç” planında yer alan başlıklar arasında şunlar bulunmaktadır: Soykırıma dair bilinmeyen hikâyeleri çeşitli dillerde dünya kamuoyuna sunmak, konserler düzenlemek, yeni filmler çekmek ve festivaller düzenlemek, Ermenistan’daki soykırım müzesini büyütmek, soykırımın 100. yılı için bir devlet koordinasyon komitesi kurmak, konuyu olabildiğince gündemde tutmaya dönük basın faaliyetlerinde bulunmak, elçilikler önünde gösteriler düzenlemek, yeni sergiler açmak ve belgeseller çekmek.
Diasporanın bu faaliyetlerinin abartılı biçimde sunulduğu aşikârdır, ama Türkiye’yi asıl kaygılandıran bu tür kültürel faaliyetlerden ziyade, açılması planlanan tazminat davaları, BM nezdinde soykırım tezlerinin kabul görmesinin sağlanmasına dönük girişilecek kampanya ve belki de Türkiye’nin Lahey Adalet Divanı’na verilmesidir. Bunlara ABD senatosundan soykırımı kabul eden bir tasarının geçirilmesini sağlamak da eklenince Türkiye devleti açısından tablo ciddileşmektedir. Diasporanın iyi hazırlandığı 2015 yılına giden süreçte, önümüzdeki 2014 yılında BM tüm dünyada I. Dünya Savaşının kayıplarını anmaya ve çıkartılacak derslere odaklı etkinlikler yapmayı planlamaktadır. Ermeni soykırımı bu bağlamda da önemli bir yere oturduğundan, diaspora tarafı bundan faydalanmaya, Türkiye ise bir savunma hattı oluşturmaya çalışmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında ilerleyen savaş süreci de dikkate alındığında, emperyalist güçlerin Ermeni meselesini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışacakları da açıktır.
Türkiye’nin emekçi sınıflarını ilgilendirense Türkiye burjuvazisinin korkuları yahut diaspora burjuvazisinin, çeşitli emperyalist güçlerin hesapları olmamalıdır. Son tahlilde Ermeni soykırımı tarihsel bir gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır ve bu yüzden de Ermeni sorunu bağlamında Türkiye’yi iç ve dış politika alanında köşeye sıkıştıran asıl faktör diasporanın faaliyetleri değil TC devletinin izlediği politik çizgidir. İnkâr politikasından vazgeçilmediği takdirde durum daha da kötüleşecektir. Bu utanmazlığın sürdürülmesine daha fazla izin verilmemelidir. Kürt sorununda girilen yeni sürece paralel biçimde TC, Ermeni sorunu bağlamında da gerçekleri kabul etmek ve yaşananların sorumluluğunu üzerine almak zorundadır. Çünkü tarihsel gerçekler direngendir. İnkâr etmekle gerçeklerden kaçılamayacağının en büyük kanıtı da devletin Kürt sorununda atmak zorunda kaldığı adımlardır.
link: Kerem Dağlı, Asırlık Utanç: Ermeni Kırımı, Nisan 2013, https://marksist.net/node/3227
İşsizlik Artarken Sermayenin Sömürüsü Katmerleşiyor
Chavez’in Ardından