TC’nin Irak politikasında son yıllarda önemli bir değişim sürecine girdiğini görüyoruz. Birkaç yıl öncesine kadar, TC’nin Irak’la ilişkisi esas olarak Bağdat hükümeti üzerinden yürüyor ve Federe Kürdistan Bölge Yönetimi resmi olarak muhatap alınmıyordu. Irak politikasının temelinde “toprak bütünlüğünün bozulmaması”, yani bağımsız bir Kürt devletinin kurulmaması için merkezi Bağdat hükümetine tam destek sunulması yatıyordu. Bu bağlamda Irak Kürdistanı’nın başkenti durumundaki Erbil’le (Hewler) ilişkiler esasen dolaylı olarak Bağdat üzerinden kuruluyordu. Dahası Türkiye’deki Kürt sorunu ve PKK’nin Kandil’deki varlığı nedeniyle Iraklı Kürt liderlerle zaman zaman hayli gerginleşen ve açıkça onları aşağılayan, hor gören ve çoğunlukla tehdit eden bir dil ağır basıyordu. Irak Kürdistanı Türk sermayesinin giderek artan oranda gözünü diktiği bir pazar ve yatırım alanı olsa da, durum buydu.
Bugün TC halen bağımsız bir Kürt devletinin kurulmaması hedefini gütse bile bunun yol ve yöntemlerinde bir değişiklik olduğunu görüyoruz. 2007 yılından bu yana Irak Kürdistanı giderek artan ölçüde Türk sermayesinin faaliyet alanına dönüştü. AKP statükocu-devletçi Kemalist burjuvaziye karşı giriştiği mücadelede rakibini geriletebildiği ölçüde, Irak Kürdistanı’yla daha sıkı bağlar geliştirmenin de yolunu döşemeye girişti. Özellikle 2010 yılından bu yana durumda kayda değer bir değişim yaşanıyor. Bu değişim TC’nin Irak’tan kopacak bağımsız bir Kürdistan’ı kabul edeceği anlamına gelmiyor henüz. Ne var ki, bölgede yaşanan çok yönlü ve çok boyutlu gelişmeler bağımsız bir Kürdistan ihtimalini güçlendirdikçe, TC, Iraklı Kürtlerle ilişkiyi güçlendirerek, olası gelişmeler üzerinde diplomatik ve siyasi söz sahibi olabilmeyi, mümkün olduğunca süreci kendi hedef ve arzuları doğrultusunda yönlendirmeyi ya da en azından kontrol altında tutmayı amaçlıyor.
TC-Irak ilişkileri
TC açısından politika değişiminin temel zorlayıcı unsurlarından birini, Bağdat’ta İran’a yakınlığıyla bilinen Nuri el-Maliki başbakanlığındaki yönetim oluşturuyor.
Bilindiği gibi, İran ve Türkiye bölge üzerinde yalnızca son yıllarda değil tarih boyunca rekabet etmiş iki ülkedir. Bugün de bu rekabet sürmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, İran’ın Maliki üzerindeki etkisinin giderek belirgin hale gelmesinin ardından, TC egemenleri, o güne dek izledikleri çok yönlü ve bütün taraflarla görüşmelere dayalı politikayı bir yana bırakarak açıkça Maliki karşıtı bir pozisyon seçmişler ve bunu gizlememişlerdir. TC, 2010 yılındaki seçimlerde açıkça Maliki karşısındaki Sünni bloku desteklediğinden ötürü, seçim sonrasında Maliki hükümetiyle TC arasındaki ipler giderek gerilmiş ve son dönemde kopma noktasına gelmiştir. Geçen yıl Maliki’ye güven oylaması sırasında da, açıkça Maliki’nin karşısında yer alarak ciddi bir kumar oynamış ama hedeflerine varamamıştır. TC’nin temel derdinin Maliki ya da Şiiler olmadığını, esas kaygısının İran’ın Irak üzerinde giderek artan nüfuzu olduğunu ve bu tedirginliğin ABD’nin kaygılarıyla paralellik arzettiğini vurgulayalım. Türkiye’nin bu politikası, Suriye’deki gelişmelerle de birleşerek Ortadoğu’da yaratılan Sünni-Şii karşıtlığında Sünni eksenli politik hatta oturmaktadır. Öte yandan, Erdoğan ve ekibinin Sünni İslami hareketten gelen arka planlarının da bu Şii karşıtlığında bir rol oynadığını ama bunun hayli tâli ya da ikincil bir rol olabileceğini de eklemekte yarar var. Çünkü Türkiye kapitalizmi, politikalarını mezhep çatışmalarının belirleyemeyeceği kadar gelişmiş durumdadır. AKP sözkonusu olduğunda bile, eğer işin ucunda milyar dolarlar, güç ve nüfuz kazanma fırsatı varsa, mezhepsel farklılık ve önyargıların bunların önüne geçmesine burjuva içgüdüleri izin vermeyecektir.
Bağdat’la kopma noktasına gelen ilişkilerden ötürü, TC, Irak’taki bir diğer güç merkezi konumundaki Erbil’le yakınlaşmak zorunda kalmıştır. Bunda hiç kuşkusuz ABD’nin bu doğrultudaki telkinlerinin yanı sıra, Irak Kürdistanı’ndaki mevcut ve geleceğe dönük potansiyel çıkarlar da güdüleyici olmuştur.
TC’nin Irak politikasındaki değişimin ve Irak Kürdistanı yönetimiyle yakınlaşmasının arkasında yatan nedenlerden biri de, çelişik gibi gözükse de Irak’ın birliğini korumaktır. Maliki’nin, Sünni liderlere dönük baskı ve sindirme manevralarını, Erdoğan hükümeti, Irak yönetiminden Sünnileri dışlamak olarak görüyor. Sünni Arapların Irak’ta bir çimento olduğu düşüncesiyle, onların dışlandığı bir Irak’ın birliğini korumanın mümkün olmadığı öngörülüyor. Bu nedenle de AKP, Maliki’ye yani İran’ın etkisine karşı, Sünni Araplarla çoğunluğu yine Sünni olan Kürtlerin ittifakını sağlamaya dönük girişimlerde bulunuyor.
Türk burjuvazisi ile Maliki arasındaki sorunlardan bir diğeri de Irak’la ekonomik ilişkilerin detaylarında yatıyor. Türkiye’nin Ortadoğu’yla ticari ilişkileri özellikle 2007’den sonra büyük bir gelişme göstermiştir. Bunun içersinde Irak baskın bir yer tutuyor. Geçtiğimiz yıl, yalnızca on ay içerisinde Irak’a 9 milyar dolara yakın bir ihracat yapılırken (ithalat ise yalnızca 130 milyon dolardı), bunun çok büyük bir bölümü Irak Kürdistanı’yla gerçekleşti. Irak’ın geri kalanında Türk burjuvazisinin beklediği atılımı yapamamasının ardında Maliki’nin engellemelerinin yattığı düşünülüyor. Bir başka deyişle, Türk sermayesi bugün Iraklı Kürtlere teveccüh göstersin ya da göstermesin, şimdilik onlarla çalışmaktan başka çaresi olmadığını düşünüyor.
Yine TC’nin Bağdat’tan uzaklaşarak Erbil’le yakınlaşmasının uluslararası bir boyutu da bulunuyor. Amerikan petrol devi Exxon’un Kürdistan Bölge Yönetimiyle resmen anlaşarak Irak Kürdistanı’nda faaliyet göstermeye girişmesi, artık Irak Kürdistanı’nın resmi olarak yok sayılamayacağı bir noktaya varması anlamına geliyor. Bu gelişme sonrasında dünyanın en büyük petrol tekelleri bölgeye akarken, TC’nin Kürt yönetimine ilişkin görmezden gelme yaklaşımı hem siyasal olarak hem de ekonomik olarak artık sürdürülebilir bir politika olmaktan çıkmıştır.
Irak’ta kargaşa hüküm sürüyor
ABD’nin Irak’ta tam arzu ettiği bir düzeni tesis edemeyip Bağdat üzerinde tek söz sahibi olma konumunu kısa sürede yitirmesi, Bağdat hükümetinin İran’ın açık etkisi altına girmesi, Bağdat ile Erbil arasında çözülmeyen sorunların kangrenleşmesinden ötürü yaşanan ayrışma, Sünni ve Şiiler arasında bitmek bilmeyen mezhep kavgası, Arap halklarının isyanının bölgedeki tüm dengeleri sarsıcı dinamiği, Suriye meselesi ve onun Irak halklarına uzanan boyutları…
Bu kargaşa tablosunun içerisinde Bağdat merkezi hükümetinin, ülkenin yalnızca Kürdistan bölgesinde değil diğer bölgelerinde de duruma hâkim olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun temel siyasi sebeplerinden biri 2010 yılı Mart ayında yapılan seçimlerin sonuçlarıdır. Siyasal ve sınıfsal fay hatlarına değil de etnik ve mezhepsel ayrımlara işaret eden seçim sonuçları nedeniyle aylar süren yoğun pazarlıklar sonrasında kâğıt üzerinde bir hükümet ancak çıkarılabilmiştir. Irak nüfusunun üçte ikisini oluşturan Şiilerin desteklediği partilerin bir ittifakla seçimlerden galip çıkması şaşırtıcı değildi. Ne var ki, Sünni cephenin ve Kürtlerin, Şii ittifakının lideri durumundaki Maliki’nin mutlak iktidarını kabul etmeleri de mümkün değildi. Bu durumda ülke ya etnik ve mezhepsel temelde bölünme ya da bir “ulusal uzlaşma” seçeneğiyle karşı karşıya kaldı. Özellikle ABD’nin baskısıyla, 9 ay süren bir karmaşadan sonra nihayet bir ulusal birlik hükümeti kuruldu. Kurulan bu hükümet, biri hariç, seçimlere katılan ve Mecliste temsil hakkı elde eden tüm partileri içinde barındırıyordu. Bir başka deyişle muhalefette hiçbir parti yoktu, hepsi iktidar ortağı konumundaydı, bakanlıklar çeşitli partiler arasında paylaşılmıştı. Bu durum kısa sürede bambaşka bir sorunu doğurdu: Muhalefet bizzat hükümetin içerisindeydi. Başbakan Maliki de dahil olmak üzere hükümetten ve onun işleyiş biçiminden memnun olan tek bir siyasal eğilim bile yoktu. Çeşitli bakanlıkları ellerinde tutan partiler hem birbirleriyle hem de başbakan Maliki’yle sürekli bir güç savaşı içinde olmaktan geri durmadılar; adeta alınan kararların hayata geçmesini engellemek hükümetin ve hükümet bileşenlerinin asli görevi durumuna dönüşmüştü. Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık el-Haşimi’nin hakkındaki iddialar ve tutuklama kararı nedeniyle önce Kürtlere ve ardından da Türkiye’ye sığınması, hükümeti oluşturan gruplar arasındaki ipleri neredeyse kopartmış durumdadır. Maliki karşıtı muhalefet hem hükümet toplantılarını hem de Meclis toplantılarını boykot etmektedir.
Bu şekilde işlerin yürümeyeceği açıktı ve tüm bunların üzerine Maliki’nin giderek daha fazla gücü kendi elinde toplama girişimleri eklenince, hükümet tamamen işlevsiz kalmaya, mezhepler, etnik gruplar ve bunların temsilcileri arasındaki ihtilaf ve çatışmalar büyümeye başladı. Maliki, bir yandan, iş Kürtlere karşı adım atmaya gelince Iraklılık veya Araplık temelinde bir söylemle Şii ve Sünni Araplarla Türkmenleri arkasında toplamaya çabalıyor, diğer yandan da Sünni liderleri giderek etkisizleştirmeye çalışıyor. Bu nedenle etnik ve mezhepsel gerilimler bazen birbirlerini takip ederek bazen de iç içe geçerek gündemden hiç inmiyor. Kürt ordusunun Bağdat birlikleriyle askeri olarak karşı karşıya gelmesi, Sünnilerin geniş kitle gösterileriyle isyan bayrakları açmaları gibi sertleşen çatışma dinamikleri bu temele dayanıyor.
Irak’ta gerek Şiiler gerekse de Sünniler, Kürdistan’ın bağımsızlığı şöyle dursun, Federe Kürdistan Bölge Yönetimi’nin güç kazanmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kerkük’ün Kürdistan yönetimine geçmemesi, her iki kesimin de ortak hedefi durumunda. Bu noktada Kerkük’teki Türkmenlerin de desteğini alıyorlar. Aralarındaki mezhep çatışması ve ihtilafını aşabildikleri ölçüde Arap milliyetçiliği temelinde Kürtlere karşı ortak davranıyorlar. Maliki’nin Iraklılık ve Arap milliyetçiliği söylemini zaman zaman öne çıkarmasının ardında bu yatıyor. Diğer taraftan Maliki’nin izlediği çizgi nedeniyle Iraklı Kürtler giderek Bağdat’tan uzaklaşıyorlar. Petrol zenginliğinden paylarına düşeni alamamanın ve Kerkük referandumunun sürekli ertelenmesinin yarattığı rahatsızlık, Iraklı Kürtlerin “yeni Irak” içerisinde diğerleriyle eşit bir kurucu olarak varolabilecekleri beklentisinin ortadan kaybolmasına yol açıyor.
Öte yandan geçtiğimiz iki ay boyunca Irak, Sünni kitlelerin isyanı andıran kitlesel gösterileriyle sarsıldı. Musul, Anbar, Bağdat, Diyala, Selahattin ve Kerkük gibi büyük kentlerde onbinlerce Sünni’nin katıldığı ve haftalar boyunca süren gösteriler yer yer çatışmalara sahne olduğu gibi, ölümler ve yaralanmalar da yaşandı. Olayların fitilini, maliye bakanı Rafi İsavi’nin korumalarının terörist oldukları gerekçesiyle gözaltına alınması ve aynı günlerde Musul Cezaevindeki bir Sünni kadının tecavüze uğraması ve Diyala Cezaevinde Sünni bir tutuklunun işkenceyle katledilişi ateşlemiş görünüyor. Sünni gruplar, Haşimi vakasıyla birebir benzeşen bu gelişmeyi Maliki’nin Sünnilere dönük tasfiye hareketi olarak yorumluyorlar. Irak’ın Suriye sınırındaki bölgelerde Sünni silahlı güçler giderek etkin hale geliyorlar ve Maliki bu durumu hem Esad rejimi hem de kendi iktidarı açısından bir tehdit olarak görüyor. Kürtlerle yaşanan gerilim sırasında Arap milliyetçiliği söylemiyle Sünni Arapların desteğini almaya çalışan Maliki’nin bu taktiği en azından şimdilik başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Ayrıca, Irak basınında son dönemdeki Sünni gösterilerin arkasında Türkiye’nin yattığı söyleniyor. TC’nin bu gösterileri güçlendirmeye çalıştığı apaçık bir gerçektir.
Irak’taki hükümet seçimlerin sonucuna dayanmaktadır ve bir başka seçimle durumda bir değişim olabileceği düşünülebilir. Ancak Irak’ın mevcut gerçekleri, kapitalizmin geriliği, savaşın yıkıntıları ve onyıllara dayanan etnik ve mezhepsel ayrımcılık ve buradan türeyen husumet ve önyargılar hesaba katıldığında, bir sonraki seçimlerden de kategorik olarak farklı bir sonuç beklenemeyeceği açıktır. Yalnızca ülke içi dinamikler değil, bu dinamiklere burnunu doğrudan sokan ve kendi çıkarları doğrultusunda çatışmaları körükleyen bölgesel ve küresel güçlerin varlığı da bu kördüğümü güçlendiriyor. Bu durumda, Irak’ı kısa ve orta vadede etnik veya mezhepsel temelde bölünme ya da bir askeri despotun sopası altında tüm etnik ya da mezhepsel siyasal hareketlerin bastırılması ikilemi bekliyor.
Irak petrolleri
Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Enerji Ajansı’nın hazırladığı kapsamlı bir raporda önümüzdeki dönemde en büyük petrol üreticilerinin hemen hepsinde üretim artışının önce duracağı ardından da üretimin gerileyeceği belirtiliyor. Üretim artışı esas olarak ABD, Kanada, Brezilya ve Irak için öngörülüyor. Ajans, 2020 yılında dünya çapında ortaya çıkacak petrol açığını ancak Irak’ın kaynaklarının kapatabileceğini ve bu bağlamda da Irak’ın “dünya ekonomisinin kilit ülkesi” durumuna geleceğini belirtiyor.
Irak, petrol rezervleri bakımından 145 milyar varille dünyada üçüncü sırada yer alıyor, hatta kimi uzmanlar bu rakamın aslında 200 ilâ 300 milyar varil olabileceğini söylüyorlar. Ama bu potansiyele rağmen günlük petrol üretimi bakımından dünyada 13. sırada yer alıyor. Sahip olduğu potansiyelle üretim miktarı arasındaki bu ciddi farklılığın temelinde Irak’ın yaklaşık otuz yıldır savaş bataklığından çıkamıyor oluşu yatmaktadır. Savaşın yarattığı etkiler giderilir, istikrar sağlanır ve gerekli yatırımlar yapılırsa, günlük petrol üretimi 2 ilâ 3 milyon varil arasında değişen Irak’ın, 10 yıl içerisinde günde 6 milyon varil, 2030 yılındaysa 8 milyon varillik bir üretim yapabileceği söyleniyor. Bu varsayımlarla yapılan hesaplamalar, dünya petrol talebindeki artışın yarıya yakınını Irak’ın karşılayacağı yönünde.
Bu devasa potansiyel, dünyanın tüm petrol devlerini bölgeye çekiyor. Emperyalist güçler Irak petrollerinin ve doğalgazının paylaşımı ve üretimi hususunda olduğu gibi, bu kaynakların Avrupa’ya, ABD’ye ve Çin’e nasıl ve hangi hatlardan taşınacağı konusunda da kıyasıya bir rekabet ve anlaşmazlık içerisindeler.
Bağdat’la Erbil arasındaki petrol sorunu
Ama yalnızca büyük emperyalist güçler değil, Iraklı yerel güçler de birbirleriyle ciddi bir petrol kavgasına tutuşmuş durumdalar. Merkezi Bağdat hükümeti, Kürtlerin güç kazanmaması için yıllardır gündemde olan petrol yasasını netleştirip çıkarmakta ayak sürüdüğü gibi, Kerkük referandumunu da sürekli olarak erteliyor. Kürtler Irak’ın petrol gelirlerinin yüzde 17’sinin anayasa gereği Kürt yönetimine aktarılması gerektiğini ama Bağdat hükümetinin ödemeleri ya yapmadığını ya da sürekli olarak aksattığını söylüyorlar.
Irak’ın kanıtlanmış 143 milyar varillik petrol rezervlerinin 45 milyar varillik kısmı Kürdistan bölgesinde bulunuyor. Ayrıca Kürdistan bölgesinde 3,5 trilyon metreküp doğalgaz mevcut ki, bu da Irak rezervlerinin yarısı anlamına geliyor. Kürt petrollerinin ihracında izlenmesi kararlaştırılan yöntem şöyle: Kürt petrolleri Bağdat yönetimindeki Kerkük-Ceyhan boru hattına pompalanıyor. Bu petrollerin pazarlama ve satışını doğrudan Irak milli petrol şirketi SOMO yapıyor, elde edilen gelir Bağdat hükümetine aktarılıyor, hükümet de petrol ihracatından elde edilen gelirin belli bir kısmını (anlaşmazlık noktalarından biri de bu oran) Kürt yönetimine ödüyor ve o da bölgede üretim yapan şirketlere ödemede bulunuyor.
Ne var ki, merkezi hükümet geçtiğimiz yıl Kürdistan bölgesinde faaliyet gösteren şirketlere taahhüt ettiği ödemeleri yerine getirmediği ve getirmeyeceğini açıkladığı gibi, bölge için ayırdığı yatırım bütçesini de bir hayli kıstı. Sonuç, merkezi hükümet yönetimindeki Kerkük-Ceyhan boru hattından yapılan petrol ihracatının günde 4 bin varile düşerek neredeyse durma noktasına gelmesi oldu. Oysaki Eylül ayında Bağdat ile Erbil arasında varılan anlaşmayla bu miktarın günde 250 bin varil olması kararlaştırılmıştı.
Buna karşı Kürt yönetimi de Bağdat’tan bağımsız olarak petrol şirketleriyle anlaşmalar imzalamaya başladı ve bu anlaşmalar Bağdat ile Erbil’i askeri bir çatışmanın eşiğine kadar getiren bir gerilime zemin hazırladı. Kürt yönetimi bu tarz anlaşmalar yapmanın Irak Anayasasına uygun olduğunu savunurken, Bağdat hükümeti bunu reddediyor.
Kürt petrollerinin kalitesinin yüksek oluşu, bölgede Irak’ın diğer bölgelerine göre daha istikrarlı bir ortamın bulunması ve işçi ücretlerinin düşüklüğü gibi nedenlerle, dev petrol şirketleri, Kürdistan bölgesinde yatırım ve üretim yapmayı tercih ediyorlar. Ama son dönemde petrol devlerinin Kürt bölgesine yatırım yapmayı tercih etmelerinin en temel nedeni, varil başına yapılan ödemenin çok daha yüksek olması. Bağdat hükümeti Basra bölgesindeki petrol için üreticilere varil başına 1,5-2 dolar arasında bir ödeme yaparken, Kürt yönetiminin 20-30 dolar arasında bir pay önerdiği söyleniyor.
Bu iştah kabartan kâr payları, hemen tüm ülkelerin petrol şirketlerinin Kürdistan’a üşüşmesine yol açıyor. Özellikle geçtiğimiz yılın yaz ayları bu açıdan tam bir kampanya şeklinde geçti. Bu kampanyanın startını Amerikan petrol devi ve dünyanın en büyük şirketi olan Exxon vermiş oldu. Exxon’un Irak’ın güneyindeki petrol sahalarından çekilerek faaliyetlerini Kürt bölgesinde yoğunlaştıracağını resmi olarak açıklamasının ardından furya başladı.
Bugün Irak Kürdistanı’nda 20’den fazla ülkeden 40 kadar şirket petrol ve doğalgaz yatırımı yapmış durumda. Kuşku yok ki bunların başında ABD, Fransa ve Rusya geliyor. Amerikan Exxon ve Chevron, Fransız Total ve Rus Gazprom bölgedeki en büyük petrol tekelleri. Yani şimdilik dünyanın en büyük 10 petrol tekelinden 4’ü Kürdistan’da faaliyet yürütüyor. İngiliz petrol devi BP de son haftalarda Bağdat hükümeti ile görüşmelere başlamış durumda. Onu bir diğer Rus devi olan Lukoil takip ediyor. Çin de devrede.
Türk sermayesi de son dönemde hem devlet şirketleri olarak hem de özel sermaye olarak petrol üretimi alanına el atmış gözüküyor. Devlete ait TPAO Basra bölgesinde üretim yapıyor idiyken (son süreçte TPAO’nun sözleşmesi Maliki tarafından iptal edildi), Çukurova Holding bünyesindeki Genel Enerji de Irak Kürdistanı’ndaki 6 sahada petrol üretimi yapıyor. Genel Enerji, çıkardığı petrolü Kerkük-Ceyhan boru hattına bağlayacak yeni bir boru hattının inşasına girişmiş durumda. Bu boru hattıyla başlangıçta günlük 400 bin varillik bir transfer mümkün gözüküyor. Sözkonusu yeni boru hattı tümüyle Kürdistan topraklarında ve Bağdat hükümetinin kontrolü dışında olacak. Ayrıca 2012 Mayısında TC, Kürt yönetimiyle kapsamlı bir enerji çerçeve anlaşması imzalamış, Kürt yönetiminden doğrudan ham petrol ve doğalgaz alınması ve bu çerçevede üretimden boru hatlarına, satıştan elektrik üretimine kadar birçok noktada işbirliği yapılması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan BOTAŞ aracılığıyla Irak Kürdistanı’nda yeni bir boru hattı inşası konusundaki anlaşma, Maliki’yle aranın daha da gerilmesine yol açmış gözüküyor. O kadar ki, ABD Dışişleri sözcüsü, TC’yi Bağdat’ın onayı olmadan Erbil’le petrol anlaşması yapmaması ve bu hususta tansiyonu yükseltmemesi doğrultusunda uyardı. Tam da Amerikan petrol devleri Exxon ve Chevron bölgede aynı doğrultuda adımlar atarken ABD’nin Türkiye’yi uyarması, bunun ciddi bir sonucu olmayacak ve Maliki’yi yatıştırmaya dönük bir geçiştirme manevrası olduğunu ortaya koyuyor.
Maliki, Kürt yönetimi ile anlaşma imzalayan petrol şirketlerinin ülkenin diğer bölgelerindeki faaliyetlerine izin vermeyeceği tehdidiyle bu büyük petrol tekellerini geri adım atmaya zorluyor, ancak şu ana kadar başarılı olabilmiş değil. Olacak gibi de gözükmüyor.
Ocak ayında Kürt yönetimi, Türkiye üzerinden kara yoluyla petrol ihracatına başladı. Tankerler aracılığıyla günde 30 bin varil petrol Ceyhan’a taşınıyor. Bağdat’tan bütünüyle bağımsız olarak gerçekleşen bu ihracat, miktar açısından olmasa bile Irak Kürdistanı’nın kendi adına ilk ihracatı olması bakımından sembolik bir önem taşıyor.
Irak bölünecek mi?
Emperyalistlerin, en başta da ABD’nin Irak’ın bölünmesini istediği yönünde yaygın bir kanı mevcut. ABD emperyalizminin genel olarak Ortadoğu’daki sınırları değiştirmek istediği çok açık. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşıyla sınırlarını çizdikleri ve petrol akışını sağladıkları sürece destekledikleri otoriter rejimlerin artık yolun sonuna geldiğinin, bu statükonun daha fazla devam edemeyeceğinin onlar da farkındalar. Bölgede sürekli bir istikrarsızlık kaynağı olan etnik ve mezhepsel sorunlar bugün belli ki emperyalistlerin de ayağına dolaşmaktadır. Ne var ki, yıllar boyunca bölge üzerinde oynadıkları emperyalist oyunlarla etnik ve mezhepsel sorunların kangrenleşmesinin de, Kürt ve Filistin ulusal sorunlarının demokratik ve barışçıl bir çözüme kavuşmamasının da temel sorumluları, büyüğüyle küçüğüyle, küreseliyle bölgeseliyle emperyalist güçlerdir.
Irak sözkonusu olduğunda, ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin şimdilik Irak’ın bölünmesinden yana oldukları söylenemez. Ama yalnızca şimdilik. Çünkü Batılı büyük emperyalist güçler, Irak’ın mevcut konjönktürde bölünmesinin İran’ı güçlendireceğini, Irak’taki Şii bölgesinin İran’ın en azından uzantısı durumuna geleceğini biliyorlar. Irak’ın güneyindeki Basra bölgesi dünyanın en zengin petrol bölgelerinden biri ve burada Şiiler hâkim durumda. Dolayısıyla Batılı emperyalist güçler, İran’da kendileriyle işbirliği yapacak bir rejim ortaya çıkıncaya kadar, Irak’ın bölünmesini istemeyeceklerdir. Bunu son dönemdeki tüm gelişmelerde görmek mümkündür. İngiltere, British Petrol’ün (BP) Irak’taki faaliyetlerini Bağdat hükümeti üzerinden yürütmek noktasında hassas bir çizgi izliyor. ABD ise tüm icraatına rağmen Maliki’yi henüz gözden çıkarmış değil, onu bir yandan Kürtlere destek vererek ehlileştirmeye çalışırken, diğer yandan da Maliki aracılığıyla Ortadoğu’daki Şii cepheyi çatlatmanın hesaplarını yapıyor. Erbil ile Bağdat arasındaki gerilimi, tavşana kaç tazıya tut diyerek istediği oranda arttırarak kendi çıkarlarına yontmaya çalışıyor. Bu arada TC’ye de Maliki’yi devre dışı bırakmayan bir yaklaşım sergilemesini “tavsiye ediyor”.
TC ve Irak Kürdistanı arasında yakınlaşma
Türk egemenlerin Irak’ın bütünlüğü hakkındaki geleneksel yaklaşımlarının değişmediğini biliyoruz. Bağımsız bir Kürdistan, hele de TC’nin tümüyle denetimi dışındaysa, Türkiyeli egemenlerin korkulu rüyasıdır. Diğer taraftan TC, petrol ve doğalgaz konusunda Rusya ve İran’a bağımlılığını azaltmak için enerji kaynaklarını çeşitlendirip arttırmak ve bunun için de yanı başındaki Kürt yönetimiyle ilişkileri geliştirmek istiyor. Irak Kürdistanı’yla iktisadi alanda giderek artan ilişkilerin, Kürt yönetiminin siyasal güç ve itibarını arttırması ve bağımsızlık eğilimini güçlendirmesi ise TC’nin ikilemini oluşturuyor. Türk burjuvazisi bir yandan büyük bir iştahla dış pazarlara saldırırken yanı başında bulduğu bu cennet yatırım alanının keyfini sürüyor, bir yandan da genlerine işlemiş geleneksel korkuları nedeniyle uykuları kaçıyor.
Bugün Irak Kürdistanı ile TC arasında artan iktisadi ilişkilerden her iki taraf da memnun gözüküyor ve bunun iktisadi bir ilişki olduğunu vurguluyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, Time dergisiyle yaptığı röportajda şunları söylüyor: “Türkiye’nin sahip olmadığı bir şeye ihtiyacı var, biz de sahip olmadığımız bazı şeylere ihtiyaç duyuyoruz. İki taraf arasındaki uygun anlaşma buradan kaynaklanıyor. Bunun siyasi bir yönü yok. Ekonomik bir konu. … Herkes, Türk politikasının ne olduğunu biliyor ve anlıyor. Türk politikası herhangi bir Kürt bağımsızlığına karşıdır. Bu, açıktır... Türkiye’nin her zaman, askeri olarak bizi engelleyecek gücü vardır. … Evet, [bağımsız Kürdistan için] gayet iyi bir fırsata sahip olduğumuz kanısındayım. Ama birçok zorluğumuz da var. Bir bağımsız Kürdistan için, en başta, çevremizdekilerden en az bir ülkeyi buna ikna etmeliyiz. Onları ikna etmeden bunu yapamayız. Denize çıkışı olmayan bir ülke olarak, bir ortağımız olmalı. Bölgesel güç olan bir ortağımız buna ikna olmalı ve uluslararası düzeyde, bir büyük güç de bunu desteklemeli. Tam şu sırada istediğimiz, Irak içinde ekonomik bağımsızlığa sahip olmak...” (akt.Cengiz Çandar, Radikal, 25/12/2012)
Barzani’nin açıkça Türkiye ve ABD’ye yaptığı referans dikkate alınırsa, denetim altına alınmış, iktisadi bağlarla Türkiye’ye bağlanmış, siyasal olarak ehlileştirilip müttefik haline getirilmiş bir Kürt devleti olasılığı Türkiye burjuvazisi açısından giderek kabul edilebilir bir seçenek haline gelebilir. TC ideologlarının, böylesi bir yönetimin, Türkiye’deki Kürt sorununun kabul edilebilir sınırlara çekilmesi açısından da olumlu bir rol oynayabileceği, Barzani ve Talabani önderlikleri aracılığıyla PKK’nin de etkisinin sınırlandırılabileceği hesabını yaptıklarını biliyoruz. Bağımsız Kürt devleti seçeneğinin o kadar korkulacak bir durum olmadığını vurgulayan burjuva ideologların içini rahatlatan faktörlerden biri, Bağdat’tan kopması durumunda Kürt yönetiminin Türkiye’ye muhtaç hale gelmekten kaçınamayacak oluşudur. Bu hem Irak Kürtleriyle Türkiye Kürtleri arasındaki sağlam bağlardan dolayı, hem de petrol ihracı açısından Irak Kürdistanı’nın halihazırda yalnızca Türkiye üzerinden bir rotaya sahip olması nedeniyle böyledir.
Irak-Suriye-Kürtler ve İran
Her ne kadar son dönemde Ortadoğu denildiğinde akla Suriye gelse de, Irak küçük bir Ortadoğu modeli olarak kalmaya devam ediyor. Bu ülkedeki sorunları, Ortadoğu’nun genelindeki gelişmelerden kopuk olarak anlamak mümkün olmadığı gibi tersi de doğru. Bugün Irak, Suriye, İran, Kürt ve Filistin sorunlarının birbirlerine kopmazcasına bağlı olduğu bir durumla karşı karşıyayız.
Irak’ta Maliki hükümetinin son dönemde hem Kürtlerle hem de Sünnilerle giderek gerginleşen ilişkilerinin ciddi bir boyutunu Suriye’ye İran’ın ve dolayısıyla Maliki’nin verdiği destek oluşturuyor. Sünniler Suriye’deki muhalefetin asli unsuru durumundayken, Irak Kürtleri yine Suriye’de önemli kazanımlar elde eden Suriye Kürtlerini destekliyorlar. Maliki, İran’ın da yönlendirmesiyle, bu iki grubun da üzerine giderek, Suriye’deki muhalefete desteklerini kesmelerini sağlamaya çalışıyor.
Suriye’deki durumun netleşmesi, Irak Kürdistanı açısından da önemli bir hareket noktası olacaktır. Burada Esad rejiminin düşmesi ve Suriyeli Kürtlerin haklarına kavuşmaları, Irak Kürdistanı’nın önüne bağımsızlık seçeneğini çok daha güçlü ve gerçekçi olarak koyabilecektir.
Tam da bu noktada hatırlatalım ki, son dönemde Iraklı Kürtlerle yakınlaşan AKP hükümeti, Suriye Kürtleri sözkonusu olduğunda Irak’taki gibi bir duruma (bölgesel Kürt yönetimi, özerklik vs.) asla izin vermeyeceklerini, böyle bir girişimi askeri olarak ezeceklerini açık açık Erdoğan’ın ağzından dillendirmiş durumda. Bunlar kof böbürlenme ve mahalle kabadayılığıdır, ama yine de TC’nin Irak Kürdistanı’yla kurduğu ilişkilerin yanı sıra bizzat Türkiye’deki Kürt sorununda son dönem yaşanan “müzakere sürecinin” de ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermesi açısından bir anlam taşımaktadır.
Asla akıldan çıkarmamız gereken bir husus var. Dünya kapitalist sistemi derin bir tarihsel kriz içerisinde debelenir ve emperyalist rekabet ve savaş giderek harlanırken, bugün mevcut siyasal ittifakların ve iktisadi işbirliklerinin hiçbirinin kesin kalıcılığından ya da geri dönülemezliğinden bahsetmek mümkün değildir. Kapitalistler arasındaki ilişkileri ilkeler ve doğrular değil, çatışan ve sürekli bir değişim halindeki çıkar kavgaları belirlemektedir. Bu noktada insan aklının gereği gibi görülebilecek birçok hususun kapitalistlerce çok rahatlıkla bir körleşme konusu olabileceği ve burjuvazinin insanlığı ve toplumları en akıldışı felâketlere rahatlıkla sürükleyebileceği asla unutulmamalı. Bunun örnekleri için çok gerilere gitmeye gerek yok. Daha düne kadar kardeş dediği Esad’ı bugün katil diye topa tutan ya da daha birkaç yıl öncesine kadar ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptıkları Maliki hükümetiyle bugün kanlı bıçaklı hale gelen Türk burjuvazisinin tutumunu hatırlamak yeterlidir. Türk burjuvazisinin, eğer işler planladığı gibi gitmezse, Irak Kürdistanı’na karşı çok daha gaddarca davranacağını yakın dönemden biliyoruz.
link: Oktay Baran, Irak, Petrol ve Kürt Sorunu, Mart 2013, https://marksist.net/node/3215
Sendikalar ve Yetki Krizi
Halkların Demokratik Kongresi Genel Meclisi Sonuç Bildirgesi