12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ürünü olan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu adı altında birleştirildi. 7 Kasım 2012’de yürürlüğe giren yeni kanun, AKP hükümetinin patron örgütleri ile aylarca sürdürdüğü görüşme ve tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. Sendikaların kritik talepleri tamamen göz ardı edilirken patron örgütlerinin tüm itirazları dikkatle dinlendi, bu doğrultuda gerekli düzenlemeler yapıldı. Patronların tüm talepleri kanunda kendine yer buldu. Bu nedenle kanundaki düzenlemeler işçilerin sendikal haklarını geliştirmekten, örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmaktan oldukça uzaktır.
Esasında, 12 Eylül’ün temel bir ürünü olan ve 30 yıl yürürlükte kalan 2821 ve 2822 sayılı kanunların değiştirilmesi talebi uzun zamandır sendikaların ve işçi örgütlerinin gündemindeydi. Ancak AKP hükümeti, kanun değişikliğini gündemine aldığında, işçi sınıfının ve sendikaların basıncını üzerinde hissetmemiştir. Bu nedenle, 12 Eylül’ün işçi düşmanı ruhu yeni kanunda da korunmuştur. Yeni kanunda da sözde anayasal bir hak olan sendikal örgütlenme hakkı türlü yollarla zorlaştırılıyor, neredeyse fiilen engelleniyor. İşyeri ve işkolu barajları ortadan kaldırılmıyor. Bazı işkolları birleştirilirken, işçilere işkollarına bağlı kalmaksızın diledikleri sendikada örgütlenme hakları tanınmıyor. İşçilerin sendikaya üye oldukları için işten atılmaları yine engellenmiyor. Sendikalaştıkları için işçilerini işten atan patronlar için caydırıcı cezalar getirilmiyor.
Yeni kanun eskisinden farklı olarak işkollarında hangi sendikaların yetkili olduğunu belirlemek için işçi ve sendikalı işçi sayılarında artık Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerini değil SGK verilerini esas alacak. Her 6 ayda bir hangi işkolunda ne kadar işçi çalıştığı ve bunların ne kadarının sendikalı olduğu açıklanacak, sendikaların yetki durumu buna göre yeniden belirlenecek. İşkolu barajı, Temmuz 2016’ya kadar %1, 2018 sonuna kadar %2 ve 2018’den sonra %3 olacak. (Ekonomik ve Sosyal Konsey üyesi bir işçi sendikaları konfederasyonuna bağlı olmayan bağımsız sendikalar kademeli baraj uygulamasından yararlanamıyor. %1 barajını geçtiği halde %3 barajını geçemeyen bağımsız sendikalar yetkisiz sayılıyor.) Bu rakamlar, her ne kadar eski kanundaki %10’luk barajla kıyaslandığında düşükmüş gibi görünse de aslında bu da bir aldatmacadır. Çünkü bazı işkolları birleştirilmiş ve o işkollarındaki işçi sayısı birden bire neredeyse iki katına yükselmiştir. Üstelik eskiden esas alınan Bakanlık kayıtlarındaki işçi sayısı SGK’da kayıtlı gerçek işçi sayısından oldukça düşüktür. Bu değişimle işçi sayısı 5 milyon 434 binden 10 milyon 884 bine yükselmiştir. Sendikalı işçi sayısı da rakamsal olarak 3 milyon 205 binden 1 milyona düşmüştür.
Yeni düzenlemeye göre 1 Ocakta, 2009 yılından bu yana ilk kez yeni istatistikler açıklandı. 7 sendika, ilk kademe olan %1 barajını aşamayarak bulunduğu sektörde TİS yapma yetkisini kaybetti. Baraj yükseldikçe ve işçi sayısı arttıkça daha pek çok sendika yetkisini kaybetmekle yüz yüze kalacak. DİSK Araştırma Dairesi’nin (DİSK-AR) yayınladığı bir rapora göre mevcut durum devam ederse 2018’den sonra 6 işkolunda işçiler, toplu iş sözleşmesi hakkını kullanarak çalışabilmek için üye olabilecekleri yetkili bir sendika bulamayacaklar. Pek çok işkolunda da işçiler tek bir sendika seçeneği ile karşı karşıya olacaklar. Toplamda sadece 22 sendika, bulunduğu işkolunda yetki alabilecek. Kayıtlı işçilerin %46’sı çalıştıkları işkollarında yetkili bir sendika bulamayacak ve toplu iş sözleşmesi ile çalışamayacak.
AKP ve temsilcisi olduğu patronlar sınıfı, elbette sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı değil, kuvvetlendirerek işçilerin karşısına dikmeyi tercih ediyor. Çıkarları gereği işçileri her türlü yöntemle bölmek, dağınık ve böylelikle kolay kontrol edilebilir şekilde tutmak istiyorlar. Bu nedenle göz boyamak için düşürdüklerini ileri sürdükleri barajları, örneğin birleştirdikleri işkollarında fiilen arttırmış oldular. Meselâ yetkisini kaybeden sendikalardan Deri-İş, 2018 yılında yeniden yetki almak istiyorsa o zamana kadar şimdiki üye sayısının 16 katına çıkmak zorunda.
Yetki krizi sendikal hareketin krizidir
Sendikaların içinde bulunduğu bu vahim durumun nedeni tek başına AKP’nin saldırıları değildir. Sendikaların fazlasıyla kan kaybettiği uzun yıllardır ortadaydı. AKP, 2009 yılından bu yana, yetki sorununu sendikaları tehdit etmek için kullanıyordu. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası kabul edilinceye kadar aradan geçen zamanda Torba Yasa, SSGSS, İş Güvenliği ve Sağlığı Yasaları da tek tek Meclisten geçti. Yetki barajlarının açıklanması tehdidi altındaki sendikalardan bu sorunları aşmak üzere işçileri harekete geçiren anlamlı bir mücadele gelmedi. Saldırının büyüklüğüne uygun bir eylemlilik sürecine girilmedi. İşçi sınıfını dolaysız bir biçimde ilgilendiren bir konuda, kitle eylemlerine dayanarak süreci belirleme çabası gösterilmedi. Şimdi Ulusal İstihdam Stratejisi, kıdem tazminatının fona devri ve taşeronluk sisteminin yeniden düzenlenmesi konuları gündeme getiriliyor. Sendikalar yine sessiz. Hükümetin karşısında anlamlı bir mücadele yürütmeyen, işçileri bu uğurda örgütlemeyen, sendikaları birer mücadele örgütü olmaktan çıkarıp işlevsizleştiren sendikal bürokrasi, bu durumun sorumluluğunu AKP’ye yıkarak kendi suçunu gizleyemez.
Sendikaların ve konfederasyonların üst yönetimlerinde yer alan ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına tamamen yabancılaşmış bürokratlar, patronlar sınıfının işçi sınıfı içindeki ajanları işlevini görüyorlar. Yerleştikleri sendika makamlarında, parlak bir ikbal karşılığında işçileri patronlar karşısında savunmasız bırakıyorlar. Burjuvazinin işçi sınıfının haklarına dönük saldırılarını püskürtmek için harekete geçmek yerine öfkeli işçileri oyalayan, demoralize eden, mücadeleden uzaklaştıran bir rol oynuyorlar. Kapitalistler, işçilerin mücadelesinin önünü kesmek istediklerinde sendika bürokrasisini harekete geçiriyorlar. İşçi sınıfının anlamlı eylem dalgaları sendika bürokrasisinin duvarına çarparak kırılıyor, zayıflıyor. Son yıllarda gerçekleşen tüm işçi eylemlerinde, grevlerde, direnişlerde sendika bürokrasisi bir paratoner gibi patronları işçilerin öfkesinden korumaktadır. Zonguldak madencilerinin ve Tekel işçilerinin mücadelesinin pörsütülmesi, kırılması, tatmin edici bir biçimde ilerleyip sonuçlanmaması hep sendika bürokratlarının eliyle mümkün olabilmiştir.
Bu ihanete karşı koyabilmek için, çalışma barışını bozmamak adına patronlarla kol kola giren ve işçi sınıfına güven vermekten son derece uzak olan sarı sendikacılık anlayışı, sendikalardan defedilmek ve militan sınıf sendikacılığı anlayışı hâkim kılınmak zorundadır. Sendikalara düşen görev, yetki krizini ve sendikal hareketin krizini aşmak için militan sınıf sendikacılığı geleneğini var etmek üzere harekete geçmektir. Sendikalar öncü, militan işçileri bir tehlike olarak görmekten vazgeçmeli, kapılarını sınıf devrimcilerine açmalıdırlar. Tabandaki işçileri sınıf çıkarları temelinde sistematik bir biçimde eğitmeli, mücadeleyi yasaların sınırlandırdığı çerçevenin dışına taşırmalıdırlar. İşçi kitlelerinin kendilerine ve sınıf kardeşlerine güvenlerini arttıracak şekilde eylemlere girişmelidirler. Hükümetin sendikal barajları ve diğer yasal engelleri kaldırmasını sağlamanın, patronların işçilerin sendikalaşmasına darbe vurmasının önüne geçmenin yolu topyekûn örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçmektedir.
link: Ezgi Şanlı, Sendikalar ve Yetki Krizi, Mart 2013, https://marksist.net/node/3214
Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları Üzerine
Irak, Petrol ve Kürt Sorunu