Haziran seçimlerinden bu yana yaşanan gelişmeler, seçim öncesinde Marksist Tutum’un yapmış olduğu tespitlere uygun biçimde, Türkiye’nin yeni bir siyasi dönemece girdiğini gösteriyor (bkz. Utku Kızılok, Seçime Doğru: İç ve Dış Siyasetin Eğilimleri). Çeşitli iç ve dış dinamiklerle belirlenen bu dönemeç, daha önce de vurguladığımız gibi işçi sınıfı açısından yeni ve zorlu bir mücadele döneminin açılması anlamına gelmektedir. Bu mücadele döneminin ana başlıklarını Kürt sorunu, yeni anayasa, Ortadoğu bağlamında emperyalist savaş sürecinin geldiği yeni aşamada Türk burjuvazisinin izlemekte olduğu emperyal politikalar ve sermayenin işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına dönük devreye sokmaya hazırlandığı yeni saldırılar oluşturmaktadır.
Son haftaların gelişmelerinin de bir kez daha açıkça gösterdiği gibi, Kürt sorunu tüm bu sorunlar kümesi içinde özel bir ağırlık ve yakıcılık arz etmektedir. Bu bakımdan son haftaların gelişmelerini değerlendirmenin özel bir önem taşıdığı açıktır. Zeytinburnu örneğinde bir kez daha yaşanan faşist kudurganlık nöbetleri toplumun tehlikeli biçimde bir uçurumun kenarında dolaştırıldığını göstermektedir. Dünya ölçeğinde genel bir emperyalist savaş konjonktüründe olduğumuz da düşünüldüğünde, tarihsel deneyimlerin kanlı derslerini asla akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Her ne kadar geniş halk yığınlarında derinlere yerleşmiş köklü bir nefret olduğu söylenemezse de, uzun yıllardır hoyratça zerk edilmiş ırkçı-şoven zehrin, faşist kışkırtmalara elverişli bir zemin yaratmadığını düşünmek saflık olur. Tarihsel deneyimle sabit olduğu üzere, işçi sınıfının çok büyük oranda örgütsüz, sosyalist hareketin de zayıf olduğu şartlarda bu durum ne yazık ki doğaldır. Hesapları ve siyasi manevraları ne yönde olursa olsun, egemenlerin şovenizm silahını asla tümüyle ellerinden bırakmayacakları, bunu her daim bir koz olarak kullanabilecekleri unutulmamalıdır.
Bu hatırlatmalar eşliğinde son dönemin gelişmelerine baktığımızda ön planda üç gelişmeyi ayırt etmek mümkündür. Birincisi merkezinde Kürt hareketinin bulunduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçimlerde elde ettiği başarıdır. İkincisi Demokratik Toplum Kongresi’nin Demokratik Özerklik ilanı ve üçüncüsü Demokratik Özerkliğin ilan edildiği gün aşağı yukarı aynı saatlerde gerçekleşen ve 13 asker ile 2 gerillanın ölümüyle sonuçlanan Silvan çatışmasıdır.
Ancak ön plandaki bu gelişmelerin yanı sıra, medyanın uyguladığı karartma nedeniyle pek bilinmeyen en az iki önemli olgu daha var. Birincisi, Kürt illerinde yaklaşık dört ay öncesinden itibaren başlayan ve geniş ölçüde yaygınlaştırılan askeri operasyonlar ve bu operasyonlarda sayısı 50’ye yakın gerillanın öldürülmesi; ikincisi ise 16 Temmuzdan bu yana kesintisiz biçimde İran’ın Kandil’i hedef alan kapsamlı bir askeri saldırı düzenliyor oluşu.
Bu tabloya sadece kaba bir bakış bile Türk ve İran egemenlerinin Kürt hareketini köşeye sıkıştırmaya dönük yeni bir hamleye giriştiklerini göstermeye yetmektedir. Hele hele İran’ın yürüttüğü askeri harekâta Türkiye’nin gizli olarak katıldığına ve saldırının PJAK’ı aşarak PKK’yi de kapsayacak bir perspektifle yürütülmekte olduğuna ilişkin gittikçe artan verilere bakıldığında bu sonuç daha belirgin bir hal almaktadır.
Ama belki de bu sonucu tüm bu olgu ve gelişmelerden daha önemli ölçüde belirleyen bir başka sürece dikkat çekmek gerekiyor. O da, son birkaç ayda Türkiye ve ABD’nin Suriye’ye dönük emperyalist siyaset konusunda aralarındaki anlaşmazlıkları aşma yoluna girmeleri, birbirlerine açıkça yakınlaşmalarıdır. ABD ile yakınlaşmış bir Türkiye’nin Kürt hareketine saldırma konusunda elinin daha serbest hale geleceği açıktır. Normal şartlarda İran’ın Irak’ın sınırlarını ihlal ederek bir askeri operasyona girişmesinin ABD tarafından sessizlikle geçiştirilmesi düşünülemez. Ancak bu durumda ABD’nin yaptığı tam da budur.
Öte yandan Irak merkezi devleti ve bölgesel Kürt yönetimi de, dostlar alışverişte görsün tarzı düşük tonlu mesajlar vermekle yetinmişlerdir. Bu da manidardır ve doğrusu söz konusu operasyonun geniş bir mutabakatla yürütüldüğünü düşündürmektedir.
Burada sorulması gereken temel soru hiç kuşkusuz Kürt hareketine yönelik böyle bir genel saldırı hamlesini neyin güdülediğidir. Bu sorunun özet yanıtı, son dönemde çeşitli iç ve dış etmenler neticesinde Kürt hareketinin elinin çok daha güçlü hale gelmesidir. Yeni bir anayasanın gündemde olduğu bugünlerde Kürt hareketinin masaya yüksek bir moral ve istimle, eli güçlenmiş olarak girmesi istenmemekte, onun beklenti ve talepleri düşürülmeye çalışılmaktadır. İşin özü bizce budur.
En az taviz ve boyun eğdirme stratejisi
Düzen cephesi çoktandır Kürt sorununun eskisi gibi kaba inkâr, imha ve asimilasyon politikaları ile bertaraf edilemeyeceğini ve Kürt silahlı hareketinin de askeri yöntemlerle bitirilemeyeceğini görmüş durumdadır. Son yıllarda ordu bile bunu defalarca itiraf etmiştir. Dolayısıyla inkâr, imha ve asimilasyon temelli politikanın iflas ettiği artık tescillenmiştir. Bu noktaya gelindiği andan itibaren düzen cephesi, öldürücü yavaşlıkta ve isteksizce de olsa, genel olarak yeni bir stratejiye geçiş yapmıştır. Bu yeni strateji rejimin genel yapısında mümkün olduğunca az değişiklik yaparak ve dolayısıyla mümkün olan en az düzeyde hak ve tavizler vererek Kürt hareketinin silahlı mücadeleden vazgeçmesini sağlama stratejisidir.
Egemen sınıf içinde bazı ayrılıklar olmakla birlikte sorunu en genel biçimiyle böyle formüle etmek mümkündür. Bazısı için bu sadece bazı bireysel-kültürel haklar vermekle sınırlıdır (örneğin Genelkurmay). Bazısı içinse anadilde eğitim, özerklik ve Öcalan’ın durumunun ev hapsine çevrilmesi gibi maddeleri içeren bir pakettir. Bu farklılık yelpazesi genel olarak geniş olmadığı halde, bu düzeydeki farklar bile egemen sınıf içinde ciddi kavgalara sebep olmaktadır.
İşin bir diğer boyutu ise Kürt hareketini silahlı mücadeleden vazgeçirme noktasındaki yaklaşım farklılıklarıdır. Egemen sınıfın çoğunluğu eski baskı politikalarını gevşetip, Kürt halkına birtakım haklar vererek onun gönlünün kazanılabileceğini ve böylelikle PKK’den önemli ölçüde koparılabileceğini düşünmektedir. Bu yapılabildiği ölçüde geride kalan silahlı unsurların beklentilerini düşürüp ikna etmenin o kadar zor olmayacağını hesap etmektedir söz konusu kesimler. Esasen AKP’nin uzunca zamandır ikili bir biçimde izlediği çizginin bu olduğu söylenebilir. Bu noktada din faktörüne özellikle güvenen AKP ve onunla ittifak halindeki çeşitli dinsel çevreler, güreşe yeni dalan taze pehlivan misali çok hevesli hamleler yapmıştır, ama sonunda son seçimlerin de gösterdiği gibi boyunun ölçüsünü almıştır.
Sonuç olarak, Kürt sorununda son yıllarda yaşanan gelişmeler asıl olarak bu “mümkün olan en azı vererek çözüm” stratejisinin gelgitleri, zikzakları ve oynaklıkları ekseninde cereyan etmektedir diyebiliriz. Tabii burada iç ve dış birçok faktör rol oynadığı gibi, birçok da belirsizlik bulunmaktadır. Sürecin gidişatı da bu çeşitli faktörlerin ve belirsizliklerin sürekli olarak değişen kombinasyonuyla şekillenmektedir.
Bu çerçevede son aylarda oluşan duruma bakacak olursak, Kürt hareketinin yeni anayasanın şekillendirilmesi sürecinde yapılacak müzakereler düzlemine hem güçlenmiş hem de özellikle Suriye’deki kalkışma dolayısıyla daha elverişli bir durumda girmekte olduğunu görürüz. Kürt hareketinin Kürt halkı nezdindeki tabanı, sempatisi ve meşruiyeti son dönemde gözle görülür biçimde artmıştır. Kürt illerinde eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde farklı bir atmosferin oluştuğunu birçok burjuva gazeteci bile şaşkınlıkla ifade etmektedir. Kürt halkı kendisine yönelik her türlü havuç ve sopa taktiğini boşa çıkarmayı başarmıştır. Bu genel güçlenmenin sonucu olarak seçimlerin çok öncesinde parlamentoya çok daha büyük bir güçle girileceği belli olmuştu. Diğer taraftan nicedir Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) çalışmalarının olgunlaştığı ve bölgede bunun fiili yerel organlarının örgütlendiği bir süreç yaşanmaktadır. DTK çalışmalarının Demokratik Özerkliği bilfiil ilan etme yönünde ilerlediği de açıkça bilinmekteydi.
İşte bir yandan bu nitel ve nicel gelişmeyi, bir yandan da Suriye’de Irak Kürdistanı’ndakine benzer bir sürecin şekillenmesi ihtimali dolayısıyla oluşan moral dinamiği kırmak maksadıyla düzen güçleri seçimlerin aylar öncesinden bir saldırı hamlesi başlattılar. Bu saldırı kampanyası birkaç mecradan yürütüldü ve halen de yürütülmektedir.
İlk başta askeri boyut devreye sokulmuştur. PKK genel hatlarıyla çatışmasızlık durumunu koruyor olmasına rağmen, yaklaşık olarak Nisandan itibaren yaygın askeri operasyonlar devreye sokuldu. Tam bir medya karartması altında yürütülen bu operasyonlarda Kürt kaynaklarına göre 50’ye yakın gerilla öldürülmesine rağmen bunlar pek haber konusu bile yapılmadı. Görünen o ki bu baskı ve sıkıştırmalarla PKK’nin karşılık vermesi için elden gelen her şey yapılmış, sonunda asker ölümleri de gündeme geldiğinde ise bunlar Kürt halkı ve hareketi aleyhine kullanılmaya çalışılmıştır.
İkinci olarak, zaten mevcut KCK davası nedeniyle yürütülmekte olan provokasyona bir yenisi eklenerek, yine yargı eliyle hukuk cephesinde yeni bir saldırı gerçekleştirildi: Seçim öncesinde yapılan açık bir provokasyonla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun çeşitli adayları YSK tarafından veto edildi. Ancak yaygın ve militan eylemliliklerle bu provokasyon boşa çıkarıldı ve düzen güçleri tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar.
Sonuç olarak tüm bu saldırıları boşa çıkaran Kürt halkı ve hareketi seçimden ciddi bir başarı elde ederek çıkmayı başardı. Ve daha önceki değerlendirmelerimizde de vurguladığımız gibi dost düşman bu başarıyı teslim etmek zorunda kaldı. Böylece genel olarak yeni meclis, yeni anayasa ve Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt hareketi lehine olumlu bir hava esmeye başladı. Ancak sürecin bu noktaya kadar seyrinden keyfi kaçan düzen güçleri fazla gecikmeden bu havayı kundaklamak için yeniden devreye girerek başta Hatip Dicle olmak üzere 6 tutuklu milletvekilinin meclise girmesini engelleyici hamleleri devreye soktular. Böylece yine yargı üzerinden yapılan saldırıyla yeni bir gerilim atmosferi yaratıldı. Seçimlerde yüksek bir oy oranı elde etmesine rağmen anayasayı tek başına yapacak sayıda sandalye kazanma hevesi kursağında kalan AKP’nin de yine burada etkin bir rol aldığını hatırlatalım.
Bu arada askeri operasyonlar dur durak bilmeksizin devam ettirildi. Ve sonunda iş Silvan’a kadar gelmiş oldu. Silvan da yeni bir şovenist kudurganlık dalgasının köpürtülmesi için kullanıldı. Bizzat başbakanın ağzından dökülen savaş çığırtkanı sözlerle (“artık bizden iyilik beklemesinler”, “bu kırılma noktasıdır” vb.) başlama işaretini alan salyalı faşist sürüsü, başta Zeytinburnu olmak üzere değişik yerlerde Kürtlere yönelik saldırıları başlattı. Bu saldırıların hükümetin göz yummasıyla gerçekleştiğine şüphe yoktur. Nitekim Zeytinburnu’ndaki saldırı süreçlerinde polisin saldırganlara müsamaha göstermenin ötesinde bizzat yol ve hedef gösterdiği ortaya çıkmış durumda. En son olarak da, saldırganların güya gözaltına alındığı yolunda haberler çıkmasına rağmen, gerçekte gözaltına alınanların çoğunun saldırıya uğrayan Kürtler olduğu ve bunların Terörle Mücadele Şubesi’ne götürülerek “terörist” muamelesine tâbi tutuldukları ortaya çıktı. Buna mukabil, gözaltına alınan ırkçı-şoven güruhtan kişilerin ise Asayiş Şube’de misafir edildikleri ve sonrasında serbest bırakıldıkları görüldü. Ve Zeytinburnu kadar öne çıkmasa da başka yerlerde de daha küçük çaplı benzer hadiseler yaşandı.
Son olarak saldırının bu boyutlarına değişmez biçimde ideolojik saldırı eşlik etti. Medya genel olarak manşetlerinde her zamanki gibi isterik çığlıklarını attı. Ama bu kez belki daha dikkat çekici olan, “liberallerin büyük ricatı” denilebilecek bir manzaranın ortaya çıkmasıydı. Kürt sorunu konusunda oldukça duyarlı görünen bazı liberal köşe yazarları bile, Kürt hareketine karşı saldırıya geçmiş ve bununla yetinmeyip Kürt halkına destek çıkarak Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu destekleyen liberal demokrat kalemlere de hücum etmeye yönelmişlerdir. Saldırının bu son boyutuna liberaller arasında pek telaffuz edilmeyecek “Kandil muhipleri” gibi ifadelerin de eşlik etmesi manidardır. Ve anlaşılmaktadır ki, bununla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku dolayımıyla Kürt illeri dışındaki bazı büyük kentlerde de oluşan nispeten olumlu hava ve kısmi aydın desteği kırılmak istenmektedir. Bu husus saldırının komple bir saldırı olarak yürütüldüğünü açıkça göstermektedir.
Liberallerin sınırları
Bu çalkantılı süreç içinde Kürt hareketinin attığı önemli bir adım DTK tarafından Demokratik Özerkliğin ilanı olmuştur. Bu adım bir bakıma düzen güçlerinin yüzüne atılmış bir şamardır. Zira Kürt halkı bu hamleyle düzenin çözümsüzlüğü ve ayak sürümeleri karşısında kendi çözümünü bilfiil hayata geçirmeye başladığını ve artık kimseyi beklemeye tahammülünün olmadığını ilan etmiştir. Demokratik Özerklik ilanının başlıca anlamı budur. Bunun aynı zamanda düzen güçlerini de çözüm yolunda zorlayıcı bir adım olduğu açıktır.
Ne var ki bu ilanın ardından, gerici düzen güçlerini bir kenara bırakalım, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümünden yana olduklarını beyan eden liberal yazarların büyük bir bölümünün bile “nereden çıktı şimdi bu damdan düşer gibi” teranesine sarılmaları tam anlamıyla riyakârlıktır. Milyonlarca Kürdün katıldığı seçim mitinglerinde aylar boyunca bu talep yüksek sesle dile getirilmiş, seçimde Blok adaylarının alacağı oyun aynı zamanda bu talebe ne ölçüde sahip çıkıldığının da bir göstergesi olacağı söylenmiş ve nihayetinde seçim sonuçları açıklandığında, bu seçimlerde Kürt halkının Demokratik Özerkliği büyük bir çoğunlukla onayladığı BDP tarafından açıkça ifade edilmişti. Kürt halkının iradesini ayaklar altına alarak 6 milletvekilinin meclis dışı bırakılması, aradan bir ay geçmesine rağmen AKP’nin sorunun hukuki düzenlemelerle aşılması konusunda hiçbir adım atmaması ve Kürtlerden açıkça tam teslimiyetin istenmesi karşısında, gerçekleştirilen meclis boykotunun Demokratik Özerklik ilanıyla bir adım ileriye taşınması, görülüyor ki, AKP yandaşı liberalleri çok rahatsız etmiştir. Nitekim bunlar, yıllardan beri “şimdi durduk yerde niye sorun çıkarıyorsunuz” diyerek Kürtlerden “çıkıntılık yapmamalarını” isteyenlerdir aynı zamanda.
Örneğin Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’na göre, özerklik önemli bir çözüm aracıyken, Kürt siyasi hareketi özerklik tartışmasını bir çatışma aracı gibi kullanıyor ve “özerklik fikrini yaralayan, önünü tıkayan, özerklikle ayrılık arasında bir bağ kurulmasına yol açan” bir tutum izliyor. Bu sözleri Mayıs ayında sarf eden Bayramoğlu, özerklik ilanı sonrasında da şunları söylemektedir: “BDP’nin bunu mecliste dile getirme, yeni anayasa çerçevesinde ve yerel yönetimler reformu üzerinden zorlama imkânı varken, tek taraflı ilan yoluna gidilmesi, imkânsızın zorlanması da bir meydan okumadır. Ama meydan okuma kadar, diyalog ve siyasetin önünü kesme tercihidir.” (Yeni Şafak, 12 Mayıs ve 16 Temmuz 2011)
Bu anlayıştan kendiliğinden doğan sonuca göre, “meydan okuma”ya sadece TC’nin hakkı vardır, Kürtlerin değil! Onlar ortamı germeden, dar yasal sınırları zorlamadan siyaset yapmalı ve münasebetsiz çıkışlarda bulunmamalıdırlar! Neyin, ne zaman ve hangi sınırlarda yapılacağına AKP karar verir, o zor duruma düşürülüyorsa bu statükocu düzen güçlerinin elini güçlendireceğinden buna asla zemin hazırlanmamalıdır! AKP’nin korkak adımlarla, şoven güdülerle ve dar siyasi çıkar kaygısını başa alarak izlediği çizginin, dışarıdan zorla karşılaşmadıkça kaplumbağa hızıyla ilerlemeye yazgılı olduğunu görmek liberallerin büyük bölümünün işine gelmemektedir. Biat geleneğinin son derece yaygın olduğu bu topraklarda, radikal geçinmekten pek hoşlanan liberaller de gerçekte her türlü radikal çıkış ya da görüşten son derece rahatsız olmaktadırlar. Onlara göre, sürecin, uzlaşmalarla, yarım yamalak reformlarla ve kaplumbağa hızıyla ilerlemesini beklemek gerekir. Demokratik Özerklik ilanının zamanının da AKP’ye ve TC’ye sorulması ve onların yüce gönülleri nasıl arzu ederse öyle davranılması lazımdır!
Kürt hareketine parmak sallama ve akıl verme konusunda özellikle son günlerde mebzul miktarda mürekkep akıtıldığı malûm. Aslında bu durum liberallerin sınırlarının şimdi daha belirgin biçimde açığa çıkması anlamına gelmektedir. Askeri vesayet mekanizmaları önemli ölçüde tasfiye edildiğinden liberallerin özgürlükçülüğünün dibi de daha açık biçimde görünmeye başlamıştır. Onlar hiç şüphesiz bu Asyatik topraklarda belirli bir tarihsel işlev görmüşlerdir ve bu tümüyle bitmiştir de diyemeyiz. Zira askeri vesayet henüz tümüyle ve geri dönüşsüz biçimde tasfiye edilmiş değildir. Ama bu alanda asıl kritik adımlar büyük ölçüde atılmış olduğu için liberallerin büyük bölümünün de reel siyasi barutu önemli ölçüde tükenme sürecine girmiştir. Hiç şüphesiz liberal kesimde sola daha yakın duran ve daha tutarlı bir demokrat duruşa sahip olanlar işlevlerini sürdüreceklerdir. Ancak genel olarak hem AKP’nin hem de liberallerin AKP’ye fazlasıyla angaje olmuş genişçe bir bölümü işlevlerini önemli ölçüde doldurmuşlardır.
Bu süreç AKP’nin muktedirlerin alanına artık enikonu yerleşmesiyle yakından alâkalıdır. AKP’nin geçirdiği evrim öncelikle ve en çok İslamcı kökenden gelen ve liberal konumları savunanları teşhir etmiştir. AKP iktidardaki konumunu statükocu nizam güçleri karşısında güçlendirdikçe nasıl o kısmi demokrat söylemini terk etmeye daha teşne olduysa, aynı şekilde çeşitli renklerden liberal cenah da tutucu bir konuma sürüklenmektedir. Birkaç istisna hariç, özellikle İslamcıların demokratlığının iktidar nimetlerine erişim olanaklarıyla ters orantılı gittiği çok iyi görüldü. Burada giremeyecek olsak da, bu durumun son dönemde Suriye’ye dönük tutum konusunda da net biçimde ortaya çıkmaya başladığını ekleyelim. Söz konusu İslamcı kesimler geçmişte Irak’a saldırıya karşı çıkarken şimdi Türkiye’nin Suriye’ye dönük emperyalist müdahalesini savunan ve hatta bunun bayraktarlığını yapan bir konuma gelmişlerdir. İbret vericidir. Tüm bu ibretlik dönüşümlerin gösterdiği değişmez gerçek ise şudur: demokratlığı sonuna kadar tutarlı olabilecek tek politik hat işçi sınıfının devrimci mücadele hattıdır!
Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkı!
Bugün mazlum Kürt halkını fiziken ve manen hedef alan şovenist, kibirli, aşağılayıcı bir saldırı kampanyası yürütülmektedir. Devlet, silahlarıyla, bombalarıyla Kürt çocukları öldürmekte, salyalı faşist sürüleri Kürtlerin ev, dükkân vb. mekânlarını basmakta iken, medyanın sözde demokrat okumuşları da bir halkın mevcut aşamada kendi kaderini tayin etme yolu olarak benimsediği Demokratik Özerkliğe ya ateş püskürmekle ya da kulp takmakla meşguller. Beri yandan kendine sosyalist diyen kimi şovenistler daha da geriye düşerek gerici düzen güçleriyle aynı dalga boyuna girip özerklik talebine kin kusmaktan geri durmuyorlar. Üstelik bunu Kürt ulusal hareketi temel siyasi hedefini özerklik noktasına çektiği halde yapmaktalar.
Oysa sadece tutarlı bir demokrat olmak bile bir ulusal sorunun elifbası olan ezen ulus/ezilen ulus ayrımını yapmayı, öncelikle sağlam biçimde haksızın/zalimin karşısında, haklının/mazlumun yanında durmayı gerektirir. Lenin’in döne döne anlattığı gibi, ezen ulus şovenizminin değirmenine su taşımamak, ezilen ulusun kendi kaderini tercih biçimine saygı duymak bu tutarlı demokratlığın temel ilkeleridir. En başından beri, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini ve Kürt halkının tercihine saygı duyulmasını savunan enternasyonalist komünistler, bu somut tercihinde Kürt halkının yanındadırlar.
Egemenler Kürt halkının tümüyle haklı demokratik taleplerini karşılamamak uğruna, talepleri en aza indirtmek uğruna, yeni anayasa çalışmalarında Kürt halkının beklentilerini düşürmek uğruna, ille de boyun eğdirmek, gözdağı vermek ve “bir şey verirsem elimi öpeceksin” despotluğu uğruna, ülkeyi kan gölüne çevirebilecek son derece tehlikeli bir oyun oynuyorlar. Sınıf bilinçli işçilerin görevi bu oyunu bozmak için var güçleriyle çaba harcamak, şovenist kışkırtmalara karşı işçi sınıfı saflarında enternasyonalist mücadele bayrağını yükseltmek, şayet yapılacaksa yeni anayasa sürecinde işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren ekonomik-sosyal-demokratik taleplerin yanı sıra Kürt halkının demokratik talepleri için de kararlı bir mücadele vermektir.
link: Levent Toprak, Kürt Halkının Yükselen Mücadelesi ve Düzenin Çözümsüzlüğü, Ağustos 2011, https://marksist.net/node/2706
İşçi Sınıfı ve Demokrasi Mücadelesi
Erdoğan’ın Kıbrıs Çıkartması