12 Eylül 1980 darbesi işçi sınıfı hareketini ezmek, onun devrimci öncüsünü yok etmek üzere girişilen faşist bir darbe idi. Bu darbe aynı zamanda 70’li yılların sonlarında ivmelenen Kürt hareketinin de önünü kesmeyi amaçlıyordu. Faşist darbe yalnızca işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen Kürt halkının örgütlülüklerini dağıtmakla, devrimci öncülerini yok etmekle ya da zindanlarda çürütmekle yetinmedi. İşçi hareketinin, ezilenlerin ve yoksulların hak arama mücadelesinin önüne aşılması güç yasal engeller dikti. Bir taraftan faşist 12 Eylül Anayasasıyla her türlü demokratik hak boğulup cendere altına alınırken, diğer taraftan, Anayasa’da kâğıt üzerinde varmış gibi gözüken birtakım hakların kullanımı da çeşitli yasalar aracılığıyla fiilen engellenmişti. 80’li yılların ortalarına gelindiğinde bile, “bu yasalarla grev yapılmaz” diyenlerin sayısı hiç de az değildi.
12 Eylül rejiminin üzerinden yıllar geçti. Bu yıllar içerisinde Türk mali sermayesi katlanarak büyüdü ve niteliksel bir dönüşümü tamamlayarak emperyalist aşamaya geçiş yaptı. Bu yıllar içerisinde mali sermayenin iktisadi ve siyasi ihtiyaçları temelinde gerek yasalarda gerekse de Anayasa’da birçok değişiklik yapıldı. Bu değişiklikler emperyalistleşen sermaye sınıfının önünü açmasına, egemen sınıf içerisindeki güç dengelerindeki değişimleri belli ölçülerde yansıtmasına rağmen, işçi-emekçi sınıfların iktisadi-siyasi ve toplumsal varoluş koşullarında belirgin bir ferahlamayı beraberinde getirmekten uzaktı.
Burjuvazi, işçi sınıfının devrimci basıncı altında köşeye sıkışmadıkça toplumun genelinin çıkarları lehine demokratik hak ve özgürlükleri geliştirme doğrultusunda bir adım atmaz. Bir başka deyişle, tarihsel açıdan demokrasi ve özgürlük bayrağını çoktan elinden bırakmış olan burjuvazi, bu doğrultudaki adımları ancak kendi kellesini kurtarmak için bir taviz olarak atmak zorunda kalır. Marksizmin bu genel doğrusu, köksüz ve korkak Türk burjuvazisi sözkonusu olduğunda daha da geçerlidir. Unutmayalım ki, 12 Eylül faşizminin topluma giydirdiği deli gömleği, bir avuç generalin kafasından türememiştir. Bu deli gömleğinin kumaşını sağlayan da, modelini çıkartan da, terziliğini yapan da büyük sermayeden başkası değildir. Bugün büyük burjuvazi ya da en azından onun belli kesimleri liberal pozlarda arzı endam ediyorlarsa, bunun nedeni demokratik hak ve özgürlüklerin sevdalısı olmaları değil, bu deli gömleğinin ve asker-sivil bürokrasinin geleneksel siyasal ağırlığının, planladıkları emperyalist atılımlar için artık dar gelmekte oluşudur.
AKP hükümeti, geçmişte yaşadığı sıkıntıları tekrar yaşamamak ve doğrudan temsil ettiği burjuva katmanın egemen sınıf bloku içinde daha merkezi bir yer almasını sağlamak için, bugüne dek asker-sivil bürokrasiye ve onun istisnai siyasal ağırlığına karşı ciddi bir mücadele yürüttü. Demokratikleşme kavramıyla yürüttüğü bu mücadeleye hem geniş emekçi kesimler hem de demokrat-liberal aydınlar nezdinde geniş bir kitle desteği almayı da başardı. Asker-sivil bürokrasinin geleneksel siyasal ağırlığı geriletildi, parlamentonun ağırlığı arttı. Sonuçta AKP, askeri-idari-yargısal bürokratik elit ile hem vuruşarak hem de şu ya da bu ölçüde uzlaşarak, değişikliğe uğrattığı nizamın bir parçası haline geldi. Bugün onun demokratlığının kendine demokratlık olduğu, zoraki bir demokratlık olduğu artık liberal aydınların gözünde de giderek netleşmiş durumdadır.
Burjuva demokratlığının ikiyüzlü doğası, çalışma yaşamıyla işçi sınıfının demokratik-siyasal haklarını düzenleyen yasalar konusunda ve ülkenin en temel siyasal sorunlarından biri olan Kürt sorununa ilişkin her dönemeç noktasında kendini açığa vurmaktadır. Bu iki temel alandaki demokratik hak ve özgürlükler, liberallerin demokratikleşme süreci dedikleri gelişmelerden pek de nasibini almamıştır. En başta bu iki temel sorun çözülmeden Türkiye’nin gündeminden demokratikleşme sorununun çıkmayacağı gün gibi açıktır. Ülkenin temel demokratik sorunlarına tutarlı, kapsamlı ve hakiki bir çözüm ise, ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle sağlanabilir.
Ne var ki, hem kimi özgün tarihsel koşullar nedeniyle hem de 12 Eylül faşizminin yarattığı muazzam tahribat nedeniyle işçi sınıfı kangren halini almış bu çözülmemiş sorunlar dolayısıyla adeta felç olmuş durumdadır. Bugün işçi sınıfı hareketinin gelişimi açısından demokratik hak ve özgürlüklerin genişlemesinin oldukça büyük bir önemi vardır. Sosyalistlerin gündeminde demokratikleşme sorunlarının ve meselâ bununla bağlantılı olarak anayasa tartışmalarının yer almasını bir tuzak olarak adlandıranlar olduğunu biliyoruz. Bu yaklaşım temelden yanlıştır. Bugün işçi sınıfı hareketinin gelişmesi, devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükselmesi ve proleter devrime doğru ilerleyebilmesi için katedilmesi gereken mesafenin ne denli büyük olduğu ortadadır. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin burjuva düzen ve dahası bu düzenin başındaki AKP hükümeti hakkındaki yanılsamalarının ne denli derin olduğu da bilinen bir gerçektir. Bıraktık sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini, sendikal örgütlülük düzeyi bile son derece düşmüş durumdadır. Bu gerilik, işçi kitlelerinin AKP önderliğindeki burjuva saldırı programları karşısındaki sessizlik ve kabullenişini açıklamaktadır.
Sınıf hareketinin büyük bir örgütlenme seferberliğine ihtiyacı var. Ne var ki bu doğrultuda atılan adımlar daha baştan üç temel sorunla cebelleşmek anlamına geliyor ki, bu sorunların hepsi de demokratik hak ve özgürlükler ya da genel anlamıyla “demokrasi mücadelesi” kapsamındaki sorunlardır.
Birincisi, sendikal mücadeleyi baltalayan ve işçi sınıfının örgütlenmesinin önüne ciddi engeller diken sendikalar yasası, grev ve toplu sözleşme yasası ve iş yasasıdır. Bu yasaların toptan değiştirilmesi gerekiyor. Mevcut yasalar 12 Eylül faşizminin eseri ve kalıntısıdır. Bunların değiştirilmesi sağlanmadan işçi hareketinin niteliksel bir sıçrama yapması zor görünüyor.
İkincisi, sendikal bürokrasi sorunudur. Sınıfın temel iktisadi, siyasi ve toplumsal haklarını savunma hususunda sendikalara duyulan ihtiyaç apaçık ortadadır. Sendikalar işçi sınıfının mücadele örgütleri olmak durumundadırlar. Ne var ki, sendikal bürokrasi eliyle sendikalar işlevsizleştirilmektedir. Sendikal bürokrasiye sınırsız yetkiler sağlayan ve 12 Eylül faşizminin ürünü olan sendikalar yasası işçi hareketinin yükselişi önünde önemli bir engel işlevi görmektedir. Sendika üst yönetimleri burjuva düzenin ve burjuva devlet aygıtının bir parçası konumuna gelmiştir. Mevcut örgütlülük düzeyini dikkate alacak olursak, getirilen işkolları barajları nedeniyle sendikaların pek çoğu gerçekte toplu sözleşme yapma yetkisine sahip değildir. Bu sendikalara yasal olarak toplu sözleşme yapma yetkisi tanınıyorsa, bunun temel nedeni, söz konusu işkollarında sınıf mücadelesini ilerletecek rakip sendikaların kurulup gelişmesini daha baştan engelleme çabasıdır.
Bugün sendikaların tepesine çöreklenmiş bürokrat sendikacılardan, sözkonusu yasaları değiştirme doğrultusunda kararlı bir mücadele yürütmelerini beklemek tam bir hayaldir. Nitekim sözkonusu sendikal bürokrasinin 30 yıl boyunca bu konuda hiçbir ciddi girişimde bulunmamış olması da bunu doğrulamaktadır. AKP hükümetinin AB uyum süreci doğrultusunda yapmak zorunda olduğu için gündeme getirdiği kimi sendikal düzenleme girişimlerinin, en başta bu yıllanmış sendika bürokratları tarafından istemezük çığlıklarıyla karşılanması yeterince manidardır.
Sendikal bürokrasi, işçi örgütleri içerisinde sendikal demokrasinin de can düşmanı durumundadır. Bu nedenle de işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin en önemli boyutlarından biri de, sendikal bürokrasiye karşı ısrarlı bir mücadele yoluyla sendika içi demokrasinin gelişmesini sağlamaktır.
Üçüncüsü, Kürt sorunudur. Kürt halkının özgürlüğü sorununun, işçi sınıfı açısından temel bir demokratik görev olduğu kendiliğinden açıktır. Ezilen bir halkın demokratik hakları savunulmadan, değil sosyalistlik iddiasında bulunmak, tutarlı bir demokrat olmak bile mümkün değildir. Enternasyonalist komünistler, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınması gerektiğini savunuyorlar. Bu yalnızca, onların temel bir demokratik görevi olduğu için değil, aynı zamanda işçi hareketinin gelişimini son derece olumsuz etkileyen bir sorunun (Kürt sorununun) kökten çözümü için de gerekli olduğundan böyledir.
Kürt sorunu çözümsüz kaldığı sürece, burjuvazi, en başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumu şovenizm, ırkçılık ve milliyetçilikle zehirlemektedir. Bu durum işçi sınıfının burjuva ideolojisi karşısında savunmasız kalmasının çok daha ötesinde pratik sonuçlar da doğurmaktadır. On yıllardır Kürt halkına karşı egemen sınıfın yürüttüğü haksız ve kirli savaş, burjuvazi tarafından tam anlamıyla tüm toplumu kontrol altında tutmanın, toplumu yönetmenin yöntemlerinden biri haline gelmiştir. En küçük hak arama girişimlerinden sıradan grevlere kadar birçok mücadele burjuvazi tarafından “terörizmle”, “bölücülükle” itham edilmektedir. Hakkını arayan işçiler fabrikalarda bu suçlamanın altında ezilmekte ve verdikleri en yaygın tepki geri adım atmak şeklinde olmaktadır. Bir nebze daha kararlı olup örgütlenip ileri çıktıklarında bu kez benzer suçlamalar, basın aracılığıyla, polis ve mahkemeler aracılığıyla işçilere yöneltilmektedir. Onu da göze alan işçilerin karşısına bu kez sendika bürokratları aynı söylemlerle çıkmaktadırlar. Tek bir örnek verelim. Geçtiğimiz günlerde tamamlanan BMİS İstanbul 1 Nolu şubenin kongresinde, militanca başlayan bir grevin nasıl heba edildiğini anlatan işçiler, patronların yanı sıra sendika bürokratlarının da kendilerini “terörizm” öcüsüyle korkuttuklarından şikâyet ediyorlardı. Sendika bürokratları işçileri direniş yerine gelen devrimcilere karşı, “aman dikkat edin, bunlar bölücü, sizi canlı bomba yaparlar” diye uyarıyorlar!
İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin mevcut geri koşullarında, burjuvazinin, onun medyasının ve onun uşağı durumundaki sendika bürokratlarının bu korkutma girişimleri ne yazık ki sonuç vermektedir. Yürüyen haksız ve kirli savaş, işçi sınıfını zehirlemekte ve dahası adeta felç etmektedir. Bu sorun çözümsüz kaldığı sürece, işçi sınıfının geniş kitlesi nezdinde sözkonusu korkutma girişimlerinin etkisini kırmanın ne denli zor olduğunu sınıf devrimcileri çok iyi biliyorlar. Ama işte burada da kısır döngüye benzer bir durum ortaya çıkıyor. Burjuvazi Kürt sorununu gerçek anlamıyla çözmekten kaçınıyor ve işçileri zehirleyip korkutarak düzene bağlamak için bu sorunu kullanıyor. Kürt hareketinin gücü, sorunu tek başına çözmeye yetmiyor. İşçi sınıfının enternasyonalist desteğine duyulan ihtiyaç her geçen gün daha da berraklaşıyor. Ama işçi sınıfının verili durumu onun böylesi bir desteği sunmasını engelliyor, bunun için sınıfın devrimci bilincinin geliştirilmesi gerekiyor, fakat sorunun devamı sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesinin önüne bir engel olarak dikiliyor. Marx, yüz elli yıla yakın bir süre önce, İrlanda sorununa dair incelemelerinde benzer bir durumu tespit ederek, İrlandalılar özgürlüğünü kazanmadan İngiliz işçilerinin de özgürlüğünü kazanamayacağı sonucuna çıkmış ve bunu “başkasını ezen bir ulusun kendisi de özgür olamaz” şeklinde ifade etmişti. Bu tespit yaşadığımız topraklarda fazlasıyla geçerlidir.
Demek ki, demokratik hak ve özgürlükleri geliştirme mücadelesi bu ülkedeki proleter devrimci mücadelenin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Hangi boyutuyla ele alırsak alalım, sözkonusu demokratik sorunların üzerinden atlayarak, bu sorunları görmezden gelerek ya da küçümseyerek işçi sınıfı hareketini geliştirmenin mümkünatı yoktur. Bu sorunlar kıyısından geçilerek ya da kestirme yollar bulmaya çabalayarak çözülmeyecek. Sendika bürokratlarına yaltaklık ederek ya da onlarla uzlaşma zeminleri yaratmak üzere oportünist girişimlerde bulunarak ne sendikal sorunlar çözülebilir ne de yasal-demokratik düzenlemeler doğrultusunda mücadelenin önü açılabilir. Benzer şekilde, işçilerin geniş kitlesinin tepkisini çekmemek için Kürt sorununa mesafeli durmak da kimsenin yarasına merhem olmadı bugüne kadar. Tersine bu tür oportünist girişimlerin hepsi de, girişimcilerini düzenin yedek güçleri haline getirmekten, reformizm bataklığına sürüklemekten başka bir işlev görmedi.
Zor sorunlarla karşı karşıyayız ve zor sorunların kolay çözümleri bulunmuyor. Ama unutmayalım ki, her paradoks gibi her kısır döngünün de bir çıkış noktası vardır. Yukarıda çizdiğimiz tablodan çıkışın hazır reçeteleri yoktur. Ama her durumda çıkış noktası mücadeleden geçmektedir. Sendikal sorunları sendikaların tepesindeki bürokratlara göz kırparak çözebileceklerini düşünenlerin içine düştükleri açmaza karşılık, biz, sendikaların tabanında azimli ve kararlı bir mücadele yürütmek zorundayız. Sınıfın tepesine çöreklenmiş sendikal bürokrasiye, onu iliklerine dek sömüren kapitalist sömürücüler sınıfına, azgın bir şovenizme dayanan resmi ideolojiye karşı tavizsiz bir mücadeleyi yükseltmek üzere, sendikalı sendikasız tüm işyerlerinde işçilerin taban örgütlülüğünü yaratıp geliştirmeye dönük kararlı, sistematik, planlı ve inatçı bir çaba göstermekten başkaca bir çıkış yolu mevcut değildir.
link: Oktay Baran, İşçi Sınıfı ve Demokrasi Mücadelesi, Temmuz 2011, https://marksist.net/node/2705
"Terörist Sandık, Öldürdük!"
Kürt Halkının Yükselen Mücadelesi ve Düzenin Çözümsüzlüğü