Türkiye ve dünyada kadınlara yönelik erkek şiddeti önemli toplumsal sorunlardan birini oluşturuyor. “Dizini dövmemek için kızını döven” baba, eşinin “sırtından sopayı eksik etmeyen” koca söylemleri kadına yönelik geleneksel şiddetin bir dışavurumudur. Koca dayağı, toplumda “aile içinde olur böyle şeyler” denilerek meşrulaştırılıyor, umursamazlık besleniyor. Ne var ki mevcut değer yargılarını var eden ekonomik-sosyal ilişkiler sorgulanmadan kadına yönelik şiddetin anlaşılması mümkün değildir.
Kadına yönelik erkek şiddetinin en yaygın gerekçesi olarak, erkeğin öfkesine hâkim olamaması ya da alkol etkisi gösteriliyor. Oysa kadına yönelik şiddet çok daha köklü sebepleri olan toplumsal bir sorundur. Alkol veya öfke gibi öğeler, fiziksel şiddetin ortaya çıkışının sadece bahaneleridir. Egemen sınıfın yazar ve akademisyenleri de kadına yönelik şiddeti lanetliyor. Ancak sorunun gerçek sebeplerini ortaya koymuyorlar. Çünkü kutsadıkları mülkiyet düzeninin ve aile kurumunun sorgulanmasını istemiyorlar.
Kadına ve genel olarak ezilenlere yönelen şiddetin temeli sınıflara bölünmüş toplumsal düzendir. Fiziki ve psikolojik şiddet, sınıflı toplumların, yani bir yanda mülk sahibi egemenlerin öte yanda mülksüz ezilenlerin konumlandığı, ezen-ezilen karşıtlığına dayanan düzenlerin ortak özelliğidir. Sınıflı toplumda mülk sahibi egemenler mülksüzler üzerinde “iktidar” kurmayı hakları olarak görürler. Aynı şekilde, zayıf bir cins olarak görülen kadın üzerindeki erkek iktidarı da bu toplumların temel özelliğidir. Erkeğin fiziksel gücüyle özdeşleştirilen zor, şiddet ve iktidar sahipliği kutsanmıştır. “Erkeklik” güç, hak sahipliği ve “iktidar” ile özdeş kılınmıştır. Binlerce yıl süren kadının “kişi” sayılmaması zihniyeti, toplumun kültürüne, ahlâkına, geleneklerine nüfuz etmiştir.
Toplumda kadına “kadın kimliği” ile değer verilmiyor. “Çocuk doğuran ana” daha doğrusu “erkek çocuk doğuran ana”, eşinin hizmetini gören “hanım” ya da göz zevkine hitap eden “bayan” kimlikleriyle tanımlandı kadınlar. Kadından “kadın” diye söz etmek halen ayıp sayılıyor. Erkek cinsel kimliği alabildiğine kışkırtılırken kadın cinsel kimliği bastırılıyor ve ayıplanıyor. Üstelik aynı toplum kadın bedenini alınıp satılır bir meta haline getiriyor.
Kapitalizmde sömürü ve iktidar ilişkileri tüm toplumsal yapının iliklerine kadar işlemiştir. Büyük sermaye daha küçük ölçekliler ve taşeron şirketler üzerinde iktidar kuruyor. Şirketin büyük patronları küçükler üzerinde, şirket patronları müdürler üzerinde, müdürler şefler üzerinde, şefler işçiler üzerinde iktidar kuruyor. Bu rekabetçi hiyerarşik düzen, toplumu hasta ediyor. Yükselme hırsı insanları aşağılık yaratıklar haline getiriyor. Mal, mülk, güç ve iktidar sahibi olmak üzere güdülenen insanların vicdanları çürüyor. Ellerindeki güç, para ve iktidar, diğer insanlara tepeden bakma, küstahça ve zorbaca davranma olanağı sunuyor. Toplumsal değer yargıları işte böyle bir düzen içerisinde şekilleniyor. Bu ilişkilerin kadınla erkek arasındaki ilişkilere yansımaması düşünülebilir mi?
Erkek, kadın üzerinde söz sahibi olmanın, yani “iktidar kurmanın” ayrıcalığını yaşıyor. Kadın üzerinde kurduğu iktidar sayesinde tattığı üstünlük duygusu, erkeğin yetersizlik, güçsüzlük, tatminsizlik, aşağılık kompleksi gibi psikolojik bozukluklarına ilaç gibi geliyor. Bu iktidarın hissedilmesinin farklı biçimleri olabiliyor. Karısının giyimine karışmak, kaba davranma hakkını kendinde görmek, kadını aşağılamak, sözüne ve fikrine değer vermemek, yasaklar koymak, hatta cinsel zorbalık, erkek iktidarının yasalarca da geleneklerce de onaylanan biçimleridir. Dayak ise erkek iktidarının, fiziksel şiddet ile kadına dayatılmasından başka bir şey değildir aslında. Kadının erkeği terk ederek şiddete son vermek istemesi de kurtuluşu için yeterli olmuyor kimi zaman. Mülkü olarak gördüğü kadını kaybetmeyi hazmedemeyen, iktidarını yitirmenin öfkesiyle saldırganlaşan erkek, kadına yönelik şiddetin dozunu arttırabiliyor, hatta onu öldürmeye yönelebiliyor. Her hafta gazetelerde ayrılmak istediği için eşi ya da sevgilisi tarafından katledilen kadınların haberlerini okuyoruz.
Ailesinin istediği kişi ile evlenmeyip, kendi istediği kişi ile beraber olma hakkını kullanan kadınlar hunharca katledilebiliyor. Erkek egemenliğine dayanan aile düzeninde, kız çocukların yaşamı da bedeni de ailenin malı olarak görülüyor. Bu yüzden kadın, ailenin kabul etmediği birini severse alçakça katlediliyor. Toplumun geri değer yargıları, hatta devletin mahkemeleri, bu alçakça cinayetleri “namus cinayeti” olarak adlandırıyor.
Ezenlerin ezilenleri kuşattığı esaret zincirleri, tek başına zorbalık ve şiddet ile sürdürülemez. Ezilenin, kendi durumuna boyun eğmesi, değer yargıları ile mevcut düzeni kabullenmesi gerekir. Erkek egemenliğini kabullenmesini sağlayan geleneklerle ve değer yargılarıyla kuşatılmıştır kadın. Çocukluğundan itibaren cinsel kimliğinden utanması gerektiği öğretilir. Kadın, kendi kimliğine, bedenine ve yaşamına sahip çıkmamalı, önce babanın ve erkek kardeşin, sonra da kocanın gözetimi altında yaşamalıdır. Kendi kararlarını kendisi vermemelidir. Kadın, işte bu değer yargılarıyla eğitilir. “Yuvayı kurmak ve korumak” zorunda olduğu anlatılır hep. “Dul kalmak” ayıp, dayakçı kocaya katlanmak fedakârlık olarak benimsetilir. Özgüveninin gelişmesine imkân verilmeyen kadın, erkek egemen toplum tarafından kişiliksizleştirilir. O da kendini, korunmaya ve sahiplenilmeye muhtaç görür; iktidarı altına girebileceği erkeği arar hale gelir. Kıskanılmayı, sevildiğinin göstergesi zanneder. Kendini güvencede hissetmek ve kocasının iktidarına gönüllülükle boyun eğebilmek için kendinden daha üstün olduğuna inandığı erkeği arar.
Erkek egemen toplum düzeni kadını yozlaştırır. Ezilen kadın, erkeğe ve sosyal çevresine kendi istemlerini kabul ettirmek için kurnazlığa yönelir. Ezilmenin getirdiği kişilik çarpılması çok yönlüdür. Kadınlar arası rekabet ve çekişme, erkek egemen düzenin kadınları nasıl çürüttüğünün ve kişiliksizleştirdiğinin en çarpıcı göstergesidir. Birbirini çekememe, entrikacılık, kadınca didişme ne yazık ki, ezilen kadın cinsinde psikolojik bozulmaların tezahürleridir.
Burjuvazi kadın-erkek eşitsizliğini gidermek üzere kadınların statü ve kariyer elde etmesini kolaylaştıracak yöntemler öneriyor. Egemen sınıf, insanlar için yegâne tatmin kaynağının “sınıf atlamak” ya da “statü elde etmek” olduğuna inandırmaya çalışıyor. Bu yüzden kadın-erkek eşitsizliğinin giderilmesinden anladıkları, kadınları mülk ve kariyer sahibi yapmaktır. Burjuvazinin önerdiği bu tür çözümlerin gerçek yaşamdaki karşılığının ne olduğunu iyi görmek gerekir. Egemen sınıfın kadın ve erkekleri açısından güç ve iktidarın kaynağı sermayeleridir. Cins olarak aşağılanan kadın, patron ya da yönetici olarak erkek patron ve yöneticilerden daha gaddar hale gelebiliyor. Hırs ve tatminsizlik duygusu kadınlar üzerinde etkisini daha şiddetli hissettiriyor. Ezilenlerin içerisinden gelen kadın ve erkeklerin ezen konumu elde ettikleri anda nasıl da iktidar budalası haline geldiklerini sıklıkla gözlemleriz. O güne değin değer görmemiş, ezik kişiliklerin statü elde ettiklerine inandıkları anda nasıl kasıldıklarını, böbürlendiklerini, kendilerini çok önemli görmeye ve kendilerini başkalarına fark ettirmeye çalıştıklarını biliriz.
Ezme ezilme ilişkilerine dayanan sömürü düzeni, kadının özgüvenini yıkıma uğratıyor, kişiliksizleştiriyor. Bu düzen erkekleri ve kadınları statü, kariyer ve iktidar arayışında, hırslı ve tatminsiz birer yaratığa dönüştürüyor. Orta ve alt sınıfın kadın ve erkekleri bu çürümenin en ağır mağduriyetini yaşıyorlar. Kadın, tacize, tecavüze, cinayete, dayağa ve erkek egemen düzenin diğer ezme biçimlerine maruz kalıyor, ezme-ezilme ilişkisinden daha fazla mağdur oluyor. Elbette bu konuda da sınıfsal bir ayrışma yaşanıyor ve emekçi kadınlar her türlü şiddete çok daha fazla maruz kalıyorlar.
Kadın ve erkeklerin ruhlarını çürüten toplumsal hastalıklar sınıflı toplum düzeninden besleniyor. Sınıfsız bir dünya kurulana dek insanlık, huzurlu, dengeli ve mutlu bir yaşamı var edemeyecek. Kadınların, emekçilerin ve tüm ezilenlerin kurtuluşu için sosyalizmden başka yol yok!
İşçi sınıfının kadın ve erkekleri, ancak devrimci işçi mücadelesi içerisinde eşitliğin, dayanışmanın, omuz omuza geleceğe yürümenin güzelliğini yaşama şansı elde ediyor. Devrimcileşen kadın ve erkek işçiler mevcut sömürü düzenini ve her tür eşitsizliği sorguluyor. Baskı ve sömürüyü alt etmek için sınıfsal öfkesini bayraklaştırıyor. Sınıflı toplumun varlığının devamını sağlayan değer yargılarıyla hesaplaşıyor. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi içerisinde ter akıtanlar eşitliğin ve dayanışmanın tadına varıyor.
link: Zehra Aras, Kadına Şiddet: Erkek Egemen Toplumun İktidar Tatmini, Nisan 2011, https://marksist.net/node/2630
Toplu Mezarlar Açılmayı Bekliyor
1977-1980 Metal Grevleri Yol Gösteriyor