Sermayenin işçi sınıfına karşı dünya ölçeğinde yaklaşık son 30 yıldır yürüttüğü yoğun saldırının birçok cephesi bulunuyor. Sosyal güvenlikte, sağlıkta, eğitimde ve diğer bazı kamu hizmetleri alanlarında yaşananlar nasıl bu kapitalist taarruz sürecinin bazı cephelerini oluşturuyorsa, bunların bir bölümüyle iç içe ve belki de hepsinden daha temel nitelikte olan bir cepheyi de çalışma rejiminde yaşanan değişimler oluşturmaktadır.
İşsizliğin, yoksulluğun, toplumsal eşitsizliğin dünya genelinde arttığı bu süreçte, işlerin hızla artan bir bölümü eğreti işler haline gelmiştir. Bu süreç halen de tüm hızıyla yol almaktadır. Gelinen noktada, eğreti iş ya da eğreti çalışma kavramı da, gerçekliğine uygun olarak, gitgide daha yaygın bir kullanım kazanmaktadır. Türkiye burjuvazisinin bugünlerde meclisten geçirmeye hazırlandığı torba yasa tasarısının içindeki bazı düzenlemeler ve diğer bazı yasal hazırlıklar da bu kapsamdadır.
Eğreti çalışma
Eğreti çalışma kavramıyla, süresiz iş sözleşmesine ve düzenli çalışma saatlerine dayalı, tam süreli, aynı çatı altında çalışanların tamamının ya da çok büyük bölümünün aynı işletmeye kayıtlı olduğu, sosyal korumaya tâbi “standart” çalışma biçiminin dışında kalan çalışma biçimleri anlatılmaktadır. Bu çalışma biçimlerinin “eğreti” kelimesiyle ifade edilmesi isabetlidir. Zira bu çalışma biçimleri, giderek kaybolmakta olan “standart” çalışma rejimine nazaran, çok daha yüksek düzeyde güvencesizlik, istikrarsızlık, belirsizlik ve değişkenlik içermektedir. Bu biçimler altında çalışanlar, gerçekten de, işlerinde birçok yönden eğreti, güvencesiz, sallantılı bir konumda bulunmaktadırlar.
Son 30 yılda artan ölçüde yaygınlık kazanan yarı-zamanlı çalışma (kısmi süreli çalışma), geçici çalışma, belirli süreli çalışma, mevsimlik çalışma, çağrı üzerine çalışma, taşeron işçisi olarak çalışma, evde çalışma, kayıtdışı çalışma, işçi büroları (işçi simsarlığı) aracılığıyla çalışma, esnek zamanlı çalışma gibi biçimlere bakıldığında bu özellikleri açıkça görmek mümkündür. Nitekim konuyla ilgili olarak oluşan literatürde eğreti çalışmayı tarif eden unsurlar şöyle sayılıyor: istikrarsızlık, güvencesizlik, belirsizlik, ekonomik ve sosyal kırılganlık, kötü çalışma koşulları, bedensel ve ruhsal sağlığa yönelik yüksek riskler.
Ülkeden ülkeye birtakım farklılıklar olmakla birlikte, artık dünya ölçeğinde çalışmanın yeni standardı halini almakta olan eğreti çalışma biçimlerine bakıldığında, sermayenin bu yeni biçimler altında çalışmaya ilişkin başlıca dört boyutta işleyen bir saldırı gerçekleştirdiği görülüyor: zaman boyutu, gelir boyutu, çalışma koşulları boyutu ve sosyal koruma boyutu.[*] Zaman boyutunda, öncelikle işin sürekliliğinin ve uzun vadeliliğinin ortadan kalkması biçiminde bir değişiklik yaşanmaktadır. Süresiz iş sözleşmeleri ya da ülkemizde çalışanlar arasındaki daha yaygın ifadeyle kadrolu çalışma olarak anılan türde sözleşmeler yerine artık belirli süreli, kısa vadeli iş sözleşmeleri yaygınlaşmaktadır. Bunun yanı sıra çalışma saatleri yeniden düzenlenmekte, bir yandan işgünü fiilen uzatılırken bir yandan da esnek zamanlı ve düzensiz çalışma yaygınlaşmaktadır.
Gelir boyutunda yaşanan değişim, özetle işçinin reel gelirinin düşmesi ya da yaratılan toplam değerden aldığı payın düşmesi, gelirin düzensizleşmesi, gelirin ücret dışındaki boyutlarında (yan ödemeler, tazminatlar, sigorta ve diğer kamusal hizmetler) genel azalma biçiminde ifade edilebilir.
Çalışma koşulları boyutundaki değişim de, örgütsüzleşme dolayısıyla işçinin bu alandaki görece söz ve karar sahibi olma gücünün azalması yönünde olmuştur. Çalışma sürelerinin ve zamanlamasının, molaların, izinlerin düzenlenmesi; iş güvenliği önlemlerinin düzenlenmesi; kreş vb. olanakların düzenlenmesi; beslenme ve temizlik gibi ihtiyaçlar bakımından işyerindeki düzenlemeler; işyerinde işin parçalanması ve taşeronluğa izin verilip verilmemesi ya da bunun düzeyi ve niteliğinin belirlenmesi gibi ilk akla gelen konularda işçinin daha önce varolan görece söz ve karar gücü azalmıştır.
Sosyal koruma boyutunda ise, gündeme daha çok yansımış olan olumsuz değişimler yaşanmaktadır. Bunun bir ayağını, çalışamazlık durumlarında (hastalık, işsizlik, yaşlılık gibi) sağlanan sosyal korumanın azalması oluşturmaktadır. Emekliliği hak etmek zorlaşmakta, hatta imkânsızlaşmakta, sağlığa erişim zorlaşmakta, işsizlik artmasına rağmen ödenek azaltılmakta ve ödeneğe erişim zorlaştırılmaktadır. Bir diğer ayak ise, ayrımcılığa uğrayan kesimlere (kadınlar, göçmenler, azınlıklar, engelliler vb.) dönük koruma önlemlerinin azaltılmasıdır.
Bu genel düzeydeki belirlemeler bile güvencesiz/eğreti çalışma biçimlerinin işçi sınıfının gündelik hayatı üzerinde ne büyük bir baskı oluşturduğunu kendiliğinden ortaya koymaktadır. Ancak birkaç noktayı yine de belirtmekte yarar var. Bu eğreti çalışma biçimleri genel olarak işçileri çok daha tedirgin bir konuma sokmakta, kendilerini sürekli olarak işe pamuk ipliğiyle bağlı hissetmelerini beraberinde getirmektedir. Bu durum doğal olarak bir yandan işçiler arasındaki rekabet duygusunu artırmakta, bir yandan da hayatları üzerindeki kontrol duygusunu daha fazla yitirmelerine yol açarak kayıtsızlaşma gibi sonuçlar ortaya çıkarabilmekte; fiziki ve zihinsel tükeniş artmakta, serbest zaman ya inanılmaz ölçüde azalmakta ya da görünüşte artsa bile, anlamlı, insani biçimde kullanılabilirliği azalmaktadır.
Bu yeni çalışma rejiminde işçiler görünüşte bir iş sahibi olsalar da, bu iş sahibi olma, eskiden olduğu gibi bir iş sahibi olma değildir. Örneğin patron işçiyi daha kolay işten çıkarabilmektedir. İşçi, patronun tümüyle canının istediği anda ve biçimde alıp, suyunu çıkarana kadar kullandığı ve çalışılan sürenin ücreti dışında hiçbir bedel ödemeden kaldırıp bir kenara attığı, daha sonra gerektiğinde yine aynı şeyi yaptığı, bir kullan-at nesnesi haline getirilmektedir. Patron işçinin deyim yerindeyse “bakım masraflarını” hiçbir biçimde üstlenmek istememektedir. İşçinin çalışamazlık durumlarına (hastalık, yaşlılık, işsiz kalma vs.) ilişkin hiçbir yükümlülük almak istememekte, “işçi benim için bir kullan-at nesnesinden başka şey değildir” demektedir. Gerçekten de bu doğrultuda son 30 yılda büyük yol alındığını görmek gerekiyor. Bu dönemde işsizlik rakamlarının genel olarak artmasından çok daha vahim biçimde, işlerin güvencesizliği, eğretiliği artmıştır. Bu durum istatistiklere yansımamaktadır. Eğer bu güvencesizliği, eğretiliği ölçen bir nicel ölçü olsaydı, bunun artış hızı pek muhtemelen işsizliğin artış hızından çok daha yüksek çıkardı. Dolayısıyla, aslında gerçek içeriğiyle işsizleşme, yüzeysel resmi işsizlik istatistiklerinin gösterdiğinden çok daha fazladır.
Buna rağmen burjuvazi, bu gerçeklikle alay edercesine, eğreti/güvencesiz çalışma biçimlerini işsizlik sorununa çözüm olarak sunmaktadır! Eğer “işgücü piyasasındaki katılıklar” çözülürse, patronlar daha rahat ve daha çok sayıda işçi alabilirlermiş! Yani işçiler daha güvencesiz kılınırsa, patronlar kötü niyet tazminatı, kıdem tazminatı gibi yükümlülüklerle karşılaşmazlarsa daha çok kişiye iş verirlermiş! Bunun temel anlamı resmi istatistiklerde işsizlik rakamlarının azaltılması pahasına, yoksulluk ve güvencesizliğin tüm işçi sınıfına yayılmasıdır. Burjuvazi işsizliğin belli bir düzeyin ötesinde olmasının patlayıcı nitelikte olduğunu elbette iyi bilmektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının yaratılan toplam değerden aldığı pay artmaksızın, bu payı daha çok sayıda işçiye paylaştırmaya gayret etmektedir. Bununla elbette geniş emekçi kitleleri oyalamayı ve onlarda yanılsama yaratmayı amaçlamaktadır.
Tarihsel perspektif
Her ne kadar sermayenin saldırıları ve bu bağlamda çalışma rejiminin eğretileştirilmesi, esasen son 30 yılda göz önüne gelen gelişmeler olsalar da, aslında bu gelişmelerin özde ifade ettiği şey, kapitalizmin genel doğasını ortaya koymaktadır. Bu 30 yıl içinde yavaş yavaş ortadan kaldırılmakta olan eski çalışma rejimi aslında topu topu 30-35 yıl gerçek anlamda hüküm sürmüştü. Dolayısıyla kapitalizmin tarihi içinde oldukça sınırlı bir kesitten söz etmekteyiz.
Bu sınırlı kesit dışında kalan yaklaşık 200 yıllık kapitalist ücretli emek deneyimi bugün eğreti ve güvencesiz olarak tarif edilen çalışma biçimleri ile benzer çalışma biçimlerine dayanıyordu. “Vahşi kapitalizm” deyimi tam da işçilerin bu dönemde içinde bulunduğu acımasız çalışma ve yaşam koşullarını anlatmak üzere ortaya çıkmıştı. Engels’in ünlü İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde ya da Marx’ın Kapital’inde çizilen tablolar bunu tüm çıplaklığıyla ortaya serer. Keza dönemi yansıtan romanlarda da bu durum kendisini tüm korkunçluğuyla duyurur.
Dolayısıyla, bir açıdan bakıldığında, çalışma koşulları bakımından şimdi yeniden “vahşi kapitalizm” günlerine geri dönülüyor demek pek yanlış olmaz. Ancak bu durum, kapitalizmin bir iyisinin bir de kötüsünün olduğu ve dolayısıyla da işçilerin “iyi” kapitalizm ya da “vahşi olmayan” kapitalizm için mücadele etmesi gerektiği anlamına mı gelir? Hayır gelmez! Son 30 yıldır yaşanan gelişmelerin gösterdiği bir şey varsa eğer, o da bu yaklaşımda ifadesini bulan reformist stratejinin iflasıdır.
Devrimci Marksistler en başından beri, bir yandan işçilerin durumunda kapitalizm altında da iyileşmelerin mümkün olduğunu, fakat bunun tümüyle mücadeleye bağlı olduğunu söyledikleri gibi, diğer yandan, işçiler için kapitalizm altında asla kalıcı bir güvence olamayacağını söylemişlerdir. Engels 1891 yılında Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin Erfurt’ta toplanacak kongresi için hazırlanan yeni program taslağını eleştirirken, orada yer alan, “Proleterlerin sayısı ve sefaleti gittikçe artıyor” ibaresi vesilesiyle şunları demişti: “Bu böyle mutlak şekilde söylenince doğru değil. İşçilerin örgütlenmesi, onların gittikçe büyüyen direnişi, sefaletin artmasına olasılıkla belli bir set çekecektir. Kesinlikle artan şey ise, yarına güvensizliktir. Ben bunu eklerdim.” (1891 Sosyal-Demokrat Program Taslağı’nın Eleştirisi, İnter Y., s.89-90)
Böylece Engels birkaç kısa cümlede kapitalizm altında işçi için neyin mümkün olduğunu, neyin olmadığını ve mümkün olanın da koşulunun ne olduğunu berrak biçimde ortaya koymuştur. Ve her şey tam da Engels’in dediği gibi olmuştur. İşçilerin yükselen mücadelesi ve örgütlülüğü sayesinde burjuvazi işçi sınıfına tavizler vermek zorunda kalmış ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında belli iyileşmeler sağlanmıştır. Dahası işçi sınıfının verdiği mücadele Ekim Devrimiyle taçlanmış ve bu durum tüm dünya burjuvazisinin yüreğine korku salmıştır. Böylece burjuvazi, elindeki tüm zenginliği ve iktidarı yitirmektense önemli tavizler vermeye razı olmuştur. Ve elbette, bir yanda bu tavizler bir yanda da reformist önderliklerin marifetiyle işçi sınıfını ehlileştirebilmiş ve düzenini kurtarmayı başarabilmiştir. Esasen 20. yüzyıl içinde işçi sınıfının edindiği kazanımlar en çok Ekim Devriminin yarattığı koşullara dayanıyordu. Bu genel ilkeyi Rosa Luksemburg Ekim Devriminden de önce Sosyal Reform ya da Devrim adlı broşüründe şöyle ifade etmişti: “Reform çabasının devrimden bağımsız kendi başına bir gücü yoktur. Her tarihsel dönemde reformlar için çaba son devrimin itkisiyle alınan yön doğrultusunda sürdürülür ve son devrimin itilimi kendisini hissettirmeye devam ettiği ölçüde sürer.”
Gerçekten de sermayenin taarruzunun başladığı 80’li yıllara kadar dünya ölçeğinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesi Ekim Devriminin açtığı çığırla belirlenmişti. Bu dönem içinde baş gösteren proleter devrimci yükselişler zaferle sonuçlanmasa bile, 2. Dünya Savaşının bitiminde işçi sınıfının belli kazanımlar elde ettiği yeni bir sınıflar dengesi oluştu. İşçi sınıfı, büyük bedeller ödediği bu çalkantılı devrim, karşı-devrim, savaşlar ve iç savaşlar döneminden, her şeye rağmen yeni mevziler kazanmış olarak çıktı. Avrupa genelinde bakılacak olursa, 80’lere kadar bir bakıma sefası sürülen reformlar ve mevziler esasen bu fırtınalı sınıf savaşlarının bir ürünüydü.
Ama 70’li yıllara gelindiğinde kâr oranlarının düşüşü artık sermaye için katlanılmaz noktaya ulaşmış ve kapitalist sistem tarihsel bir tıkanıklık noktasına gelmişti. Bir yandan reformist sendikal ve siyasi önderlikler aracılığıyla işçi sınıfının tepkisinin üstesinden gelebileceğini hesap eden, bir yandan da sosyalist geçinen SSCB’nin kendisi açısından ciddi bir tehdit olmaktan çıktığına artık iyice kani olan dünya burjuvazisi, büyük taarruzunu başlattı. İşçi sınıfı devrimci perspektiften uzaklaştırıldığı ve örgütlü tepkisi bu önderlikler eliyle felç edildiği ölçüde, burjuvazi önceki dönemde vermek zorunda kaldıklarını geri toplamaya, yani karşı-reformları hayata geçirmeye başladı. 1990 dönemecinde SSCB’nin çökmesiyle birlikte burjuvazinin işçi sınıfı karşısındaki bu rövanş süreci daha da ivme kazandı. Son 30 yıldır süren bu taarruzun sonucunda burjuvazi, işçi sınıfının yaratılan toplumsal zenginlikten aldığı oransal payı ciddi anlamda geriletmeyi başarmıştır. Ama hepsinden önemlisi, 2000’li yıllarda kısmen başlayan kıpırdanmayı bir kenara bırakacak olursak, işçi sınıfını demoralize etmeyi ve örgütsüzleştirmeyi başarmıştır. Ve bugün işçi sınıfı işte tam da Engels’in dediği “yarına güvensizliği” iliklerine kadar hisseder noktaya gelmiştir.
Mücadele perspektifi
Buraya kadar çizilen tablo iç karartıcı olabilirse de, tarihsel deneyimin gösterdiği üzere mücadeleyle değiştirilebilecek bir tablodur. Ancak, mücadelenin doğru bir perspektif içinde, doğru bir anlayışla ele alınması kaydıyla.
Öncelikle yukarıda anlatılan tarihsel deneyimin ortaya koyduğu temel dersleri bir kez daha hatırlatalım. Birincisi, kapitalizm yıkılmadığı sürece işçi sınıfı açısından kalıcı güvenceler yoktur. Doğası gereği anarşik bir sistem olan kapitalizmde “yarına güvensizlik” hep var olacaktır. İşçi sınıfı kalıcı güvenceye, ancak kapitalizmi yıkıp toplumsal üretim araçlarına el koyduğu kendi devrimci iktidarını kurarak ve sınıfsız topluma giden yolu açarak kavuşabilir. İşçi sınıfı ancak kapitalizmi tümüyle tasfiye ettikten sonra rahat bir nefes alabilir. İkincisi, göreceli iyileşmeler ve güvencelilik dönemleri bile devrimlerin ve devrimci mücadelenin yan ürünleridir. O halde aslolan her zaman mücadelenin kendisidir. Ve işçi sınıfı nasıl geçmişte kapitalizmi yıkmayı başarmışsa, nasıl çok uzun yıllar sürmüş o kötü çalışma ve yaşam koşullarını geriletmeyi başarmışsa, şimdi de bunları yapabilecek güçtedir.
Bunların dışında hatırdan çıkarılmaması gereken bir husus, işçi sınıfının somut pratik çalışma sürecini doğrudan ilgilendiren söz konusu değişimlere karşı mücadelede sendikaların önemli mücadele araçları konumunda olduğudur. Hele bugün Türkiye’de işçi sınıfı sendikal örgütlülüğe ekmek-su kadar hayati bir ihtiyaç duymaktadır. Sermayenin yürüttüğü saldırılar karşısında hem dünyada hem Türkiye’de sendikalılık oranları büyük düşüşler göstermiş, sendikaların patronlar ve devlet üzerindeki etkisi hayli kırılmıştır. Diğer yandan, eğreti/güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasının da parçası olduğu bir dizi etmen sonucu, işyerlerinde sendikal örgütlenmenin geçmişe göre daha çok zorlaşmış olduğu da doğrudur. Ancak bu olgulara bakıp sendikaların miadını doldurduğu ve artık onların yerine alternatif başka örgütlülüklerin gerektiği düşüncesi, ya da bunun farklı bir dilde anlatımı olan “alternatif sendikacılık” arayışları yanlıştır ve gayrı ciddidir.
Diğer taraftan eğreti çalışmayla ilgili sorunun formüle edilişi bağlamında da bazı sakat anlayışların olduğunu hatırlatalım. Bu kapsamda, kimi akademisyenlerin, ILO’nun ve kimi “alternatif” toplumsal hareketlerin yanlış yaklaşımlarına prim vermemek gerektiğini vurgulamalıyız. Bu çevreler eğreti çalışma sorununu daha ziyade kadınlar, göçmenler, azınlıklar vb. ile ilgili “ayrımcılık” sorunları ekseninde ele almaya eğilimlidirler. ILO’nun yürüttüğü kampanyaların vurgusu daha ziyade bu yöndedir. Evet eğreti çalışma biçimleri öncelikle ve en çok bu kesimleri hedef almıştır. Ancak bu, işlemekte olan eğilimin sadece bir yönünü ortaya koymaktadır. Nitekim zaman içinde gitgide daha belirgin biçimde ortaya çıkan durum, eğreti çalışma biçimlerinin işçi sınıfının tüm kesimlerine yayılması ve artık genel norm olmaya başlamasıdır. Hele Türkiye gibi ülkelerde bu çalışma biçimleri artık çalışma rejiminin omurgasını oluşturmaya başlamıştır. Dolayısıyla sorun bütünüyle ve en saf biçimde bir işçi sınıfı sorunudur. O nedenle işçi sınıfının bütün kesimlerini ilgilendirmektedir.
Bugün en güvenceli görünümlü çalışma kolları bile eğreti çalışmanın sirayet ettiği alanlar haline gelmektedir. Örneğin Türkiye’de en güvenceli konumda addedilen kamuda bu tür işlerin büyüklüğü ayyuka çıkmıştır. Sözleşmeli öğretmenlik, ücretli öğretmenlik, 4/b ve 4/c statüleri yaygınlaşmış, başta belediye işleri olmak üzere diğer birçok kamu hizmeti alanında taşeronlaşma inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Bu örnekler ortadayken kimsenin “bana dokunmaz” aymazlığına kapılma lüksü yoktur. O nedenle mücadele işçi sınıfının en geniş birliğini sağlayacak bir perspektifle yürütülmeye çalışılmalıdır.
Tüm zorluklara rağmen işçi sınıfı dünyanın değişik bölgelerinde yeni bir mücadele dönemine girmiş bulunmaktadır. İşin doğrusu, sermayenin son çeyrek yüzyıldır sürdürdüğü neo-liberal saldırıların asıl küresel ölçekte can acıtıcı etkileri yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştır. Şimdiye kadarki süreç bir anlamda yeni iş rejimine bir geçiş dönemi sayılabilir. Artık yeni işçi kuşakları iş hayatına gözlerini tümüyle bu yeni çalışma rejimi altında açıyor ve bu yeni rejimin sonuçlarını tüm boyutlarıyla ancak şimdi hissetmeye başlıyorlar.
Diğer taraftan, şüphesiz işçi sınıfının mücadelesi açısından hâlâ bir geçiş döneminde bulunuyoruz. 2000’li yıllarla birlikte bir uyanış başlamıştır. En son Tunus’taki halk ayaklanmasının da gösterdiği üzere önümüzdeki dönemin işçi sınıfının mücadelesinde yukarı doğru yeni yükselişlerle karşılaşacağımız bir dönem olacağı kesindir. Evet, eğreti çalışma biçimleri ve güvencesizlik belirli bir evre için işçilerin mücadeleye başlangıç adımlarını atmada ciddi engeller teşkil etmekteyse de, belli bir noktadan sonra bu engeller çok keskin yükselişlerle aşılabilecektir. Görev bu yükselişleri elden geldiğince örgütlü yükselişler haline getirmektir.
[*] Bkz. Hasan Ejder Temiz, Eğreti İstihdam: İşgücü Piyasasında Güvencesizliğin ve İstikrarsızlığın Yeni Yapılanması, Çalışma ve Toplum, 2004/2
link: Levent Toprak, Eğreti Çalışma ve Artan Sömürü, 1 Şubat 2011, https://marksist.net/node/2587
Doğanın Dengesini Bozan Kapitalizmdir
Tahliyelerin Aynasında Burjuva Hukuku