Türkiye sosyalist hareketi uzun süredir derin bir ideolojik ve örgütsel krizle boğuşuyor. Sosyalist hareket, büyük çoğunluğu itibarıyla, 12 Eylül faşizmine giden süreçte tutturduğu yanlış yolun, savunduğu görüş ve taktiklerin köklü bir muhasebesini yapmadığı gibi, SSCB’nin yıkılışının yarattığı dünya çapındaki ideolojik ve örgütsel bunalım döneminin dayattığı görevlerden de kaçarak kurtulacağını sanmıştır. Bugün her yönüyle açığa çıkan ve gerek ulusal gerekse de uluslararası ölçekte yaşanan her gelişmeyle birlikte daha da keskinleşen bunalımın asli nedeni de bu sorgulamanın radikal bir biçimde yapılmamış olmasıdır. Tüm yaşananlar, Stalinizmle ve onunla sarmaş dolaş olmuş bir Kemalizmle bağları kökten koparmadan, devrimci sosyalist bir işçi hareketinin gelişmesinin mümkün olmadığı gerçeğini haykırıyor. Ama Stalinizmin okulunda yetişen ve sosyalizmi de devletçi ve ulusalcı bir kalkınma modeli olarak kavrayan sosyalist hareketin geniş kesimleri, bu nitelikleriyle, bıraktık Stalinizmi, Kemalist ideolojiyle köklü bir hesaplaşmaya girmeye bile hiç niyetli görünmüyor. Uzun yıllarını ağır bir Kemalizm propagandası altında geçiren sosyalist kadroların önemli bir bölümünün düşünce dünyasında, Kemalist ideallerle sosyalist hedefler arasında bir örtüşme söz konusudur. Kemalizm de “ilericiliği”, “modernleşmeyi”, “kalkınmayı”, “bağımsızlığı”, “yurtseverliği” ve “dinsel gericiliğe karşı savaşımı” savunduğuna göre onunla hesaplaşmaya ne gerek vardır şeklindeki düşünce, dile getirilmemesine rağmen bu zihniyettekilerin benliklerine sinmiş durumdadır!
Kemalizmle küçük-burjuva sosyalizminin ortaklaştıkları noktalardan biri de, bu “yüce değerler” sözkonusu olduğunda “demokratik hak ve özgürlükler”in birer teferruat olarak görülmesidir. “Laikliği”, “moderniteyi” savunduklarını iddia eden Kemalistler, “dinsel gericiliğe karşı mücadele” demagojisiyle darbeler planlayıp, burjuva demokratik hak ve özgürlükleri “cici demokrasi” diye yıllarca alaya aldılar. Bunun yanı sıra, içten içe ve hatta açıkça bu darbeci zihniyeti destekleyen sözümona sosyalistler de hiç eksik olmadı bu ülkede. Keza Türk solunun büyük bölümünü oluşturan bu küçük-burjuva sosyalizmine göre demokratik hak ve özgürlükler, milliyetçi-devletçi-kalkınmacı ideallerin yanında tümüyle tali öğelerdi.
Bu tür görüşlerin sosyalizm adına savunulabiliyor oluşunun temelinde hiç kuşkusuz ki küçük-burjuva sosyalizminin en gelişmiş şekli olan Stalinizm yatmaktadır. Yıllar boyunca işçi sınıfının en temel siyasal özgürlüklerinden ve grev, bağımsız sendikal örgütlenme gibi temel demokratik haklarından mahrum edildiği Stalinist diktatörlükler, bu tarz sosyalistler tarafından kutsanıp Kâbe ilan edilmişti. Kimileri SSCB’de, kimileri Çin’de, kimileri de Arnavutluk’ta sosyalizmin en tam ve doğru şeklini görüyorlardı. Hatta milyonlarca insanı açıkça katlettiği inkâr edilemez bir gerçek olan Pol Pot gibi bir caniyi bile devrimci sayan kendini bilmezler de eksik olmamıştır küçük-burjuva sosyalizm saflarında.
Küçük-burjuva sosyalizminin bu anti-demokratik ve hatta despotik iktidar tasavvuru onun “kendi” ülkesinde önüne koyduğu “devrim stratejisi”ne de sinmiş durumdadır. Üstelik de en kabasından çelişkilerle! Yıllardır bu hareketin önemli bir kesimi, Türkiye’de gündemde olan devrimi bir “demokratik devrim” olarak değerlendirmektedir. Ne var ki “demokratik devrim” hedefini öne alarak sosyalist devrimi ve bir işçi iktidarını belirsiz bir geleceğe erteleyen küçük-burjuva solcular, burjuva iktidarların gerçekleştirdikleri siyasal reformlara, kısmi bile olsa kimi demokratik dönüşümlere feryat figan karşı çıkıyorlar. İş faşizme karşı mücadele ya da devrim perspektifleri hususundaki kitabi tartışmalara gelince, burjuvazinin “ilerici, millici” kesimleriyle türlü ittifaklar ve cepheler önererek burjuva demokrasisinin bayraktarlığına soyunan küçük-burjuva solcular, mevcut hükümetin gerçekleştirdiği birtakım reformları değerlendirirken bu değişiklikleri küçümseyip önemsiz kılmak için bin dereden su getiriyorlar. Siyasal özgürlükler, asker-sivil bürokrasinin siyasal alan üzerindeki hegemonyasının kırılması gibi sorunlar tartışılırken, küçük-burjuva solcularımız bir anda işçi sınıfını hatırlayıp “asıl mesele iş ve aş meselesi” söylemini tutturuveriyorlar! Burjuvazi içerisinde yaşanan hegemonya kavgasının ürünleri olan kısmi demokratik dönüşümleri görmezden gelmek, mevcut statükoyu savunan tutucu ve hatta gerici bir çizgiye düşmek anlamına geliyor.
Çok daha ötesini gerçekleştirecek bir devrimci kitle seferberliğini örgütleyecek güçten tümüyle yoksunken kendini dev aynasında görüp büyük laflar etmek ve ahkâm kesmek, iflah olmaz bir küçük-burjuva hastalıktır. Bu lafazanlığa son dönemde 1 Mayıslardan tutun tüm politik gelişmelerde artık pervasızlık boyutlarına ulaşmış şekliyle şahit oluyoruz. Hiçbir ciddi kanıt göstermeksizin ve ispat etme gereğini bile hissetmeksizin, başkalarını “liberalizmle”, “dar ve düzen içi bir ufka sahip olmakla”, “kapitalizm ve burjuva demokrasisi kuyrukçuluğuyla” vb. suçlamak lafazanlar arasında pek moda olmuştur. Bu tür lafazan grupların tek kaygısı rakip lafazanlardan “daha devrimci” bir söylem, “daha devrimci” bir formülasyon bulmaktan ibarettir. Bu tür tutumları, belli bir politik kavrayışın tutarlı sonuçları olarak görmek ve Marksist bir eleştiriye tâbi tutmak bile gereksizdir. Bu tutumlar, gayri ciddilikten, sorumsuzluktan, hamasete dayanan ucuz bir demagojiden ve oportünizmden başka bir anlama gelmemektedir.
Marksizm ve “demokrasi mücadelesi”nin önemi
Stalinizmin işçi hareketinin demokratik geleneklerini yok ederek yarattığı tahribat, yıllar boyunca burjuva ideologlara, sosyalist düşüncenin anti-demokratik ve despotik bir ideoloji olduğu propagandasını yapma olanağı sağlamıştır. Peki gerçekten durum bu mudur? Gerçekten de sosyalistler açısından demokratik hak ve özgürlükler önemsiz midir, ikincil midir? Hiçbir şüpheye yer bırakmadan söyleyelim ki hayır! Kalkınmacılık, devletçilik ve milliyetçilikle şekillenen küçük-burjuva sosyalizminin aksine, Marx ve Engels’in temellerini attığı, Lenin’in, Rosa’nın ve Troçki’nin sürdürdüğü devrimci Marksist geleneğin hamuru tutarlı bir demokratlıkla yoğrulmuştur. Marksizm her şeyden önce tutarlı bir demokratlığı gerektirir. Bu özgürlükçü dünya görüşü, her türlü ayrımcılık, ayrıcalık ve despotluğa karşı amansız bir savaş ilanıdır.
Marksizm demokratik hak ve özgürlükleri asla küçümsemez; tersine, burjuva demokrasisini biçimsellikle, darlık ve sınırlılıkla, göstermelik oluşuyla eleştirir. Burjuvazi, bir taraftan demokrasiden söz ederken, diğer taraftan ezilen ve sömürülen kitlelerin politikaya aktif katılımını önlemek için halkın önüne yüzlerce engel çıkarır, sınırlamalar getirir. Burjuvazi, tanıdığı ya da tanımak zorunda kaldığı demokratik hakların çoğunun emekçiler tarafından maddi olanaksızlıklar nedeniyle zaten kullanılamaz olduğunun bilincindedir. Yayın dağıtım tekelleri, kağıt stokları, matbaalar, televizyon-radyo-internet ve cep telefonu şebekeleri burjuvazinin elinde ve denetiminde olduğu sürece, tüm topluma basın-yayın ve iletişim özgürlüğünün tanınmasında ne mahsur olabilir ki? Ya da dev konferans salonları, tiyatrolar ve sinemalar kendi ellerinde olduğuna göre, işçilerin “barakalarda” toplantı özgürlüğünü kullanmalarından o kadar da korkmanın ne gereği vardır? Emekçilerin gerekli zamanı ve parası olmadığına göre seyahat özgürlüğünün de bir sakıncası yoktur. Parlamento seçimlerine katılmak ve kazanmak için binlerce lira harcamak gerektiğine göre seçme ve seçilme hakkından da o kadar ürkmemek gerekir, öyle değil mi?
Burjuvazinin demokrasi konusundaki bu ikiyüzlülüğüne rağmen Marksistler elbette ki demokratik hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasını değil, özgürlük ve eşitliğin tam olarak sağlanmasını hedeflerler: “...emperyalist sistemde, … siyasal demokrasinin tüm istemleri ancak kısmen "gerçekleşebilir", ve o da ancak çarpıtılmış bir biçimde ve istisnai durumlarda. … Ama bundan çıkan sonuç, sosyal-demokrasinin bütün bu istemler için derhal verilmesi gereken en kararlı savaşımdan vazgeçmesi gerektiği sonucu değildir (böyle bir şey, ancak burjuvazinin işine yarar), tam tersine, buradan çıkacak sonuç, bu istemlerin, burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları kesin eyleme çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin, reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.”[1]
Kapitalist sistem, toplumun küçük bir azınlığını oluşturan mülk sahibi sınıfın egemenliği anlamına geldiği için bu toplumdaki demokrasi de bu mülk sahibi sınıfın egemenliğini yansıtır. Bu nedenle hiçbir zaman toplumun geniş emekçi yığınları açısından gerçek, tam ve tutarlı bir demokrasi haline gelemez. Bu yüzden, demokratik hak ve özgürlüklerin, hele ki emperyalizm çağında, burjuva toplum çerçevesinde tam ve tutarlı olarak gerçekleşebilir olduğu düşüncesi liberal burjuva ideologların yalanlarından başka bir şey değildir. Ne var ki, bu gerçeklik, böylesi hedef ve talepleri küçümsemek ya da hepten kaldırıp bir tarafa atmak anlamına gelmemelidir. Tersine bu gerçeklik, demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin önemini daha da arttırır. Kitlelerin bu doğrultudaki istemleri daha tam ve daha tutarlı hale getirilip, emekçiler bu doğrultuda seferber edilebildiği ölçüde, en temel ve acil taleplerin bile kapitalist sistem tarafından karşılanamaz olduğu düşüncesi giderek kitlerin bilincine kazınmaya başlar. Doğru ve devrimci bir tarzda formüle edildiği ölçüde bu tür demokratik talepler, işçilerin iktidar mücadelesinde bir kaldıraç olma niteliği taşırlar.
Temel demokratik haklardan olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını boşanma hakkına benzeterek ele aldığı bir yazısında Lenin bu düşünceyi şöyle dile getiriyordu: “Kapitalizmde, istisnasız bütün öteki demokratik haklar gibi, boşanma hakkı da bazı koşullara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır. Ama gene de kendine karşı saygısı olan hiçbir sosyal-demokrat, boşanma hakkına karşı duran bir kişiyi, sosyalist olmak şöyle dursun, demokrat bile saymayacaktır. Konunun özü budur. Bütün "demokrasi", kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen "haklar"ın ilanını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilan etmeksizin, bu hakları hemen şimdi getirmek için savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.”[2]
İşçi sınıfı tüm emekçi kesimlerin önderi haline gelmeksizin sosyalist devrimi başaramaz; ama siyasal savaşıma atılmaksızın ve toplumun tüm ezilen ve baskı altında olan kesimlerinin sözcülüğüne soyunmaksızın da toplumun önderi haline gelemez. Demokratik hak ve özgürlüklerin gelişimi ve demokratik dönüşümler uğruna yürüteceği mücadele sayesinde, işçi sınıfı, toplumun başta yarı-proleterler olmak üzere diğer emekçi kesimlerini de peşine takarak sosyalist devrimin toplumsal tabanını genişletmiş, böylelikle de devrimin zaferini yaklaştırmış olacaktır.
“Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır”
Burjuva demokrasisinin genişlemesi, emekçi kitleleri devrime hazırlama görevini kolaylaştırır. Ama demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesi, ya da daha genel bir deyişle “demokrasi mücadelesi”, yalnızca işçi sınıfının sosyalist devrim yolunda eğitilmesi açısından araçsal bir niteliğe sahip olmanın çok daha ötesinde bir anlama sahiptir. Demokrasiye duyulan ihtiyaç, işçilerin iktidarı ele geçirmesiyle ortadan kalkmaz, tersine daha da artar. Çünkü demokrasi sınıf savaşımını daha doğrudan, daha geniş, daha açık, daha belirgin hale getirir. Lenin’in deyişiyle “gerek duyduğumuz şey de budur”. Dolayısıyla emekçiler en gelişmiş demokratik hak ve özgürlüklere sahip olmadıkça ve bunlar kâğıt üzerinde kalmayıp hayata geçirilme olanakları sağlanmadıkça bir işçi devletinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bir başka deyişle demokratik olmayan bir sosyalist hareket, tanımı gereği bir garabet olduğu gibi, kendisine ne sıfatı yakıştırırsa yakıştırsın, demokratik olmayan bir sözümona sosyalist iktidar da işçi sınıfının kurtuluşu davasına hizmet etmek şöyle dursun, onun önünde bir engel olacaktır. 20. yüzyılda yaşanan Stalinist bürokratik diktatörlükler bu gerçeği yeterince çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Stalinizmin sosyalizm düşüncesine sürdüğü despotizm lekesinin aksine, Lenin’in demokrasi konusundaki fikri çok netti. Şöyle diyor Lenin: “Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. Çünkü: (1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; (2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez.”[3]
“Demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır” düşüncesini Lenin, burjuva devleti analiz ettiği ve işçi devletinin nasıl bir şey olması gerektiğini ortaya koyduğu Devlet ve Devrim adlı çalışmasının da temel eksenlerinden biri haline getirmişti. İktidarın ele geçirilmesinden sonra da asla bu görüşlerinden vazgeçmedi. 1918’de, işçi meclislerine (sovyet) dayanan bir demokrasinin üstünlüklerini vurgularken, proleter demokrasinin en gelişmiş burjuva demokrasilerinden milyon kez daha demokratik olduğunu söylüyordu Lenin: “Sovyetler, bizzat emekçi ve sömürülen kitlelerin, devleti kendi başlarına kurma ve mümkün olan her tarzda yönetme olanağını kolaylaştıran doğrudan örgütleridir. … Basın özgürlüğü bir ikiyüzlülük olmaktan çıkar, çünkü basımevleri ve kâğıt burjuvazinin elinden alınır. En iyi yapılar, saraylar, köşkler, konaklar vs. için de durum böyledir. Sovyet iktidarı bu en iyi yapıların binlercesini ve on binlercesini bir anda sömürücülerin elinden aldı ve böylece onsuz demokrasinin bir aldatmaca olduğu kitleler için toplantı hakkını milyonlarca kez daha "demokratik" kıldı. … Proleter demokrasi herhangi bir burjuva demokrasisinden milyonlarca kez daha demokratiktir; Sovyet iktidarı en demokratik burjuva cumhuriyetinden milyonlarca kez daha demokratiktir.”[4]
Burada en önemli husus, “bizzat emekçi ve sömürülen kitlelerin, devleti kendi başlarına kurma ve mümkün olan her tarzda yönetme olanağı”dır. Bu olmaksızın, yani bütün bir emekçi halk doğrudan bir şekilde devlet işlerine katılmaksızın, devleti bizzat kendisinin nasıl yöneteceğini öğrenmeksizin işçi devleti bir hayal olmaktan ileriye gidemez. Ama bunun için de, işçi sınıfının daha kapitalizm yıkılmadan önce, siyasal savaşıma katılması, “demokrasi savaşımı okulunda okuması”, bürokratizme ve despotizme karşı nasıl savaşabileceğini öğrenmesi gerekir. Kapitalist toplumda işçi sınıfının demokratik hak ve özgürlükler için vereceği mücadele ile işçi devletindeki demokrasi arasındaki bağı şu şekilde kuruyor Lenin: “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir – ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en "ideal" demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. Bankalara el koymaksızın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, tüm emekçi halk yığınlarını, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köylüleri, saflarını ve güçlerini demokratik bir biçimde örgütlemeleri ve devlet işlerine katılmaları için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz.”[5]
Demokrasi mücadelesiyle sosyalizm mücadelesi iç içedir
Kapitalizm gericileştikçe, onun parlamenter demokratik kurumları da çürümeye başlar. Burjuva toplum, çürümüş, dar kalıplara sıkışmış, militarize olmuş bir demokrasi ile faşizm gibi olağanüstü devlet biçimleri arasında salınmaya koyulur. Toplumun demokratik beklentilerini en tam haliyle hayata geçirme görevi proletaryanın sırtına biner. Lenin, emperyalizm çağında, demokrasi uğruna verilecek savaşımla sosyalizm mücadelesinin iç içe geçmişliğini bu yüzden vurguluyor. Bu ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır, bunlar bir bütün oluştururlar. Bir başka deyişle önce demokrasi sorununu çözecek bir “demokratik devrim ve devrimci-demokratik bir iktidar”, ardından kapitalist sömürüyü ortadan kaldıracak bir “sosyalist devrim ve işçi sınıfı iktidarı” şeklindeki bir ayrımın Marksizmle ilişkisi yoktur. Demokrasi mücadelesinin tam başarıya ulaşması (ki ancak bir devrimle mümkündür), işçi iktidarından farklı, ondan kategorik olarak ayrı bir iktidar biçimi yaratmaz. Aynı şekilde kapitalist sömürüye karşı proleter bir devrimle kurulacak işçi iktidarı da emekçi kitleler için en geniş demokrasi dışında bir rejime dayanamaz. Bu nedenledir ki Marksistler tüm siyasal demokratik talepleri devrimci sınıf mücadelesine doğrudan doğruya bağlı kılmaya çalışırlar.
Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki bu bağ kopartıldığında, geriye, bir uçta liberalizm ve diğer uçta da sekterlikten, despotizm esintilerinden başka bir şey kalmaz. İşçilerin iktidarı ele geçireceği bir proleter devrim hedefinden kopartılmış bir “demokrasi mücadelesi”ni savunmak liberalizme kapıyı açmak anlamına gelir. Diğer taraftan, bu hakları savunma ve geliştirme görevini ya da demokratik dönüşümleri, sosyalizm hedefini öne çıkarmak adına küçümsemek, “bu haklar kapitalizmde imkânsız sosyalizmde gereksizdir” diye düşünmek de baştan aşağıya yanlıştır ve her türlü sekterlik ve despotizmi işçi hareketine taşımak anlamına gelir: “Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini ya da bu devrimi gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz.”[6]
Türkiye’de toplumun ve ekonominin kapitalist dönüşümü anlamında “demokratik devrim” çoktan gündemden düşmüştür. Ne var ki bu durum hiç de bu ülkede ciddi demokratik sorunların ve acilen çözüm bekleyen demokratik görevlerin olmadığı anlamına gelmiyor. Tersine, güdük bir burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü Türkiye’de, ulusal, etnik, cinsel, dinsel-mezhepsel ayrımcılık, militarizm, baskı ve şiddet had safhadadır. Türlü kombinasyonlar ve biçimlerde iç içe geçen bu sorunlar tüm toplumun üzerine bir karabasan halinde çöküp hastalıklı bir ruh hali yaratmış durumdadır. Dahası bu durum, zaten olağanüstü ölçüde sınırlandırılıp baskı altına alınmış sendikal mücadele düzeyi de hatırlanacak olursa, işçi sınıfının birliğinin sağlanması görevini alabildiğine zorlaştırmaktadır. Başta sendikal hak ve özgürlüklerin mümkün olan en geniş içerikle elde edilmesi olmak üzere, Kürt sorununun ayrılma hakkının kabulüyle birlikte demokratik bir tarzda çözülmesi, siyasal alan üzerindeki asker-sivil bürokrasinin hegemonik rolüne son verilmesi, etnik azınlıklar ve dinsel mezhepler üzerindeki baskıların kaldırılıp ayrımcılık ve ayrıcalıklara son verilmesi, dini özgürlüklerin sağlanması, devletin dinden tümüyle elini çekerek gerçek bir laikliğin hayata geçirilmesi, eğitim sisteminin demokratikleştirilerek militarizmden, Kemalizmden ve her türlü gericilikten arındırılması ve benzeri sorunlar son derece yakıcı, kangrenleşmiş sorunlardır. Tüm bu sorunların işçi sınıfının mücadelesinin gelişiminin önünde birer engel olduğu çok açıktır. İşçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilebilmesi için olduğu kadar bu topraklarda tarihsel nedenlerden ötürü pek de gelişkin olmayan genel demokratik bilincin gelişimi açısından da demokrasi uğruna savaşım hayati bir önem taşımaktadır. İşçi sınıfı her türlü burjuva gericiliğe karşı demokrasiyi savunma mücadelesini kendi örgütleri ve yöntemleri aracılığıyla ve hiç kuşkusuz ki iktidarı kendi ellerine alma perspektifiyle yürütmek zorundadır.
Demokrasinin kaderi işçi sınıfına bağlıdır
Diğer taraftan içinde bulunduğumuz emperyalist paylaşım savaşları dönemi de proletaryanın önündeki demokratik görevleri ağırlaştırmaktadır. Dünya genelinde demokrasi bakımından ciddi bir erozyon süreci yaşanmakta ve genel anlamda “güvenlik devleti” kılıfı altında polis devleti uygulamaları yeni biçimler alarak yaygınlaşmakta, demokratik hak ve özgürlüklere ciddi darbeler vurulması yönündeki faşizan eğilim güçlenmektedir.
Emperyalizm dönemi Marksistler tarafından savaşlar ve devrimler çağı olarak adlandırılmıştır. Bunun anlamı, bir tarafta emperyalistler arasındaki rekabet savaşımının diğer tarafta da işçiler ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının genelde keskinleşmesi demektir. Böyle bir dünyada yükselen değerler barış, özgürlük ve demokrasi değil, savaş, tahakküm, militarizm ve faşizm eğilimi olacaktır. Sözümüzü yüz yıldan uzun bir süre önce Marksizmi liberal bir revizyona tâbi tutmaya çalışanlara karşı Rosa’nın şu satırlarıyla bitirelim: “Bu gerçek (…) sosyalist işçi hareketinin bugün bile demokrasinin tek dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir. Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil, demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuvazinin demokrasiyi terk edişinin gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler, sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek zorundadırlar.”[7]
[1] Lenin, “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı –Tezler”, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., 7.bsk, s.151
[2] Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., 1.bsk, s.91
[3] Lenin, age, s.92
[4] Lenin, “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky”, Seçme Eserler, c.7, İnter Yay. s.148-9
[5] Lenin, “P.Kievski'ye Yanıt”, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., 1.bsk, s.23-24
[6] Lenin, “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı –Tezler”, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, s.149
[7] R. Luxemburg, Sosyal Reform ya da Devrim, Ma-Ya Yay., 1.bsk, s.91
link: Oktay Baran, Sosyalizm ve Demokrasi Mücadelesi, 1 Eylül 2010, https://marksist.net/node/2492
Pakistan’daki Felâketten Kapitalizm Sorumludur!
Beylerin, Efendilerin Laf Dalaşı ve “Memur”ların Alınganlıkları