“Eksen kayması” tartışmaları, Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışından bu yana devam ediyor. Esasen İsrail ve ABD kaynaklı olan bu kavram, kısa sürede statükocu cenahın AKP’yi sıkıştırmaya yönelik temel argümanlarından biri haline gelmiştir. Küçük-burjuva ve milliyetçi solu da peşine takmayı beceren statükocu cephe, “eksen kayması”na konu olan dış politika yöneliminin ve hamlelerinin, AKP’nin gizli İslamcı ajandasının bir parçası olduğunu ve Türkiye’yi Batı’dan ve Batı’nın çağdaş değerlerinden kopararak şeriatçı bir rejime yaklaştırdığını iddia ediyor. Bu tartışmalarda statükocu kanadın bir kısmı AKP’nin dış politika yönelimlerinden yola çıkarak Türkiye’nin Amerika merkezli Batı ittifakından çıkarılmaya çalışıldığını, solcu görünen kısmı ise bizzat ABD komplosu sayesinde farklı bir yola girildiğini söylüyor. Her ikisi de bu yolun Türkiye’yi İslamcı-gerici bir yönelişe soktuğunda hemfikir.
Bu iddialara göre, AKP, modern ve laik Batı değerlerinin savunucusu durumundaki kurum ve anlayışları yıpratmaya çalışarak, faşizan, şeriatçı bir düzen kurmayı hedeflemektedir. Bunlara göre AKP’nin İsrail’e kafa tutması, Filistin halkının hamiliğine soyunması “komşularla sıfır sorun” politikası izlemesi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya dönük ekonomik girişimleri, İran meselesinde ABD-İsrail politikalarına karşı çıkması, Kıbrıs ve Ermeni sorunlarındaki yaklaşımları; yani son dönemdeki tüm dış politika hamleleri bu yönelimin bir parçasıdır.
Bu tezler, statükocu cenahın sahip olduğu anlayışın ve kavrayışın sığlığını açıkça ortaya koymaktadır. Ve bu sığlık da, artık Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak bir ideolojinin, yani Kemalizmin tıkanmışlığının, miadının dolduğunun göstergesidir. Fakat işin acı tarafı, sosyalist solun, kökleri derinlerde olan Kemalizm bulaşıklığı ve Stalinizm geleneği nedeniyle bu basit gerçekleri kavrayamaması ve politik düzlemde statükocu cephenin kuyruğuna takılmasıdır. Kapitalizme karşı mücadelenin AKP karşıtlığına ve anti-emperyalizmin de Amerikan karşıtlığına indirgenmiş olması, solun bu bulaşıklığının ve geleneğinin bir ürünüdür.
Bu yüzden sosyalist solun büyük bir kısmı, “eksen kayması” tartışmalarında statükocu cephenin sahte solcularıyla ağız birliği yapmaktadır. Bunlara hâkim olan anlayış; Amerikan emperyalizminden uzaklaşmak anlamında eksen kayması diye bir şeyin olmadığı ve fakat daha baskıcı bir rejime doğru bir eksen kaymasının yaşandığı, yaşananların başından beri ABD planlarının bir parçası olduğu ve bu bağlamda da AKP’nin ABD’nin “kuklası” veya en fazla “etkin taşeronu” olduğu yönündedir. Statükocu cephe, burjuvazinin iç kapışmasının bir tarafı olduğundan ve “eksen kayması” tartışmalarında söylenenleri bu iç kapışmada kendi lehinde argümanlar olarak kullanmaya çalıştığından, durumunun anlaşılır bir yanı vardır. Ancak AKP karşıtlığına hapsolmuş sosyalist solun yaklaşımlarının anlaşılır ve kabul edilebilir bir tarafı yoktur.
Sosyalist sol, kendini hapsettiği bu indirgemeci ve yüzeysel konum yüzünden, ne Türkiye’nin artık emperyalist bir güç haline geldiğini fark edebilmekte, ne de AKP karşıtlığı ekseninde kuyruğuna takıldığı statükocu cephenin kendisini bataklığa sürüklediğini görebilmektedir. Bu bağlamda, asıl eksen kaymasına uğrayanın sosyalist sol olduğunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır. ABD’nin Türkiye’yi bir şeriat ülkesi haline dönüştürmeye çalıştığını öne sürmenin, “yeni Osmanlıcılık” veya “komşularla sıfır sorun” gibi emperyalist dış politika yaklaşımlarının ABD’nin bölgedeki planlarını hayata geçirmekten ibaret olduğunu iddia etmenin, kapitalizmin aldığı bunca mesafeye rağmen Türkiye’yi halen ABD’nin basit bir kuklası ya da taşeronu olarak görmenin başka ne tür bir izahı olabilir?
Statükocuların ve milliyetçi solun aksine, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin bu tartışmayı başlatmaktaki maksatları, bölgesel düzeyde bir güç haline gelmiş olan, ABD’nin ona biçtiği rolün ötesine geçerek ve hatta yer yer ona kafa tutarak pastadan daha fazla pay almak isteyen Türkiye’nin bir nebze olsun hizaya çekilmesiydi. ABD ve diğer emperyalist güçler, Türkiye’nin bölgesel bir güç haline geldiğinin fazlasıyla farkındadırlar ve onun eksen kayması tartışmalarına konu olan yönelimlerinin amacının da, emperyalistleşen her ülke gibi, kendine nüfuz alanları oluşturma ve yeni pazarlar ele geçirme çabası olduğunun bilincindedirler. Onların derdi, Türkiye’nin dozu kaçırarak kendi planlarını bozmaması ve rakip emperyalist güçlerin elini kuvvetlendirecek adımlar atmamasıdır. Nitekim AKP’nin, ilk yaptığı çıkışların ardından daha mutedil bir çizgiyle süreci devam ettirmesi üzerine, aynı Batılı çevrelerden eksen kayması diye bir şeyin söz konusu olmadığı yönünde açıklamalar gelmeye başlamıştır.
Emperyalistleşen Türkiye
Açıkça ifade etmek gerekir ki, eksen kayması tartışmalarına konu olan yönelimler, Türkiye’nin kendi bölgesinde yükselen bir emperyalist güç haline gelmesinin zorunlu sonuçlarıdırlar. Türkiye burjuvazisi, özellikle son 10 yılda ciddi bir sermaye birikimi sağlamış, Özal döneminden beri kararlı bir şekilde sürdürdüğü dışa açılma/entegrasyon sürecinde önemli aşamalar katetmiş ve Türkiye dünyanın 17. ekonomisi konumuna gelmiştir. Elif Çağlı’nın Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye adlı yazısında ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu üzere;
Bir zamanların az gelişmiş kapitalist ülkesi Türkiye, 1960 sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme neticesinde orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına katılmıştır. ‘80 sonrasında ise, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri zapturapt altına alıp sermaye için adeta dikensiz gül bahçesi yaratan olağanüstü burjuva rejimler altında, dışa açılma yönünde hummalı bir yapısal değişim süreci yaşanmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye orta gelişkin kapitalist ülkeler kategorisi içinde yukarılara tırmanmış ve bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi etmiştir.
Emperyalist bir ülke olmanın en temel göstergelerinden biri, Lenin’in de zamanında açıkça belirttiği gibi, sermaye ihracıdır. Bu açıdan baktığımızda Türkiye kapitalizmi, yurtdışında yapmış olduğu yaklaşık 85 milyar dolarlık doğrudan sermaye yatırımıyla ciddi bir gelişme göstermiştir.[1] Doğrudan yatırımların tutarının 1984 yılında sadece 113 milyon dolar, 2002 yılında ise 11,5 milyar dolar olduğu göz önüne alındığında, yaşanan gelişme daha iyi anlaşılacaktır. Bu rakamlara, yine yurtdışındaki doğrudan olmayan sermaye yatırımları da eklendiğinde, 1984-2009 arasında Türkiye’nin ihraç etmiş olduğu sermayenin toplam tutarının 660 milyar dolar olduğu ortaya çıkacaktır.[2] Türkiye’nin, yine bu dönem itibariyle yurtdışındaki varlıklarının (doğrudan sermaye yatırımları, hisse senetleri, borç senetleri, para piyasalarında yapılan işlemler, ticari ve banka kredileri, her türden banka mevduatları ve yatırımları, rezerv varlıkları) toplamı ise 1,3 trilyon dolara ulaşmıştır.
Üstelik bu gelişme, özellikle 2002 yılından sonra, yani AKP hükümetiyle birlikte sıçramalı bir çizgi izlemektedir. 1984-2002 arasında toplam sermaye ihracı 152 milyar dolar ve toplam yurtdışı varlıkları da 309 milyar dolardır. Yani Türkiye, toplam sermaye ihracı bakımından, bu yıllar arasında %5, 2002-2009 yılları arasında ise %23 büyüme kaydetmiştir. AKP’nin Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına yanıt veren has bir sermaye partisi olduğunu söylememiz boşuna değildir. Emperyalist dış politika yönelimlerinin neden özellikle AKP döneminde gündeme geldiği ve rakip güçler karşısında Erdoğan’ın neden “delikanlıca” çıkışlar yaptığı da böylece rahatlıkla anlaşılacaktır. Türkiye’nin, emperyalistleştiği ölçüde daha girişken, müdahaleci ve inisiyatif alan bir dış politika izlemesi kaçınılmazdır. Emperyalist hiyerarşi içinde üst basamaklara tırmanmak için bu zorunludur.
Türkiye kapitalizminin 2000’li yıllardan itibaren yaşadığı bu sıçramalı gelişimin bir başka göstergesi de dış ticarete ilişkin verilerdir. Emperyalistleşme sürecinde, sermaye ihracının meta ihracıyla birlikte geliştiğini, bu ikisinin birbirini tetiklediğini ve etkilediğini, emperyalist yayılmacılığın temel göstergesi olan nüfuz alanları oluşturma çabasında ticaretin önemli bir yeri olduğunu unutmamak gerekir. Türkiye’nin toplam mal ihracatı 1984 yılında 7 milyar dolarken, bu rakam 2002’de 41 milyar dolara ve 2008’de de 140 milyar dolara çıkmıştır.[3] Benzer şekilde dış ticaret hacmi ise 1984’te 17 milyar dolar, 2002’de 88 milyar dolar ve 2008’de 335 milyar dolardır. Toplam dış ticaret hacmindeki yıllık artış oranı da aynı dönemler için benzer bir gelişme göstererek 5 katına çıkmıştır. Tam da küresel ekonomik kriz patlak verdiği sırada, yani 2008 yılında, Türkiye kapitalizminin dış ticaret hacminin dünya ticaret hacmine oranı tarihinde ilk kez %1’in üzerine çıkmış ve Türkiye dünya ticaretinde de ilk 20’nin içine girmiştir. En büyük pay %11’le ABD’ye aitken, örneğin İngiltere için bu oran %3,5’tir.
Tüm bu verilerle ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin kendi bölgesinde (Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Orta Asya’yı kapsayan bölge) birinci, Avrupa’da altıncı ve dünyada onyedinci büyük ekonomi olması sonucunu getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin sıçramalarla büyüyen bir ekonomik güç olduğu ve artık emperyalist bir düzeye ulaştığı, kavranması gereken birinci husustur. O kadar ki, Türkiye kapitalizmi bazı sektörlerde epey ön sıralara yerleşmeyi bile başarmıştır. Örneğin inşaat sektöründe Türkiyeli tekeller, ABD ve Çin’den sonra dünya üçüncüsü konumuna yükselmişlerdir. Kendi bölgesinde satılan her 100 malın 65’ini Türkiye ihraç etmektedir. Türkiyeli burjuvalar, daha şimdiden Avrupa’daki kimi şirketleri ya birleşme ya da satın almalar yoluyla ele geçirmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Geçtiğimiz aylarda bir Fransız ekonomist, İstanbul’da verdiği bir seminerde, Türk firmalarının Avrupa ülkelerinde daha fazla yatırım yapması gerektiğini söyleyerek, Türk sermayesini Avrupa’ya davet etmiştir. Kuşkusuz bu örneklerden ve verilerden yola çıkarak Türkiye kapitalizmini olduğundan daha büyük görmek gibi bir hataya da düşmemek gerekir. Nihayetinde Türkiye henüz alt-emperyalist bir ülkedir. Yani emperyalist ülkeler arasında alt kategorilerde yer almaktadır.
Eksen kayması mı, yeni pazar arayışları mı?
Marksizmin temel önermelerinin başında, ekonomik altyapının son tahlilde siyasi üstyapıyı belirleyeceği vurgusu gelir. Son 20 yıllık dönemde hızlı bir şekilde büyüyerek emperyalist düzeye ulaşan Türkiye kapitalizminin, kendine yeni pazarlar bulmak ve nüfuz alanları oluşturmak zorunda oluşu kapitalist gelişmenin doğal sonucudur. Bu açıdan baktığımızda, eksen kayması tartışmalarına en çok malzeme oluşturan “Batı’dan kopup Doğu’ya yönelme” meselesinin de, aslında ekonomik ihtiyaçların ve zorunlulukların politik dışavurumundan ibaret olduğu kolayca anlaşılacaktır. Bu da kavranması gereken ikinci husustur. Niyetleri bağcıyı dövmek olan statükocuları ve onların kuyruğuna takılmış dar görüşlü solcuları bir tarafa bırakırsak, burjuvalar meseleyi oldukça açık ve basit biçimde ifade etmektedirler.
TÜSİAD başkanı Ümit Boyner’in sözleri örnek olarak verilebilir. Boyner, başbakan Erdoğan’la yaptığı görüşmede, bütün dünyada ticari ilişkilerde Doğu’ya kayma yaşandığını, Türkiye’de de benzer kaymanın yaşanmasının son derece doğal olduğunu, kriz sebebiyle bütün dünyada ekonomik ilişkilerde sarkacın Doğu’ya doğru kaydığını ifade ediyor. Üzerine de, Türkiye’nin G-20 içinde daha aktif bir rol oynamasını istediklerini ve bunun mümkün olduğunu ekliyor. Gerçekten de eksen kayması meselesinin özü bundan ibarettir. AB ve Amerika gibi gelişmiş ülkelerden oluşan pazarlar hem daha rekabetçidir hem de krizden dolayı bu pazarlarda bir daralma söz konusudur. Oysa Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri nispeten bakir alanlardır, Türkiye burjuvazisinin dişine göredir. Hem coğrafi hem de tarihsel-kültürel yakınlık dolayısıyla Türkiye bu ülkelerde belli avantajlara sahiptir. Bu da, bir yandan, daha zorlu AB pazarına nazaran Türk sermayesinin bu alanlarda hareket ve genişleme olanaklarını rakipleri aleyhine arttırmakta, bir yandan da genelde yayılma kanallarını çeşitlendirmektedir. Böylece Türkiye özellikle Ortadoğu ve Afrika’daki hamleleriyle dünya ekonomik krizi dolayısıyla yaşanan durgunlaşma ve daralmadan daha az etkilenmekte, hatta bazı avantajlar elde etmektedir. Bu yönelim, bir eksen değişikliğinden çok, tam da başbakanın dediği gibi, “eksen genişlemesine” tekabül etmektedir.
AB ülkelerine yapılan ihracat, ekonomik kriz nedeniyle 2008-2009 arasında %40’ın üzerinde azalmıştır.[4] Oysa aynı dönemde Kuzey Afrika ülkelerine yapılan ihracat %35 artmıştır. Ülkeler bazında rakamlar daha da çarpıcıdır. Türkiye’nin ihracatında birinci sırada yer alan Almanya’ya yapılan ihracat miktarı 2007-2009 arasında %31,6 azalmıştır. Bu ülkeyi %36,2 azalmayla İtalya, %38,7 ile İngiltere, %19,7 ile Fransa takip etmektedir. Bu dört ülke, aynı zamanda Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülkelerdir. Oysa aynı dönemde Irak’a yapılan ihracat %40,6, Mısır’a yapılan ihracat %104,3 ve Libya’ya yapılan ihracat ise %53,4 artmıştır. Bu ülkeler de ilk on içinde yer almaktadır. Bu durum karşısında Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) başkanının açıklaması büyük burjuva Boyner’inkinden farklı olmamıştır: “Bütçe açıklarını azaltmak için Avrupa’da uygulamaya konulan programlar ve euronun değerindeki düşüş Avrupa pazarlarında bizi etkilemeye başladı. Bu nedenle ihracatçılarımız yeni pazarlara girmeye başladı. Ticaret Doğu’ya kayıyor. Avrupa’daki kriz Türkiye’nin büyüme rekoru kırmasını engelledi. Yeni pazarlara açılarak ihracatımızı artırmanın peşindeyiz.”
Bir başka burjuvanın (Ramsey yönetim kurulu başkanı Remzi Gür) “Türkiye’nin ekseni Doğu’ya kayıyor” iddialarına verdiği yanıt da çarpıcıdır: “Türkiye’nin ekseni kayıyor şeklinde yorumlar yanlış. Türkiye yıllarca Rusya’ya da aynı şekilde baktı. Bu ülkeyle olan ticaret hacmi istenilen seviyeye gelmedi. Rusya ile yıllarca ticaret yaptık diye bize komünizm mi ihraç etti. Doğuyla ticaret yaptık diye Doğulu olmayız. Batılılar da Doğu ile ticaret yapıyor, onlar da Doğulu mu oluyor? Güney Afrika’dan Sibirya’ya kadar her yere gider her yerde kıyafet satarım. Benim pazar sınırlarım yok.” Sadece Ortadoğu ülkelerinin yıllık ithalat kapasitelerinin 400 milyar dolar civarında olduğu düşünülürse, kâr hırsıyla kavrulan palazlanmış burjuvaların her tarafa saldırmak yönündeki içgüdüleri kolayca anlaşılabilir. İşte AKP’yi, kendinden önceki burjuva partilerden çok daha fazla dışa açılmaya iten, ülke ülke dolaştıran, Ortadoğu’da ortak pazar kurmaya ve tam entegrasyonu savunmaya sevk eden nesnellik budur.
Dış ticarete ilişkin diğer veriler de, bu tahlilimizi doğrulamaktadır. Örneğin, 2008 ve 2009 yıllarında krizden kaynaklı olarak düşük büyüme hızlarında seyreden Türkiye kapitalizmi, 2010’un ilk çeyreğinde %11,7 gibi ciddi ölçüde yüksek bir büyüme hızı yakalamıştır. Bu büyümenin önemli bir kısmı, geçmiş iki yıl boyunca geriye giden ve atıl kalan kapasitenin normale dönmesinden ibaretse de, bir kısmı da yeni pazarlara yönelim sayesinde gerçekleşmiştir. TİM raporuna göre, büyümeyi gerçekleştiren firmaların %42’si, yılın ilk çeyreğinde yeni pazarlara girebilenlerdir. Bu yeni pazarların hemen hepsi de Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleridir. Irak, İran, Suriye ve Mısır ilk sıralarda yer alıyor. Bunları da BRIC ülkeleri (Rusya, Brezilya, Çin, Hindistan) takip ediyor. Oran olarak baktığımızda da, yılın ilk çeyreğinde, ilk kez mal ihraç edilen pazarların %41’ini Ortadoğu ülkeleri ve %38’ini Afrika ülkeleri oluşturuyor. Bu durum, yani yeni pazarlar arayan emperyalist Türkiye’nin bu ihtiyacının %79’unu Doğu’da karşılaması, “eksen kayması” denilen şeyin ekonomik nedenlerini de açıkça ortaya koyuyor.
Bu verilerin de gösterdiği gibi, yaşanan şey ekonominin ihtiyaçlarına uygun politikalar geliştirilmesidir, eksen kayması değil. Öte yandan, dış ticarette AB pazarı tüm eksi oranlara rağmen halen birinci sırada gelmektedir ve Batı’dan kopma diye nitelenebilecek bir durum söz konusu değildir. Doğrusu, Batı’dan kopmadan Doğu’ya doğru genişleme, tabiri caizse eksen genişlemesidir. AB pazarındaki daralma ve zorluklar da bu yönelime ivme vermiştir.
Emperyalistleşen Türkiye’nin dış politikası
Ekonomik açıdan büyüyen ve yeni pazar arayışlarına girmiş olan Türkiye kapitalizmi, buna uygun bir siyaset izlemek ve oluşturacağı nüfuz alanlarıyla sermayesinin büyümesinin önündeki engelleri aşmak ihtiyacındadır. Bu da onu ekonomik potansiyelinin yanı sıra siyasi ve askeri gücünü de sonuna kadar kullanmaya, elindeki tüm kozları dikkatli oynamaya mecbur kılmaktadır. Ne de olsa, emperyalist hiyerarşinin basamaklarını tırmanmaya çalışmak kolay iş değildir. Kurtlar sofrasından farksız olan emperyalistler arası paylaşım masasında, ava giderken avlanmak, alt-emperyalist ülkeler için hiç de uzak olmayan bir tehlikedir. Türkiye’nin özgül durumu ve burjuvazinin iç kapışmasıyla birlikte ele alındığında, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu emperyalist politikaların mimarı ve uygulayıcısı AKP’nin işi hiç de kolay değildir.
Türkiye kapitalizminin, nicelikleri ve nitelikleri itibariyle, henüz küresel düzeyde bir güç haline gelmekten uzak olduğunu belirtmiştik. Bu yüzden de burjuvazi, kendi tarihsel, kültürel ve coğrafi hinterlandı olan bölgede hâkim güç haline gelmeye uğraşmaktadır. Bu bölgenin, eski Osmanlı İmparatorluğunun tarihsel sınırları içinde yer almasını, AKP ve temsil ettiği burjuva kesimler bir fırsat olarak değerlendirmektedirler. “Yeni Osmanlıcılık” deyimi de, bu fırsatı değerlendirmeye yönelik yaklaşımı ifade etmektedir. Bu coğrafyaya yönelik olarak geliştirilen “komşularla sıfır sorun” politikası da zaten “yeni Osmanlıcılık” yaklaşımı bağlamında üretilmiştir. Zira bahsi geçen coğrafyadaki komşularıyla sürtüşmeli ve çatışmalı ilişkiler içerisinde olmak, bu ülkeleri kendisi için pazar olarak gören ve bu pazarlara girmeyi, bu ülkeleri kendi nüfuzuna almayı düşünen Türkiye burjuvazisinin işine gelmezdi. Kuşkusuz bu pazarlara girmenin tek yolu sözde barışçıl yaklaşımlar ve diplomatik yöntemler değildir, ama Türkiye de henüz diğer seçenekleri, örneğin ABD ve Rusya gibi, hayata geçirecek bir güçte değildir. Kaldı ki, yeri geldiğinde, Irak’taki Kürt yönetimine karşı takındığı tutumda olduğu gibi, askeri seçenekleri ortaya koymaktan ve savaş tehditleri savurmaktan geri durmayacağını da göstermiştir.
AKP hükümetinin, ihtiyaç duyduğunda İslami bir söylem kullanması kafa karıştırmamalıdır. Bir burjuva partisi olarak AKP’nin ne ölçüde ve ne bağlamda İslamcı olduğu çeşitli yazılarımızda açıklanmıştır. AKP’nin ve temsil ettiği burjuva kesimlerin dinlerinin ve imanlarının para olduğu izaha muhtaç bir konu değildir. Geldikleri köken ne olursa olsun, bu burjuva politikacılar için İslami söylem, gerektiğinde kullandıkları bir motiftir artık. Ayrıca hedef seçtiği coğrafyanın tarihsel ve kültürel değerleri gereği, bu tür taktik ve jestler AKP açısından bir zorunluluktur. Bir burjuva partisinin bu avantajını kullanmamasını düşünmek bile saçmadır. Utangaç ateist Kemalist politikacıların bile bu tür motifleri nasıl da ikiyüzlüce kullandıkları unutulmamalıdır. Dolayısıyla ne İran’la ilişkilerini iyi tutması, ne Arap sermayesini ülkeye çekmeye çalışması, ne de tabanını elinde tutmak için kullandığı İslamcı söylem AKP’nin Türkiye’yi şeriata götürdüğü anlamına gelir. Bu türden iddialar, üzerinde tartışmaya bile değmeyecek ölçüde boştur, kasıtlıdır. Statükocu cephenin, güya laik ve modern değerlere sahip kesimleri yedeğine alabilmek ve AKP’yi yıpratabilmek amacıyla ortaya attığı, ama kafası Kemalizmle yamulmamış sıradan işçilerin bile itibar etmediği bu tezlerin, özü itibariyle sosyalist solun önemli bir kesimince sahiplenilmesi, gerçekten de üzerinde durulması gereken ayrı bir olgudur.
AKP’nin, eksen kayması tartışmalarına konu olan bu yönelimlerinin, tamamen ABD emperyalizminin irade ve inisiyatifinde olduğu söylemi tam bir yanılsama ve çarpıtmadır. AKP ve bir bütün olarak Türkiye, kuşkusuz halen ABD’nin başını çektiği emperyalist kampta yer almaktadır. Bir burjuva cumhuriyet olarak Türkiye’nin, neredeyse kuruluşundan beri aynı kampta yer aldığı bilinen bir gerçekliktir. Bu tür değişikliklerin, yani Türkiye gibi bir ülkenin başka bir emperyalist kampa geçmesinin, imkânsız olmamakla birlikte pek kolay ve muhtemel olmadığı açıktır. Emperyalist savaşın kızıştığı ve daha açıktan ilerlediği süreçlerde bu tür taraf değiştirmelerin olduğu bilinmektedir. Ancak henüz ne emperyalist kapışmanın seyri Türkiye’yi böylesi bir noktaya getirmiştir, ne de içinde yer alacak ikinci bir emperyalist kamp açıktan ortaya çıkmış durumdadır. Bu durumda AKP’nin, Türkiye’yi ABD’nin başını çektiği emperyalist kampta tuttuğu izah gerektirmemektedir.
Fakat bu gerçeklikten ve bir burjuva partisi olan AKP’nin neo-liberal ekonomi politikalarının en birinci uygulayıcısı olmasından yola çıkarak, her şeyin ABD-İsrail ikilisi tarafından planlandığını ve AKP’nin de bu gizli senaryo dâhilinde rolünü oynadığını ileri sürmek ya komplocu bir yaklaşımın ürünü ya da kavrayışsızlıktır. Bu tür yaklaşımlar, emperyalist-kapitalist sistemin işleyişinden bir şey anlaşılmadığının kanıtıdır ve Marksist diyalektikten de çok uzaktır. Benzer şekilde, artık emperyalist bir aşamaya gelmiş bulunan Türkiye kapitalizminin bu gelişimini fark etmeyip, Türkiye’yi ABD’nin “uşağı”, “kuklası” veya “taşeronu”, “etkin taşeronu” olarak görmek de, meselelere Marksizmin diyalektik bakış açısının yerine ezberci ve dogmatik bir anlayışla yaklaşılmasının sonucudur. Türkiye’nin, ABD ile aynı kampta yer alıyor olması ve onun BOP gibi planlarında rol alması gerçeği, yeri geldiğinde kendi çıkarları için ABD’ye kafa tutmayacağı veya İsrail’le ters düşmeyeceği anlamına gelmez. Bilakis, önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin bu türden çıkışlarının pek çok yeni örneğini daha görmemiz olasıdır. Tabii şunu da belirtmek gerekir ki, AKP’nin bu çıkışları, onu ne Avrasyacı, ne anti-Amerikancı ve ne de anti-emperyalist yapar. İşin aslı, emperyalist-kapitalist güçlerin kendi aralarındaki bu çekişmeleri çok sık görülen olgulardır. Bugün birbirine kafa tutan güçler, yarın bir araya gelir ve başka rakiplerine karşı işbirliği yaparlar.
Anti-emperyalist enternasyonalist mücadele anlayışının önemi
Tüm bu tablo içinde ve gelişmeler ışığında, meseleye bir de işçi sınıfının bağımsız sınıf çizgisi ve sınıf çıkarları açısından bakacak olursak, enternasyonalizmin ve doğru bir anti-emperyalist mücadele çizgisinin ne kadar önemli olduğunu görürüz. Türkiye’nin dış politikadaki emperyalist yönelimi, Türkiye’yi mazlum bir ülke olarak gören sosyalist hareketi önemli bir krizle karşı karşıya bırakacaktır. Türkiye’nin süreç içinde büyük emperyalist güçlerle karşı karşıya gelmesi gibi durumlar arttıkça sol içindeki milliyetçi eğilimler de kaçınılmaz olarak güçlenecektir. Sosyalist solun zaaflı kesimlerinin bu temelde daha sağ ve reformist bir çizgiye savrulması da aynı ölçüde kaçınılmazdır. İşçi sınıfına öncülük iddiasındaki pek çok kesimin maalesef farkında bile olmadığı bu eğilim, aslında her politik gelişmede kendini ortaya koymaktadır. Kürt sorununa yönelik yanlış yaklaşımlar, bu eğilimin en bariz örneğini oluşturmaktadır. Mücadeleyi AKP karşıtlığına ve anti-Amerikancılığa indirgemek ve hapsetmek, yine bu eğilime giden yolun taşlarını döşemektedir.
Sosyalist solu bu noktaya getiren nedenler ayrı ve uzun bir tartışmanın konusudur. Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, 12 Eylül faşizminin darbesinden ve 90’larda Doğu Bloku ülkelerinin birbiri ardına çökmesinin yarattığı olumsuz etkilerden sonra bile, sosyalist solun büyük çoğunluğunda geçmişle hesaplaşmak adına hiçbir ciddi çabaya girişilmemiştir. Küçük rötuşlarla ve en âlâsından oportünist manevralarla ezberler devam ettirilmiş, yanlışta ısrar edilmiştir. Hal böyle olunca da, sosyalist solun genelinde doğru temellerde bir ideolojik netlik sağlanamamış, politik ve örgütsel düzeyde ilerleme kaydedilememiş, hatta muazzam ölçüde bir gerileme yaşanmıştır ve de yaşanmaktadır.
Sürecin yarattığı bu olumsuz etkilerden korunmanın tek yolu, Marksizmin ışığında yürüyerek, enternasyonalist bir mücadele hattını örmeye uğraşmaktır. Bunun için de, güncel gelişmeleri doğru analiz etmek, doğru politikalar geliştirmek ve doğru bir anti-emperyalizm çizgisini izlemek zorunludur. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız olgulara bu temelde yaklaşacak olursak, ilk söylememiz gereken şey, emperyalistleşen bir ülke olarak Türkiye’nin işçi sınıfına eskisinden daha fazla görevler ve sorumluluklar düştüğüdür. Çünkü emperyalist olmak demek, en başta ve en fazla, başka ülkelerin işçi sınıflarını da sömürmek, başka ülkelerdeki halkları ezmek, tüm ezilen kesimlerin aleyhine politikaların üreticisi ve uygulayıcısı olmak demektir. Üzerindeki sözde barışçıl örtü ne olursa olsun, Türkiye burjuvazisinin ve AKP’nin yaptığı ve yapacağı da budur. Örnekse, ezilen Kürt halkına (üstelik sadece Türkiye sınırları içerisinde değil, sınırötesi operasyonlar aracılığıyla Irak Kürdistanı’nda ve İran’la, Suriye’yle işbirliği yoluyla bu ülkelerin topraklarında da) yönelik saldırılar verilebilir. Türkiye, dünyanın pek çok ülkesinde ve çatışmalı bölgesinde askeri bulunan bir ülkedir. Her fırsatta komşularını savaşla tehdit etmekten çekinmediği gibi, ekonomik ve siyasi ambargolarla komşularını sıkıştırmaktan da geri durmamaktadır. Silah harcamalarına ve orduya devasa denilebilecek oranlarda bütçe payları ayırmaktadır. Tüm bu politikalara karşı durmak işçi sınıfının görevidir.
Enternasyonalist bir perspektife sahip olmazsa, Türkiye işçi sınıfının ne Türkiye’de Kürtlere, ne de başka ülkelerdeki ezilen kardeşlerine yardım elini uzatması mümkün olabilecektir. Ancak enternasyonalist bir bakış açısı Türkiye işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takılmaktan uzak tutabilir ve diğer ülkelerdeki işçi kardeşleriyle mücadele birliği kurmasını sağlayabilir.
[1] Merkez Bankasının 1984-2009 yıllarını kapsayan ayrıntılı Ödemeler Dengesi Raporu. Rakamlar kümülatif değerleri ifade etmektedir.
[2] Merkez Bankası Uluslararası Yatırım Pozisyonu Raporu.
[3] Merkez Bankası Ödemeler Dengesi Raporu.
[4] Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırmaları Vakfı (TEPAV) raporu.
link: Kerem Dağlı, Eksen Kayması mı, Emperyalistleşen Türkiye’nin Yeni Pazar Arayışları mı?, 1 Ağustos 2010, https://marksist.net/node/2479
TC Egemenleri “Bölücü” mü Oldu?
Asker Olunacak, Ol!