Osmanlı’dan burjuva cumhuriyete: yıkılan umutlar
Tarihi çarpıtarak yeniden kurgulayan Kemalist resmi tarih tezlerinin aksine, “Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur”.[1] Benzer şekilde, kadın hakları konusundaki ilerlemeler de tarihsel süreklilik içinde verilen mücadelenin bir sonucudur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Osmanlı’da yükselen feminist hareket, kadınlar açısından pek çok kazanımın yolunu açmıştı. Kız okullarının yaygınlaşması, kadın öğretmenlerin yetişmeye başlaması, üniversitede karma eğitimle kadınlara yükseköğrenimin yolunun açılması, kamu kurumlarına kadın işçilerin alınması, tüm sektörlerde kadın işçi sayısının hızla artması ve nihayet kadınlara seçme ve seçilme hakkının tartışılmaya başlanması ve bu talebin bir feminist örgütün programına dahil edilmesi. İşte yeni cumhuriyete kadın hareketi böylesine hararetli bir süreçten sonra giriyordu.
Aydınlanma, modernleşme söylemleri eşliğinde yeni bir ulus-devlete yöneliş, yıllardır mücadelenin içinde olan feminist kadınlar için de büyük bir umut ışığı olmuştu. Cumhuriyetin ilanı, kadın-erkek eşitliğine yönelik yasal düzenlemelerin hızla hayata geçirileceği yönünde haklı bir beklenti doğurmuştu. Ama öyle olmadı. Burası hâlâ “Osmanlı”ydı! Devlet neyi ne zaman yapacağına kendi karar verirdi, her isteyene istediği hak verilemezdi! Toplum hazır değildi, şartlar olgunlaşmamıştı vs.! Yani bugünün de bildik söylemi.
Cumhuriyet ilan edilmeden birkaç ay önce, Nisan 1923’te, seçim kararı alındı ve seçim yasası değiştirildi. Buna göre 18 yaşını geçen her Türk erkeği seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olacaktı. Kadınlara oy hakkı tanınmamasının bahanesi hazırdı: Onlar henüz oy verecek olgunluğa erişmemişlerdi, ama aile reisi olan erkekleri aracılığıyla zaten oy kullanmış oluyorlardı! Mecliste kadınları savunarak buna itiraz etme gafletinde bulunan Tunalı Hilmi Bey’in konuşması, mebusların sıra kapaklarına vurarak yükselttikleri protesto nedeniyle tamamlanamadan kesilecekti. Bu gündemsiz çıkış dışında, kadın hakları konusu 1934’e dek Mecliste bir gündem maddesi olarak asla ele alınmayacaktı.
Oysa seçim kararının alınmasının hemen ardından Ahmet Emin Yalman’ın Vakit gazetesinde başlattığı kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması konusundaki ankete katılanların çoğu olumlu yanıt vermişti. Yani toplumun hazır olmaması, kadınların olgunlaşmamışlığı, seçkinci erkek egemen devletlûların manipülatif yalanlarından ibaretti. Gerçekte ise kadın hareketi bazı önemli gelişmeler kaydediyordu. Nitekim Nezihe Muhiddin önderliğindeki bir grup kadın, Mayıs sonunda siyasi haklar uğruna mücadeleye giriştiklerini duyuracaktı.[2] Bu amaçla 15 Haziranda bir kadınlar şurası toplayıp Kadınlar Halk Fırkasını kuracaklarını ilan eden kadın aktivistler, Mustafa Kemal’in açıkladığı “dokuz umde”ye bağlı olduklarını ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiyle (bu cemiyet kısa bir süre sonra kurulacak olan Cumhuriyet Halk Fırkasının çekirdeğiydi) birlikte çalışmak istediklerini dile getiriyorlardı. Daha önceki feminist kadın dernekleriyle bir ilgilerinin olmadığını da duyuruyorlardı. Bütün bunlar, ister bilinçli yapılsın ister bilinçsizce, “Paşa Hazretleri”nin gadrine uğramamak için alınan önlemlerdi aslında.
Kadınlar Halk Fırkasının (KHF) tüzüğünün birinci maddesi, partinin kadınları dokuz umde (ilke) etrafında sadece fikren değil bilfiil toplayacağını belirtiyordu. İkinci madde, kadınlar ülkenin siyasal, toplumsal ve iktisadi meselelerinde “etkin olarak kendilerini kanıtladıktan sonra” tüzüğe siyasi haklar konusunda bir ilke ekleneceğini ifade ediyordu. Yani seçme ve seçilme hakkı talebi tüzüğe “şimdilik” eklenmeyecekti. Ancak, üçüncü maddeyle, kadınların belediye seçimlerine katılmaları konusunda çalışılacağı duyuruluyordu. Tüzükte, aile ve evlilik konusunda kadınlar lehine yasal düzenlemeler talebine ilişkin maddeler de yer alıyordu. Savaş durumunda kadınların askerlik yapabileceklerine ilişkin ifadelerle ise, bir yandan kadınların “vatanperverlikleri” vurgulanıyor, öte yandan “biz de erkeklerle aynı sorumlulukları üstlenmeye hazırız, dolayısıyla bizim de eşit haklara sahip olmamız gerekir” mesajı veriliyordu.
Partinin kuruluş başvurusu 17 Haziran 1923’te yapıldı ve onay beklenmeye başlandı. Bu arada bir kadınlar partisinin kurulduğuna dair haberler, devlet güdümlü basında, “tek gayeleri mebus olmak” şeklindeki saldırgan başlıklarla yer almaya başlamıştı. Aylar geçmesine rağmen başvuruya yanıt gelmezken, yeni bir medeni kanunun hazırlanacağı haberleri üzerine KHF de bir dizi çalışma başlatmıştı. Kız çocukların evlenmesine yaş sınırının konması, talâkın (boşanmanın erkeğin boş ol demesiyle gerçekleşmiş sayılması) ve çok eşliliğin yasaklanması yükseltilen talepler arasındaydı.
Başvurudan sekiz ay sonra beklenen yanıt geldi. “Bazı düşünceler” nedeniyle parti hükümetten onay alamamıştı. Hükümet, bu “düşünceler”in ne olduğunu açıklama zahmetine bile katlanmamıştı. Mustafa Kemal önderliği, tam da yeni partinin (Cumhuriyet Halk Fırkası) kuruluş aşamasında, kendi çizdiği sınırların dışına çıkan bir grup “bölücü” kadının kendinden önce davranmasına izin vermemişti.
Bu yanıt üzerine parti kurucuları tüzüğü tümüyle değiştirerek bir kadınlar birliği kurmaya karar verdiler. Tüzüğünde ve programında daha önce savunulan pek çok talepten vazgeçmek durumunda kalan bu birliğin adı Türk Kadınlar Birliği olacaktı. 7 Şubat 1924’te kurulan TKB’nin üye sayısı ilk üç ayda 400’e çıkacaktı. TKB tüzüğüne göre erkekler de birliğe üye olabilirlerdi, toplantılara yönetim kurulunun davetlisi olarak katılabilirlerdi ama yetkili organlara seçilme ve oy kullanma hakları yoktu.
Kadınlar, partileşme çalışmaları başladığında, seçme hakkından önce seçilme hakkını almalarının daha kolay olacağını düşünüyorlardı. 1923 yılındaki hedefleri, iki yıl sonra yapılacak milletvekili seçimlerine katılmaktı. Seçimlerde “münevver kadınların” aday olmalarının, “olgunlaşmamışlık” bahanesinin önünü tıkayacağını düşünüyorlardı belli ki. Ama “çağdaş” cumhuriyetimizin “münevver” erkekleri her zaman olduğu gibi bu “fütursuz” girişimi de püskürtmeyi başaracaklardı. Gazeteler TKB’nin 1925 Şubatında Halide Edip ve Nezihe Muhiddin’in mebus adaylığı için başvuruda bulunduğunu yazdılar. İpleri hükümetin elinde olan basının salvo atışları başlar başlamaz Halide Edip kendisinin böyle bir başvurudan haberi olmadığını söyleyerek anında çark etti.
Saldırıların başını çeken gazete, alışıldık ikiyüzlülüğüyle Cumhuriyet’ti. Gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Meclis kürsüsünden (aynı zamanda mebustu) “kadınlığın hukukuna yerden göğe kadar hak veririz” diye nutuklar atarken, gazetedeki imzasız yazılarında siyasal hakları uğruna mücadele eden kadınları alaya alıyordu. Kadınlara mebus olmak yerine Himaye-i Etfal’de çalışmayı salık veriyordu.[3] Gazetede yayınlanan imzasız karikatürlerde kadınlar aşağılanıyor, süslenmekten başka hiçbir şeyi akıl edemeyen, tek sorunları bu olan yaratıklar olarak resmediliyordu. Bugün sözde “irtica” karşısında kadınları harekete geçirmek için medeniyet ve kadın hakları nutukları atan Cumhuriyet’in cemaziyelevveli işte buydu!
Ne var ki, Osmanlı’nın erkek egemen anlayışını olduğu gibi devralan Kemalist burjuva devlet, hakları uğruna mücadelede eden kadınları istediği kadar yok saymaya ve aşağılamaya çalışsın, tıpkı Osmanlı gibi o da kadınların taleplerini geciktirerek de olsa dikkate almak zorunda kalacaktı. Nitekim 1926 Şubatında kabul edilen Medeni Kanunla çok eşlilik ve talâk kaldırıldı ve kadınlara da boşanma hakkı getirildi. Aynı yıl, kadınların ulaşım araçlarında haremlik-selamlık yolculuk etmek zorunda bırakıldıkları özel bölme uygulamasına da son verildi. Böylece kadınların yarım asırdır sürdürdükleri mücadelenin çok önemli birtakım talepleri karşılanmış oluyordu. Ancak aynı Medeni Kanun, evin reisinin “koca” olduğunu ilan ederek, kadının evlendiği erkeğin soyadını taşımasını zorunlu kılarak ve kadının çalışmasını kocasının iznine bağlı kılarak erkek egemenliği yasal hale getirmiş oluyordu. Bu kanunun söz konusu maddeleri, 1980 sonrasında yükselişe geçen kadın hareketinin ısrarlı mücadelesi sonucunda, ancak 2001 yılında yapılan yasal düzenlemeyle değiştirilecekti.
“Çağdaş” Kemalist devlete TKB de fazla geliyor
25 Mart 1927’de yapılan TKB kongresinde, gündem maddelerinden biri de tüzüğün 2. maddesinde yapılması önerilen değişiklikti. Değişiklik önerisi, Birliğin kadınların toplumsal ve siyasal haklarını kazanmaları için çalışmasını öngörüyordu. Kongrede büyük bir tartışma yaşandı. Bu değişikliğe itiraz eden üyeler oldu. Ve sonunda 2. maddenin ilgili bölümü şu şekilde değiştirildi: “Kadınlar Birliği, Türk kadınının toplumsal ve siyasal haklar karşısında her türlü mesuliyet ve alâka-i vatanniyesini ispat edecek seviyeye erişmesine çalışacaktır.” Yani “hakları almak”tan, “kadınları bu hakka layık hale getirme”ye doğru atılan bir geri adım söz konusuydu.
Kongreden bir gün sonra, bazı üyeler basına, yönetim kurulunun seçiminde ve hesaplarda usulsüzlük yapıldığı için kongrenin geçersiz sayılması gerektiği yönünde bir açıklama yaptılar. Yapılan resmi incelemede yolsuzluk iddialarının reddine karar verildi ve yeni tüzük onaylandı. Yine de bu kongre Nezihe Muhiddin ve kadın hakları savunucusu bir dernek olarak TKB için sonun başlangıcı olacaktı.
Haziran ayına gelindiğinde, TKB, o yıl yapılacak seçimlerde kadın aday gösterilmesi konusunun tartışıldığı bir toplantı yaptı. Tartışılan düşünce, Cumhuriyet Halk Fırkasından kadın aday göstermekti. Kadınlar şunu diyorlardı: “Seçime biz de katılacağız. Gayemiz gayet sarihtir: Erkekler gibi rey sahibi olmak ve mebus seçilmek.” CHF’den buna yanıt gecikmeyecekti: Kadınların seçime katılmaları meselesi henüz olgunlaşmamıştı ve anayasada öngörülen seçilme için gerekli şartlar (Türk ve erkek olmak) açıktı! Meclis başkanı Kazım Karabekir de bunu hatırlatıyor ve kadınlara seçilme hakkından önce seçme hakkını almaya çalışmalarını tavsiye ediyordu. Üstelik bu, devlet ve hükümet sözcülerinden gelen en ılımlı ifadeydi ve en azından umut dolu olduğu için kadınlar tarafından memnuniyetle karşılanacaktı.
Önlerine anayasa engeli çıkarılan kadınlar, anayasa değişikliğini görüşmek üzere Mustafa Kemal’i ziyaret etmeye karar verdiler. Bu arada kadın aday göstermekten vazgeçip “kadın haklarını savunan bir erkek aday” gösterme fikrini benimsediler. Ayrıca, belediye kanununda değişiklik yapılarak kadınların başkanlığa ve belediye meclisi üyeliğine seçilmelerinin önündeki engelin kaldırılması için Meclise başvuruda bulunmayı da kararlaştırdılar. Bir başka dikkat çekici husus da, bu çalışmalar sürerken TKB’nin ilk kez bu kadar yoğun ve açık bir şekilde “feminist” tanımını kullanıyor oluşuydu (age, s.211).
Basında tüm bu gelişmeler geniş yankı bulurken ve malûm tepkilerle karşılanırken, çeşitli “münevver” kadınlardan da eleştiriler yükseliyordu. Tayyare Cemiyeti’nin ve Türk Ocağı’nın yöneticilerinden olan Muallim Nakiye Hanım, TKB’nin çıkışlarını doğru bulmadığını, kadınların siyasal haklarını desteklediğini ama zamanı gelince bunların “hükümet tarafından verileceğini” söylüyordu. Ona göre, “Zaten dünyanın hiçbir yerinde kadınlar bu hakları yerinde kullanamamışlardı. Türkiye’de de kullanamayacakları kesindi. Kadın kuruluşları arasında benimsediği, iftihar ettiği bir dernek göremiyordu. Siyasi haklar kampanyası ise beş on kadının ünlü olmak için yaptığı işlerdi” (age, s.213). Kemalist kadının kraldan çok kralcılığı demek ki bugünlere o günlerden yadigâr kalmış!
Cumhuriyet gazetesinde ise yine aşağılayıcı yazılar kaleme alınıyordu: “… hanımların mebusluğu hiç de fena olmaz. Meclis’te sık sık moda etrafında münakaşalar cereyan eder. … Hanımların balolarda smokin mi, yoksa dekolte tuvalet mi giymelerinin daha muvafık [uygun] olacağına dair meselâ İstanbul mebusesi ile İzmir mebusesi arasındaki hararetli mücadeleyi bütün erkek mebusların merak ve tebessümle dinleyeceklerine şüphe yoktur.”
Saldırılar böylesine ağırken, TKB’nin mebus adayı olarak göstereceğini açıkladığı Kenan Bey (ki aynı zamanda birliğin 300 erkek üyesinden birisiydi) 9 Temmuzda, dernek üyeliğinden istifa ettiğini ve adaylıktan çekildiğini açıkladı. Bu arada Mustafa Kemal 1919’dan beri ilk kez İstanbul’a gelmişti ve TKB’den bir grup kadın, daha sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri ziyaret için randevu almak üzere Dolmabahçe Sarayına gittiler. Ancak beklemedikleri bir şekilde huzura çağrıldılar. Böylece asıl görüşme de fiilen iptal edilmiş oluyordu.
TKB’nin başına çorap örme süreci de kadınlardan habersiz hızlandırılmıştı. Temmuz ayı içinde, o sırada Mustafa Kemal ile birlikte İstanbul’da olan hükümet TKB’ye çeki düzen verilmesi ve Nezihe Muhiddin’in yargılanması doğrultusunda düğmeye bastı. Derneğin seçim kampanyası dolayısıyla son derece aktif olduğu, “feminizm” söylemini ön plana çıkardığı, Anadolu’da şubeler açtığı ve üye sayısının 800’e yaklaştığı bir dönemde alınan bu karar, çok açık ki, hükümete kafa tuttukları düşünülen feminist kadınlara bir haddini bildirme operasyonuydu. Çok geçmeden Eylül ayında TKB merkezi polis baskınına uğradı. Arama devam ederken, Valilik, Nezihe Muhiddin’in zimmetine para geçirdiğini ve birlik binasını kendisi ve ailesi için kullandığını ileri sürdü. Nezihe Muhiddin için ferman yazılmıştı artık. Aramanın ardından birlikten istifalar başladı ve Nezihe Muhiddin’e yönelik karalama kampanyasına, bazı birlik üyelerinin de desteğiyle hız verildi. 19 Eylülde TKB geçici olarak kapatılıp defterlerine el kondu. Daha önce onaylanan yeni tüzük de feshedildi.
26 Eylülde Valilik emriyle yapılan olağanüstü kongrede, TKB Nezihe Muhiddin’i üyelikten ihraç etti. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı “Çok Şükür Kurtulduk” başlıklı yazısında Yunus Nadi, “Oh, diyoruz, aman kurtulduk! Artık her gün kusma eğilimi içinde bunalmaktan kurtulduk!”diyecek kadar bayağılaşabiliyordu. “Kongre Kadınlar Birliğini tamamen ilga etmiş olsaydı daha ziyade memnun olurduk” diyerek de gerçek yüzünü maskelerden arındırıp çırılçıplak gösteriyordu. (age, s.243)
Olağanüstü kongrede Sadiye Hanım yeni başkan olarak seçilmiş, fakat birkaç ay sonra işlerinin yoğunluğunu gerekçe göstererek istifa ettiğinde yerine Latife Bekir başkanlığa seçilmişti. Latife Bekir, Ocak 1928’de yaptığı ilk basın açıklamasında, kendisinin öteden beri Muhiddin’in icraatına karşı olduğunu belirtecek ve siyasi haklar konulu bir soruya şöyle yanıt verecekti: “Biz Nezihe Hanım gibi hayaller peşinde koşacak değiliz. Belki bunun da zamanı gelir. Fakat bizim bundan evvel yapacağımız işler vardır.” Onun yönetiminde, siyasal haklar mücadelesi son bulacak ve rejime ve Ata’ya tapınma dönemi başlayacaktı. Yeni söylem, kadınların mücadele ederek elde ettikleri hakları öne çıkarmak ve mücadeleyi ilerletmeleri değil, onlara “tanıdığı haklar” nedeniyle Mustafa Kemal’e şükran duymak ve bunu sık sık ifade etmek üzerine temellendirilecekti.
Görüldüğü gibi, Kemalist rejim altında da, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, “kadın kutsaldır, ama evinde oturup vatana asker yetiştireni ve hayır işleriyle uğraşanı” anlayışıyla, kadınlara geleneksel rollerinin dışına çıkmamaları dayatılıyordu. Nitekim, Nezihe Muhiddin sudan bahanelerle yargılanıp TKB’den uzaklaştırıldıktan sonra TKB bir hayır cemiyetine dönüştürüldü. Kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı 1930 yılında tanındı. Aynı günlerde kadınların muhtar olup olamayacakları da tartışmaya açıldı ve devletimiz olamayacaklarını duyurdu. Cumhuriyet gazetesinin yine imzasız yazılarından birinde şöyle deniyordu: “Hanımlarımız siyasi, içtimai haklar almak için çalışsınlar, uğraşsınlar, buna hiç kimsenin bir diyeceği yoktur. Fakat bütün dünyada en ziyade kadınların meşgul bulundukları hayır müesseselerini ihmal ederek siyasi haklar peşinde koşmaları da hoş görülemez.” (age, s.252)
Kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan kanun 5 Aralık 1934 günü Meclis’ten geçtikten sonra, “dünyada kadınlara o tarihte seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biriyiz” diye bunu bir övünç kaynağı olarak sunan Kemalist rejim, bu konuda da gerçeklerle bağdaşmayan bir efsane yaratmıştır. Türkiye’de kadınlar bu hakkı elde ettiklerinde, Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Avustralya’ya tüm kıtalardan yaklaşık 40 ülkenin kadınları bu hakka çoktandır sahiptiler. Örneğin Yeni Zelanda’da 41 yıl önce, Avustralya’da 30 yıl önce, Finlandiya’da 28 yıl önce, Norveç, Danimarka, Hollanda, Kanada ve İzlanda’da yaklaşık 20 yıl önce, Rusya’da ise 1917 Ekim Devrimiyle seçme ve seçilme hakkı kazanılmıştı. Keza, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Moğolistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Ekvador, Brezilya, Uruguay, Şili, Güney Afrika, İspanya, Portekiz, Tayland gibi ülkelerde de öyle.
Bu hakkın tanınmasının ardından 1935 Mayısında TKB’nin kendini feshetmesi ise tek parti diktatörlüğünün tek lider, tek parti, tek tip toplum anlayışında somutlanan faşizan ruhunun çarpıcı bir sonucudur. Tüm derneklerin kapatıldığı ve herkesin CHP’ye ve onun güdümündeki Halkevlerine girmeye zorlandığı bu dönemde, Latife Bekir, basına bu kararı “Birliği sevinç içinde kapatıyoruz” sözleriyle açıklamıştır. TKB 1949’da yeniden kurulmuş ve seçkinci Kemalist kadınlar örgütü olarak bugüne dek varlığını sürdürmüştür.
Kadın hakları: tepeden bir burjuva devrimde ve bir işçi devriminde
Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devrimi, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrimdir: “Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kesimlerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar.”[4] Yazımız boyunca göstermeye çalıştığımız gibi, Kemalist rejim kadın hakları konusunda da bu anlayışla hareket etmiştir. Bu yüzden de her alanda olduğu gibi bu konuda da son derece güdük kalan reformlar söz konusudur.
Atılan adımların sınırlılığı ve yavaşlığı dile getirildiğinde Kemalistler sıkça “o dönemin koşulları ve toplumsal geriliği” bahanesinin arkasına sığınmaktadırlar. Oysa yine geri bir ülkede, üstelik de o günün Türkiye’siyle karşılaştırıldığında devasa bir nüfusa ve uçsuz bucaksız topraklara sahip olan bir köylü ülkesinde, buradakinden altı yıl önce gerçekleştirilen bir devrim bambaşka sonuçlar doğurmuştur. Bu topraklarda 1923 burjuva devrimi halk kitlelerinin yanı sıra kadın hareketini de dışlayıp bastırırken, Rusya’da kadın işçilerin 8 Marttaki isyanıyla kıvılcımı çakılan 1917 Ekim Devrimi, kadın hakları konusunda muazzam bir atılım gerçekleştirmiştir. Birincisi, kapsamı son derece dar, yavaş ilerleyen ve sancılı bir değişim süreciyle yol alırken, ikincisinde bir proleter devrimle iktidarı ve inisiyatifi ele alan işçi sınıfı, radikal ve alabildiğine geniş kapsamlı bir değişim sürecini keskin adımlarla ilerletmiştir.
Daha önceki bir yazımızda[5] da dile getirdiğimiz gibi, Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalamıştır. Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açmıştır. Oluşturulan ortak yemekhanelerle, çamaşırhanelerle, kreşlerle, kadının eve bağımlılığının ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engeller yıkılmıştır. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştır ki, bu reformu çağdaşlığıyla övünen TC ancak 2000’li yıllarda gerçekleştirebilmiştir. Resmi ve gayri resmi evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahip kılınmıştır. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu aşılmış, yükseköğrenim gören kadınların oranı kısa süre içinde gelişmiş Batı ülkelerinin çok üstüne çıkmıştır. O zamana dek hiçbir toplum, kadın sorununun çözümü için böylesine kısa sürede bu denli radikal adımları atamamış ve böylesine çarpıcı sonuçlara ulaşamamıştır. Hiç şüphe yok ki, bu başarı, Stalinizm gibi bir garabete rağmen devrimci ruhunu yitirmeyen bir Bolşevik kadınlar ve erkekler kuşağının eseridir.
Rusya’da bütün bunlar olurken, Kemalist cumhuriyet, kadın sorununun çözümünü esas olarak eğitim düzeyinin yükselmesine indirgemiştir. Böylelikle, bir yandan kadın sorununun sınıfsal yönü karartılırken, öte yandan kapitalist sistemin erkek egemen doğası gözlerden gizlenmiştir. Oysa kadın sorunu hem sınıfsal bir sorundur, hem de erkek egemen sınıflı-sömürülü toplumların bir ürünüdür. İşte tam da bu yüzden, o ancak sömürünün ortadan kaldırıldığı ve işçi emekçi kitlelerin iktidarı kendi ellerine aldıkları proleter devrimlerle çözüm rotasına girebilecek bir sorundur. Binlerce yıllık erkek egemenliğinin ve onun yarattığı geleneklerin, düşünce tarzının, davranış biçimlerinin kökten yıkılmasını, ancak böylesi radikal bir devrim sağlayabilir. Küçük-burjuva ve burjuva feminizmin görmezden geldiği gerçek de budur.
[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.220
[2]> Erken cumhuriyet dönemi feminist hareketi ve Nezihe Muhiddin konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, Metis Y.
[3] Yaprak Zihnioğlu, age, s.158-159
[4] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.222
[5] İlkay Meriç, Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi, MT, Ekim 2005
link: İlkay Meriç, Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları /2, 1 Nisan 2010, https://marksist.net/node/2429