Krizin yükü işçi sınıfının sırtına bindirildikçe, sınıfın derinliklerinde öfke büyümeye ve “artık yeter” duygusu kendisini hissettirmeye başlıyor. Egemen sınıf ve onun siyasal temsilcileri de, emekçi sınıfların bağrındaki öfke mayalanmasına karşı ne tür tedbirler alınacağı hususunu gerek açıktan açığa gerekse de kapalı kapılar ardında tartışıyorlar. Bu doğrultuda işçileri aldatmaya ve uyutmaya dönük girişimler ise alışıldığı üzere devam ediyor.
Başbakanın TOBB üyelerine dönük olarak “herkes bir kişiye daha iş versin” çağrısı, birçok burjuva iktisatçı tarafından bile alayla karşılandı. Kuşkusuz işçi sınıfının burjuvaziye ve onun ikiyüzlü politikacılarına alaylı bir tebessümden çok daha öte bir yanıt vermesi gerekiyor. Gel gör ki, gerek sendikaların bugünkü güçsüz durumu gerekse de sendikaların tepesinde hâkim olan uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi ve icazetçi sendikal anlayış, bu doğrultuda atılacak adımların önüne ciddi engeller olarak dikiliyor.
Sermayenin işsizliğe ve krize çözümü: işten atmak kolaylaşsın!
Attığı bir dizi adımla anayasa referandumuna ve yaklaşan seçimlere hazırlık sinyalleri veren AKP hükümeti, iktidara gelmesinde büyük rol oynayan emekçi kesimler arasında azalan desteğini tekrar arttırmanın hesabını yapıyor. Büyük sermaye sahiplerini “emek sömürüsü” yapmakla suçlayarak işçi-emekçi kitlelerin gönlünü kazanmaya çalışan AKP, kapitalizmin temel bir gerçeğini dile getirirken bu sömürünün son yıllarda ulaştığı devasa boyutlarda bir burjuva partisi olarak kendisinin oynadığı rolü örtbas etmeye çalışıyor. İş yasalarında yaptığı değişikliklerle işçi sınıfının kölelik koşullarını bir kat daha ağırlaştıran, temel ihtiyaç mallarına ve hizmetlerine zam üstüne zam yapmasına karşılık asgari ücreti sefalet sınırlarının bile altında tutan, sosyal haklara dönük saldırılara her gün bir yenisini ekleyen, eğitim ve sağlık hizmetlerini giderek özelleştiren, işçilerin her türlü hak arama mücadelesinin karşısına tahkim edilen polis aygıtını dikmekten geri durmayan bizzat AKP hükümetidir.
Geçtiğimiz haftalarda hazırlıklarının sürdüğü açıklanan yeni istihdam paketindeki “tedbir”ler de işsizliğe kalıcı bir çare üretmekten ziyade işçileri uyutma, aldatma ve oyalama amaçlıdır. Bu pakette geçtiğimiz yıl açıklanan istihdam paketindeki düzenlemelerin 2010 yılında da devam etmesi öngörülüyor. Geçen yılki pakette 120 bin kişiye okulların bakımı, köylerin çevre düzenlemesi (!) işi verileceği söylenmişti, bu yılki pakette yine aynı kapsamda 120 bin iş yaratılacağından bahsediliyor. Bu işçiler asgari ücretle geçici olarak işe alınacaklar. AKP hükümeti, köylere park bahçe ve tuvalet yaparak bu denli derin bir kapitalist krizin etkilerini hafifleteceğini övünerek anlatıyorsa, bu onun kapitalist kriz karşısındaki çaresizliğini gösteriyor.
Ama bu gayrı ciddi ve işçi sınıfını adeta alaya alan yaklaşımlar, iş burjuvazinin somut taleplerine geldiğinde yerini son derece ciddi ve hesaplı planlara bırakıyor. Yeri geldikçe kameralar karşısında emekçi dostu görüntüsüne bürünen AKP hükümetinin yetkilileri, büyük sermaye örgütlerinin konferans salonlarında işçi sınıfına dönük yeni saldırıların hazırlıklarını yürütüyorlar. AKP’nin Maliye Bakanının Dünya Bankası tarafından düzenlenen konferansta yaptığı konuşma ile aynı gün Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun (TİSK) açıkladığı “araştırma”daki öneriler neredeyse harfiyen örtüşüyor. AKP’nin İngiltere’den ithal ettiği Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, işsizliği azaltmak ve istihdamı arttırmak için, “işgücünü esnekleştirme ve part-time çalışma biçimine geçilmesi gerekliliğinden” bahsederek istihdam önündeki en büyük engelin kıdem tazminatları olduğunu buyurdu!
Aynı gün TİSK araştırma servisi de “istihdamın katılığı”na dair raporunda, Türkiye’nin en katı istihdam politikaları uygulayan ülkelerin başında geldiğini, kıdem ve ihbar tazminatlarının çok yüksek olduğunu iddia ederek, istihdamı arttırmak için bu tazminatların kaldırılmasını, özel istihdam bürolarının ve geçici istihdam biçimlerinin önünün açılmasını talep etti.
Sendikasızlaştırmalar, taşeronlaştırmalar, esnek üretim dayatmaları, “kölelik yasaları”, zorunlu fazla mesailer, uzayan ve sonu gelmeyen iş saatleri, bunaltıcı boğucu ve düzensiz vardiya sistemleri ve tüm bunlarla birlikte sefalet ücretleri… Kapitalist sömürücüler sınıfına tüm bunlar bile yetmiyor. Burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri, dizginsiz ve kuralsız bir kapitalist sömürü cenneti kurmayı hedefliyor. Yasalarda işçinin tam bir köle gibi çalıştırılmasını engelleyen hangi maddeler varsa, onları da kriz bahanesiyle ortadan kaldırmak ve işçileri köle gibi çalıştırmak istiyorlar. Krizin tüm faturasını işçi sınıfına kesmek için, işçileri hiçbir sınırlama ve kural olmaksızın çalıştırabilmeyi ve canları istediği zaman hiçbir tazminat ödemeksizin işten atabilmeyi amaçlıyorlar. Ve bunu da işsizliğe çözüm önerisi olarak dile getiriyorlar!
Sendikaların ve işçi hareketinin durumu
Sendikasız, sigortasız, güvencesiz, kuralsız, 12-14 saat boyunca sefalet ücretleriyle çalışmanın bu denli yaygın hale geldiği bir dönemde sermaye ve onun temsilcilerinin daha da fazlasını isteme pervasızlığına şaşmamak gerekiyor. İşçi sınıfının bıraktık güçlü bir devrimci siyasal örgütlülüğünü, sendikal örgütlülük düzeyi bile bugün yok denilebilecek seviyelere inmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yayınladığı “Çalışma Hayatı İstatistikleri”ne bakacak olursak, işçi sınıfının yüzde 60’a yakın bir kısmı sendikalıdır! Oysa memur sıfatıyla çalışan işçileri bir tarafa bıraktığımızda, bugün sendika aidatı ödeyen ve toplu sözleşme kapsamında bulunan işçi sayısı topu topu 850 bin civarındadır ve günden güne düşen bu sayı, sendikalaşma oranının gerçekte yüzde 6 civarında olduğu anlamına gelmektedir. Dahası, kimi sendikaların yaptığı araştırmalara göre, özel sektörde sendikalılık oranı son on beş yıl içerisinde yüzde 8 civarından yüzde 3’e düşmüş durumdadır.
Bakanlık açıkça sahte rakamlar yayınlıyor ve sendikal bürokrasi bu yalanlar karşısında sesini çıkarmıyor. Daha da öteye geçerek bu yalanlara ortak oluyor. Peki neden? Çünkü gerçek rakamlar açıklanırsa, mevcut yasalara göre, bugün neredeyse hiçbir sendikanın yüzde 10 barajını aşmasının mümkün olmadığı ve dolayısıyla toplu sözleşme yapma hakkının bulunmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır. Bir başka deyişle, mevki ve ayrıcalıklarına sımsıkı sarılan sendika ağaları, ikbal kapılarına kilit vurmamak için bugüne dek hükümetlerle danışıklı bir dövüş, birbirinin ayıbını örtme politikası gütmüşlerdir. İşçi ücretlerinden otomatikman kesilen üye aidatlarıyla oluşan milyonlarca liralık fonların faiz ve rant gelirleri sendika ağalarının hizmetinde olduğu sürece, onların işçi sınıfının geniş kesimlerini örgütlemek gibi “riskli ve masraflı” bir gayretin içine girmelerine ne hacet! Yalanlara ve egemen sınıfın icazetine dayanan bir sendikacılık anlayışından işçi sınıfına bir hayır gelmeyeceği apaçık değil mi? Böylesi bir anlayıştan sendikal yasaları değiştirmeye ve sınıfın kitlesini örgütlemeye dönük enerjik bir seferberlik beklemek ham hayal olurdu.
İşçi sınıfı devrimcileri, sınıf hareketinin durumunu soğukkanlılıkla değerlendirmek ve öncü işçileri bu temelde yetiştirip eğitmek zorundadırlar. Lenin, devrimci olan tek şeyin somut gerçekler olduğunu söylerken bunu anlatıyordu. Sınıf hareketinin bugünkü somut gerçeği sendikal bir çöküştür. Bunu yalnızca sendikaların yüzde 6’ya kadar düşen örgütlülük düzeyinde değil, sendikal mücadelenin gerileyişinde de görmek mümkündür.
Özgün tarafları olan 1995 yılını bir tarafa bırakacak olursak, 1990’dan bu yana son yirmi yıllık dönemde, gerek grev sayılarında gerekse de greve katılan işçi sayısında sürekli bir düşüş eğilimi söz konusudur. 2007, 2008 ve 2009 yıllarında yaşanan grev sayıları 15’in üzerine çıkmamıştır. Aynı yıllarda grafiklere büyük bir çıkış olarak yansıyan, ancak sendikal bürokrasinin çeşitli hesaplarının bir ürünü olan Telekom grevini bir tarafa bırakacak olursak, grevci işçi sayısı da 3 ilâ 5 bin arasında olmuştur. Bu sayılar, bıraktık 1960-80 dönemini ya da 1989 baharını, faşizmin çözülmeye başlamasıyla grevlerin tekrar önünün açıldığı 1984-88 dönemiyle karşılaştırıldığında bile devede kulak kalmaktadır. Grevde “kaybolan” işgünü açısından baktığımızda da durumun vahameti ortadadır. 1984-88 döneminde bile “kaybolan işgünü sayısı” yıllık ortalama 1 milyonun üzerindeyken, 2000’li yıllarda bu ortalama ancak 150 bin civarında kalmıştır. Sendikal hareketin bu dibe vurmuşluk durumu, sendikal örgütlülüğün sınıfın sendikasız kesimlerinin gözündeki itibar ve cazibesini de doğal olarak epey aşındırmıştır. Keza aynı zaman diliminde sendikasız kesimlerin gerçekleştirdikleri direniş vb. türü işçi eylemliliklerinin seyrinde de belirgin ve anlamlı bir yükseliş söz konusu değildir.
Sendikal hareket nasıl canlanır?
Hal böyleyken sendikal hareketten kendi iç dinamiklerine dayanan bir canlanma beklemek mümkün mü? Reformist sol çevreler pratikte takındıkları tutumlarla aslında tam da sendikal bürokrasinin kuyrukçuluğunu yapmakta ve pek açıkça dile getiremeseler de bürokratlardan medet ummaktadırlar. Oysa sendikal bürokrasi binbir türlü bağla kaderini burjuvaziye ve onun düzeninin devamına bağlamıştır. Bu üst bürokrasi, yalnızca burjuvazinin kâhyalığını yapmanın çok ötesinde bir varlığa sahiptir. Açıkça burjuva siyaset sahnesindeki burjuva aktörlerden biri gibi davranmaktadır ve ondan başka türlüsü de beklenemez. İşte bu noktada burjuva siyaset sahnesindeki saflaşmalar sendikal bürokrasi içerisinde de yansımasını bulmakta ve bu bürokrasinin bir kesimi mevcut hükümetlerin karşısında yer alabilmektedir. Bu kesimin bu doğrultuda attığı adımlar ve sahtekârca kullandığı sol söylem, reformistler ve hatta küçük-burjuva devrimciliği nezdinde sempatiyle karşılanmaktadır. Bu durum hiç kuşkusuz işçi sınıfının ileri-öncü kesimleri arasındaki kafa karışıklığının daha da artmasında belli bir rol oynamaktadır. Oysa devrimci proleter bir çizginin ayırt edici yönü, bürokrasinin bu tür burjuva manevralarını ve sahte sol söylemlerle işçi kitlelerini kendi pis burjuva hesapları için kullanma girişimlerini acımasızca teşhir etmesinde yatmaktadır.
Sendikal örgütlülüğün yokluk sınırlarında çırpındığı günümüz koşullarında, hele ki mevcut sendikalar kanununun yarattığı mengene içerisinde, alt kademe sendika yöneticilerinin ezici bir çoğunluğu da, kendi varlık ve kaderlerini, son tahlilde genel merkezle kurdukları pürüzsüz ilişkilere bağlamış durumdadırlar. Yüzlerini tabana değil sendika üst bürokrasisine çevirmişlerdir, enerjilerini örgütlenme ve mücadeleye değil kongre kulislerine hasretmişlerdir. Genel merkez bürokrasisiyle olası bir sürtüşme, bu alt kademe yönetimler açısından, maddi ve örgütsel olanaklardan mahrum olmaktan tasfiyeye ve hatta şube kapatılmasına kadar varan şiddetli çatışmaları göze almak anlamına gelmektedir. Üye sayısı dibe doğru giden, örgütlü olduğu işyerlerini kaybeden, yeni işyerleri örgütlemek konusunda ne ciddi bir inanç ve özgüvene ne de gerekli birikim ve cesarete sahip olan bir şube yönetiminden, sendikal üst bürokrasiye karşı bir çıkış beklemek hiç de gerçekçi değildir. Son yıllarda yaşanan tüm deneyimler de bu gerçeği döne döne doğrulamaktadır. İşçi sınıfının öncüsünün devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi belli bir eşiğe ulaşmadığı sürece, bu gerçek ne yazık ki değişmeksizin kalacaktır. Bu düzey de kuşkusuz genel toplumsal-siyasal atmosferden bağımsız değildir.
Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin yükseldiği 1960-80 döneminde, başta DİSK olmak üzere, sendikal hareketin kimi kesimlerinde gerek alt gerekse de üst yönetim kademelerinde, bugünküyle kıyas kabul etmez ölçüde daha mücadeleci sendikacılar bulunuyordu. Yükseliş kendi öncü işçi kuşağını da yaratıp eğitmekte ve onu devrimci siyasal örgütlülüğe doğru itmekteydi. Bir azınlık durumunda olsalar bile işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine yürekten bağlı mücadeleci sendikacıların varlığı, aslında sınıf hareketinin genel bir yükseliş içerisinde olmasına, sınıfın işyeri ve taban örgütlülüklerinin oldukça güçlü oluşuna ve hiç kuşkusuz devrimci siyasal örgütlülüğün bugünküyle kıyas kabul etmez derecede yüksek düzeyine dayanıyor ve bunlardan besleniyordu. Bugünse ne yükselen bir sınıf hareketinden, ne sağlam ve güçlü taban örgütlülüklerinden ne de güçlü bir devrimci siyasal örgütlülükten bahsetmek mümkündür.
Peki bu durumda sendikalardan tümüyle yüz çevirmek mi gerekiyor? Günlük rüzgârlara haddinden fazla duyarlı, sabırsız ve rekabetçi-reklâmcı solcuların pratikteki tutumlarına bakılacak olursa, evet! Bu tutumların da katkısıyla, sendikalı işçi kitleleri uzun yıllardan beri sendika bürokratlarının ve reformistlerin insafına terk edilmiş durumdadır. Hal böyleyken devrimci lafazanlık almış başını yürümüş, sınıf hareketinin kitleselliğinin önemini vurgulamak açıkça küçümsenir hale gelmiştir.
Hayır, sendikalardan yüz çevirmeyeceğiz. Sendikalar bürokratlara değil işçilere aittir, ama bunu kuvveden fiile dönüştürmek için sabırlı ve inatçı bir komünist çaba gerekiyor. Sınıf hareketinin verili düzeyi pek parlak olmasa da, mücadele diyalektik çelişkileri içerisinde devam ediyor. Karşımızda örgütlenmeyi bekleyen kocaman bir işçi sınıfı duruyor. Öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltme görevinin yanı sıra, sendikalaşma mücadelesini yüklenme ve sendikaları ayağa kaldırma görevi de, sendikalı işyerlerinde taban örgütlerini kurma ve geliştirme görevi de komünist işçilerin sırtına binmiş durumdadır. Bu doğrultuda tuğla üstüne tuğla koyarak sergilenecek her bilinçli çaba, işçi sınıfının hak ettiği güzel günleri bir adım daha yaklaştıracaktır.
link: Oktay Baran, Sermayenin Saldırıları ve Sendikal Bürokrasinin Kuşatması, 1 Mayıs 2010, https://marksist.net/node/2430
Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları /2