Toni Negri’nin (Michael Hardt ile birlikte yazdıkları) kitabında açıkladığı düşünceler, Marksizm kılığına bürünerek Marksizmin özünü reddetme arzusundaki akımlar içinde oldukça moda haline gelmiştir. Napoli’den (İtalya) yazan Pietro Di Nardo’nun bu kitap hakkındaki eleştiri ve inceleme yazısını yayınlıyoruz. Yazar, Negri’nin düşüncelerindeki çelişkilere dikkat çekiyor ve Marksizmin her zaman olduğu gibi bugün de geçerli olduğuna işaret ediyor.
Giriş
Toni Negri’nin İmparatorluk adlı kitabı 2001’de İtalya’da bütün kitapçılarda en çok satanlar arasındaydı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda İtalya’daki Autonomia Operaia [Otonomcu İşçiler] hareketinin liderlerinden olan yazar,[1] günümüzde Michael Hardt[2] ile birlikte, emperyalizm çağının bittiğini ilan eden bir teorinin baş savunucusu durumundadır.
1990’ların sonunda yazılan kitap şimdiye kadar birçok ülkede basıldı ve bizzat Avrupa solu içindeki tartışmanın kızışmasını sağlayarak tüm dünyada akademik çevrelerde en üst seviyede ilgi gördü.
Fakat kitabın ilk baskısının çıkmasını beklerken yaşadığım heyecan, kitabın dört yüz sayfasını okumaya başladığımda hızla hayal kırıklığına dönüştü. Üslup açısından bakıldığında (doğrusal tarzda yazılması ve metaforları kullanması kitabı yavan olmaktan kurtarıyor) şüphesiz iyi yazılmış olmasına rağmen, söylenecek en hafif şey, içinde temel olarak hiçbir yeniliğin olmamasıdır. Kitap yıllar önce işçi hareketi içinde tartışılmış birtakım eski fikirleri yeniden gündeme getirmiştir. Hatta bazı durumlarda, yazar bu fikirlerin en kötü versiyonlarını sunmayı başarmıştır. Bu tür fikirler, işçi sınıfının politik kavrayış düzeyini düşürmek (ve böylece tarihin önemli anlarında onu felç etmek) için defalarca kullanılmıştır.
Kitap, “Emperyalizm” döneminin bittiği ve bizlerin artık “İmparatorluk” diye adlandırılan bir dönemde yaşadığımız teması üzerine kurulmuş. Yazarlar bu “İmparatorluk” analizi çerçevesinde birçok başka iddiada da bulunuyorlar ve şayet kitabın tam bir değerlendirmesi yapılacaksa bunların da üzerinde durulması gerekir.
Örneğin bunlar arasında, “Değer Yasasının” artık ortadan kalktığı, işçi sınıfının bir “çokluk”a dönüştüğü ve siyasal “aktivist” kavramının değiştiği iddiaları da var.
Bu tür konuların tartışmasını bir tür soyut akademik egzersiz gibi görmemek gerektiğini düşünüyorum. İçinden geçtiğimiz dönemde, özellikle de işçilerin bir kez daha dünyanın her tarafında grevler ve gösterilerle ya da Arjantin’de olduğu gibi gerçek devrimci hareketlerle kaslarını esnetmeye başladığı bir zamanda, bu tür fikirleri eleştirmek artan bir önem ve aciliyet taşıyor. Söz konusu fikirler uluslararası işçi hareketinin önderliği içinde çoğunluk kazanmayı başarırsa, bu hareketin kendi ölüm fermanını imzalaması anlamına gelecektir.
Yaklaşan tarihsel süreçte, dünyanın her kıtasında, diğer ezilen sosyal sınıflarla birleşen işçi sınıfı dünya sosyalist devrimine giden yolda liderlik etme göreviyle karşı karşıyadır. Fakat bizler bugün Yoldaş Negri tarafından öne sürülen düşünceleri tarihin çöp sepetine –hak ettikleri yer burasıdır– atmayı başaramazsak, çabalarımız boşa gidecektir. İtalya’da işçi sınıfına önderlik edebilecek öznel faktörün eksikliği, tıpkı 1960’lı ve 1970’li yılların hareketinin yaşadığı bozgunlar gibi, günümüz hareketinin de bozgununa yol açacaktır. Mevcut hareket, taşıdığı patlamalı niteliği şimdiden kanıtlamış olduğu ve patronlara, kurulu toplumsal düzene radikal bir alternatif arayışı içinde olduğu uyarısını yaptığı için bu görev daha da acil hale geliyor.
Emperyalizme Karşı İmparatorluk
Kitabın en önemli bölümü, yazarların “İmparatorluk” kavramı üzerinde yoğunlaştıkları bölüm olsa gerek. Negri ve Hardt, kapitalist sistemin emperyalist aşamanın ötesine geçtiğini ve “emperyal” diye tanımlanabilecek yeni bir aşamaya girdiğini kanıtlamaya çalışıyor.
“İmparatorluk” teorisini açıklamak için yazarların kendi sözlerini kullanmanın daha iyi olacağını düşünüyorum:
“İmparatorluk ancak evrensel bir cumhuriyet, kapsayıcı ve sınırsız bir mimariyle tasarlanmış bir iktidar yapıları ve karşıt dengeler ağı olarak görülebilir. İmparatorluğun yayılmasının emperyalist yayılmayla hiçbir ortaklığı yoktur ve fetih, yağmalama, katliam, halkları köleleştirerek sömürgeleştirme eğilimindeki ulus devletlere dayanmamaktadır. Bu emperyalizmden farklı olarak İmparatorluk, iktidar yapısını genişletir ve pekiştirir […] Nihayet, İmparatorluğun gelişmesinin ve yayılmasının temelinde barış arayışının olduğu unutulmamalıdır.”[3]
Negri’nin “büyük fikri”, “merkezin” tamamen yok edildiği yatay bir kapitalist-egemen yapının içinde “çokluk”un sömürüsünün yeni bir biçiminin yaratıldığı “iktidarın küresel ağ temelinde dağıtımı”dır. Yazarlar, çeşitli emperyalist ülkelerin birbirleriyle savaşmak yerine kendi çıkarları doğrultusunda, barış arayışı içinde ve İmparatorluk içinde birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri yeni bir döneme inanmaktadırlar.
Bu tür düşünceler, “dönek Kautsky”nin Lenin’in düşüncelerine ters bir şekilde geliştirdiği “süper-emperyalizm” teorisiyle birçok yönden benzeşmektedir. Bu teori, Kautsky’nin[4] kendi sözleriyle aşağıdaki gibi özetlenebilir:
“Salt ekonomik açısından, kapitalizmin artık yeni bir evreye, tekellerin yöntemlerinin uluslararası politikaya damgasını vurduğu bir tür süper-emperyalizm evresine girmesi imkânsız değildir. O takdirde, tüm dünya emperyalizmleri birbirleriyle savaşmak yerine birleşecek ve emperyalist ülkelerin uluslararası mali sermaye koalisyonunun çıkarına dünyanın kolektif sömürüsüne kendilerini adadıkları bir kapitalist rejim altında savaşsız bir döneme gireceğiz.”[5]
Görüldüğü gibi, her ikisi de, çeşitli emperyalist ülkeler arasında var olan çatışmaların terk edildiği bir küresel iktidar yapısına atıfta bulunmaktadır. Bununla birlikte, Lenin ve Kautsky arasında yürüyen bu tartışmadan tamamen haberdar olan Negri, şunları söyleyerek gerçekte bir adım daha ileri gitmektedir:
“Lenin, Kautsky’nin, kapitalist gelişmenin çeşitli ulusal mali sermayeler arasında uluslararası işbirliğinin artması doğrultusunda bir eğilimi içinde barındırdığı, bunun tek bir küresel organizasyon yaratma ihtimalini de taşıdığı şeklindeki temel argümanıyla hemfikirdi. Bununla birlikte Lenin, Kautsky’nin, bu perspektifi barış içinde bir gelecek öngörüsünü kanıtlamak için kullanma ve mevcut koşulların dinamiklerini olumsuzlama çabalarına şiddetle karşı çıkmaktaydı.”
Bu, Lenin’in teorisinin bir çarpıtılması olmasına rağmen, “İmparatorluk”un yazarları kendilerini revizyonizm suçlamalarından kurtarmaya ve kendi Marksçı fikirlerini geliştirmeye çalışıyorlar. Gerçekte Lenin, bir dünya ekonomik tekelinin oluşması konusunda çok farklı şeyler söylemekteydi. Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde, Lenin açıkça, çeşitli emperyalist güçlerin dünya çapında birbirleriyle anlaşmalar yapabilecek olmalarına rağmen, bu anlaşmaların yalnızca geçici olduğunu ve rakip emperyalist ülkeler arasında belirli bir anda varolan güçler dengesinin bir yansıması olduğunu söyler.
Güçler dengesi değişir değişmez anlaşmaların da değişeceği aşikârdır. Bu nedenle, bu tür bir durum barışçıl ve istikrarlı işbirliği olarak adlandırılamaz, aksine pazarın belli bir sektöründen maksimum kâr elde etmek için pek çok geçici anlaşma yapılabilir.
Marx, kapitalizm pazarlar üzerinde hegemonya kurmak için her zaman savaşa ihtiyaç duymaz der. Bazen belli bir ülkedeki üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi tarafından oluşturulan özgül güçler dengesi, ihtiyaç duyulan koşulları empoze etmek için yeterli olur.
Bugün, ileri kapitalist ülkeler birbirleriyle ticari anlaşmalar imzalamayı kendi çıkarlarına uygun bulabilirler. Yarın ise, yeni pazarlar ele geçirmek ve onları korumak için birbirleriyle savaşmak zorunda kalabilirler. O dönem için hangi yöntemin daha uygun olduğuna bağlı olarak, her ikisini kullanmak da kapitalizmin işine gelir.
Bu nedenle “İmparatorluk” ya da “süper-emperyalizm” kavramının “barışa adandığını” iddia etmek yalnızca yanlış değil, gericiliğin daniskasıdır.
Marksist fikirlerin çarpıtılması sadece bu kadarla da kalmayıp, bay Negri ve bay Hardt’ın yazılarında pek çok kez ortaya çıkıyor. Örneğin Mattino gazetesiyle yaptığı bir söyleşide Negri, emperyalizm döneminin bittiğini iddia eden teorisini desteklemek için şunları söylüyor: “Fethedilen ve sömürgeleştirilen hiçbir dış bölge yoktur.”[6] Böylelikle emperyalizm analizinin temel noktalarından birini bir kalemde silip atıyor.
Lenin’in Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinin özellikle V. ve VI. bölümleri, kapitalizmin tarihinin belli bir dönemi boyunca emperyalizmin ve sömürgeciliğin paralel olarak geliştiğini net bir şekilde açıklamaktadır. Fakat çeşitli emperyalist güçlerin yirminci yüzyıl başlarında dünyayı kendi aralarında paylaşmayı tamamlamalarının ardından, daha fazla sömürgeci yayılma için çok küçük bir yer kalmıştı. Başka bir deyişle Lenin, bir kez dünyanın tamamı ileri kapitalist ülkeler arasında paylaşılmışsa, emperyalist güçler arasındaki mücadelenin daha önce fethettikleri yerleri kendi kontrolleri altında tutmak için yürüyeceğine inanmaktaydı.
Örneğin, yirminci yüzyıl başlarında üretici güçlerini hâlâ yeterince geliştirmemiş olan ve bu nedenle de rakiplerine göre dünya pazarının küçük bir payına sahip olan Almanya, diğer devletlerin zararına yeni pazar payları kapmak için elinden geleni yapacaktı.
Bir kez daha, devletler arasında nüfuz bölgelerinin paylaşımında belirleyici faktör, belirli bir emperyalist devletin kendi üretici güçlerini şu ya da bu ölçüde geliştirme kapasitesi olacaktı. Ve bir kez daha, ülkeler arasındaki nüfuz bölgelerinin bu paylaşımının barışçıl olup olmadığına bakılmaksızın, temel güdü daha yüksek kâr arayışı olacaktı.
Negri’nin eleştirisi, bir ölçüye kadar, emperyalizmin gelişmesi için kapitalist olmayan adacıkların varolması gerektiği düşüncesinin ortaya atıldığı Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikimi adlı kitabında yazdıklarına dayanmaktadır. Bununla birlikte, Luxemburg’un bu özgül teorisinin emperyalizm teorilerinin zengin birikimini temsil ettiğini iddia etmek bir genelleme olurdu.
“İmparatorluk” kavramı yalnızca mevcut ekonomik yapılar hakkındaki görüşlerimizi değiştirmekle kalmıyor, askeri müdahale kavramını da köklü bir biçimde değiştiriyor. “İmparatorluk”un yazarları, benim askeri müdahale psikolojisi diye adlandıracağım değişimler üzerinde önemle duruyorlar. Negri, analizinde, hayatını birçok vesileyle tarih boyunca yaşanan çeşitli cezalandırma ve müdahale şekillerini araştırmaya adayan Fransız filozof Foucault’ya[7] sıkça atıfta bulunuyor.
Daha önceki analizde açığa vurulan sınırlar, burada belki de en uç sonuçlarına ulaşıyor. Bu yüzden sembolik olduğuna inandığım bir cümleyi aktarmakla yetineceğim: “Dünyanın jandarması Amerika, emperyalizmin çıkarları için değil İmparatorluğun çıkarları için hareket ediyor.”[8] ABD, İmparatorluğun başı değil sadece çok özel bir parçasıdır, bu nedenle o ne zaman hareket etse, ister askeri olarak isterse ekonomik olarak, varsayıldığı gibi İmparatorluğun çıkarları için hareket eder.
Bu noktada kendimize yoldaş Toni Negri’nin son birkaç yıldır nerede olduğunu sormalıyız. Aklı başında hangi Marksist, eski Yugoslavya’da Amerikan çıkarlarıyla Alman çıkarlarının aynı olduğunu ya da Almanya’nın çıkarlarının Fransa’nın çıkarlarıyla aynı olduğunu iddia edebilir? Tüm çatışma boyunca, Amerikalılarla Avrupalılar müdahale için ne tür bir taktiğin izleneceği konusunda birbirleriyle sürekli kapıştılar. Bu anlaşmazlıklar yalnızca askeri taktikler konusunda olmayıp, esasen eski Yugoslavya’daki çeşitli ulusal kapitalist sınıfların farklı çıkarlarının bir yansımasıydı.
Aynı şeyler bugün Afganistan için de yapılmaktadır. Bu ülkede ABD’nin çıkarlarıyla Avrupalı güçlerin çıkarlarının halen aynı olduğunu kim iddia edebilir? Le Monde geçtiğimiz günlerde, Amerikalılarla Taliban arasında 11 Eylül öncesinde imzalanan ve ABD petrol gruplarının bu ülkede petrol boru hattı kurmasına izin veren anlaşmalara dair bir makale yayınladı. Sonunda anlaşmalar suya düştü, fakat burada ABD çıkarlarının Avrupalı güçlerin çıkarlarına taban tabana zıt olduğunun parlak bir örneğiyle karşı karşıyayız.
Ted Grant ve Alan Woods’un[9] makalelerinde açıkladıkları gibi, ABD dünya jandarmalığı rolüne soyunmuştur (er ya da geç bunun sonuçlarını ödemek zorunda olsa da). Fakat savaşta Amerikalıların amacı, galipler arasında ganimeti paylaşma zamanı geldiğinde en avantajlı konumda olmaktır.
Kapitalist dünyada, bir dünya gücünün, ganimetteki payını güya ait olduğu hayali “İmparatorluğa” vermek için askeri çatışmaya girdiği bir durum şimdiye kadar asla olmadı, büyük bir olasılıkla da asla olmayacak.
Sonuç olarak, Negri’nin de söylediği gibi, modern toplumun gerçekten “küreselleşmiş” bir toplum olduğu, kapitalizmin dünyanın her kuytu köşesine ve deliğine parmağını sokabilecek bir yayılma düzeyine ulaştığı doğrudur. Fakat aynı zamanda çeşitli ulusal kapitalist sınıfların ifadesi olan ulus devletin dayattığı sınırlar, kapitalist ekonomi içinde aşılamaz ve insanlığın gelecekteki gelişimi üzerine ağır bir pranga oluşturur. Bu çelişki ancak kapitalizmin yıkılmasıyla çözülebilir ve bugün bu her zamankinden daha çok böyledir; böylelikle ulus-devlete ve sınırlara son verecek koşullar yaratılır ve bir dünya sosyalist federasyonunda bütün ulusların işçilerinin birliği inşa edilir.
“Çokluk” Kavramı
Hem son derece bulanık olan, hem de bir o kadar yer işgal eden bir başka argüman da “çokluk” fikridir. Bulanıktır çünkü en dikkat çekici şey yazarların “çokluk” kavramı ile ne kastettiklerini asla net bir şekilde açıklamamalarıdır. Ne zaman bu konu açılsa, ortalığı bir sis bulutu kaplamaktadır. Hatta kalabalık önüne çıktığında dahi, yoldaş Negri bu çokluğun niteliklerinin net bir açıklamasını sunmak için hiçbir çaba harcamamaktadır. Yazarlar açık toplantılarda “nedir bu çokluk” sorusunu yanıtlamaktan her seferinde ustaca kaçınmışlardır.
Yazarların kendi teorilerinden tam olarak emin olmadıklarını ima etmeye olmasa da, bu fikrin gerçekten ne kadar bulanık ve bilimsel temelden yoksun olduğunu göstermeye niyetim var. Marx işçi sınıfı kavramını pek çok farklı metinde son derece açık bir biçimde tanımlamıştı ve bunun “İmparatorluk”un sayfalarında defalarca geçen çokluk kavramıyla uzaktan yakından alâkası yoktu.
Bu çokluk kavramıyla yazarların ne anlatmak istediğini bir parça anlamak için İtalya’da kitabı yayınlandıktan kısa bir süre sonra Negri ile yapılan bir söyleşiden alıntılar yapmanın ilginç olacağını düşünüyorum. Bu söyleşide Negri, yine tipik bulanıklığına rağmen çokluk kavramının bir tanımını yapıyor: “çokluk” diyor Negri, “sınıfsal bir kavramdır, sınıfın yeni bir versiyonudur …” Bu, en azından geleneksel ya da Fordist anlamda, “çalışan sınıflar”ın bir azınlık olduğunu ima ediyor. Fakat, entelektüel, maddi olmayan, serbest ve kaçınılmaz olarak başkalarına tabi çalışanları bir faktör olarak dahil ettiğimizde çoğunluk haline gelirler.
Negri emeğin geçmiştekinden daha az sömürülmediğine inanmasına rağmen, modern toplumda sermayeyi yaratanın “zekâ” olduğunu ekliyor: “[…] aslolan yaşamın yeniden üretilmesidir ve bu geleneksel mal üretiminden daha önemlidir: genetik, imajlar, bilişim teknolojileri, eğitim.” Negri devam ediyor “sistem değişti çünkü sömürü değişti. Ford dönemindeki işçi mücadeleleri sistemi değişmeye ve kendini yeniden yaratmaya zorladı. Basit iş artık karmaşık işten farklı değildir, o tam da Marx’ın öngördüğü gibi zekâ haline gelmiştir.”[10]
Çokluk kavramıyla işçi sınıfı kavramını bağlantılandırma çabalarına ek olarak bu birkaç satırda Negri ve Hardt, Marksist analizin en temel ilkelerinin pek çoğunu tamamen çarpıtıyorlar. Onların, toplumun devrimci dönüşümü olanağını üretim evresinden çekip çıkarma yönündeki güçlü arzuları aşikârdır. Onlar kapitalist sistemin yeniden üretim ve tüketim evresi gibi ikincil düzeylerini, birincil önemde bir düzeye dönüştürmenin yollarını arıyorlar. Bu çaba tesadüfi değildir ve özel bir siyasi amaç gütmektedir.
Yalnızca tek bir sınıf kapitalist üretim sürecine son verip sosyalist ekonomiyi kurabilir, o da proletaryadır ve Negri bu yalın gerçeği gayet iyi bilmektedir. Fakat üretim sürecinin önemini bir kenara iterseniz proletaryanın önemini de bir kenara itersiniz. Dahası, yeniden üretim ve tüketim süreçlerinin önemi vurgulanarak, sadece proletaryaya değil, ona tâbi ya da hatta ona karşı olan sosyal sınıflara da devrimci önem atfediliyor. Örneğin, “çokluk” içinde, küçük-burjuva kesimleri, proletaryanın katmanlarını ve bazı durumlarda bir denge unsuru olarak iş gören büyük sermaye kesimlerini dahi bulursunuz. Bunların tümü kocaman şekilsiz bir kitle halinde birleşmişlerdir.
Yazarlar bu tür bir muhakeme yürüterek, 1970’lerin İtalyan “Otonomcu İşçiler” hareketinin düşüncesini yeni aşırı uçlara taşıyorlar. Bu hareket, toplum içinde “devrimci bir kopuş” gerçekleştirmenin saçma olduğuna inanıyordu. Otonomcu İşçiler hareketindeki birçok kişi, kapitalist toplumun yapısının ancak sürekli grevler ve gösterilerle değiştirilebileceğine ve böylelikle de sosyalizme ulaşabileceklerine inanmaktaydı.
Ancak iktidarı ele geçirmenin gerekli olmadığına inanıyorsanız, sosyal sınıfların önemini bir kenara itebilir ve onların ortak çıkarları olduğunu iddia edebilirsiniz. Fakat Marksistler proletaryanın çıkarlarıyla burjuvazinin çıkarlarının asla aynı olamayacağını ve proletarya diktatörlüğünü, yani işçi sınıfının egemenliğini kurmak için devlet iktidarının alınmasının tek yol olduğunu ve daima da olacağını gayet iyi bilirler.
Yukarıda aktarılan pasaj da Negri’nin yine Marx’a atıfta bulunma çabalarını gösteriyor. Negri bir kez daha Otonomcu İşçiler hareketinin favori temalarından birini, –yani makineleşme konusunda Marx’a[11] atıfta bulunarak– zekâ üretiminin proletarya tarafından yapılması nedeniyle değer yasasının ortadan kalktığı iddiasını kullanıyor.
Bu pasajda Negri iki yanlış önermede bulunmaktadır: birincisi, sanayi proletaryasının küçülüyor oluşu; ikincisiyse, Marx’a göre değer yasasının her alanda ortadan kalkma eğiliminde olması.
OECD’nin son verilerine göre sanayi proletaryası dünya çapında büyümektedir ve herhalde hiçbir Marksist, düşüncesini tümüyle proletaryanın bu özel kesimiyle sınırlandırma hatasına düşmez. Sanayi proletaryası kilit bir önemde olmasına rağmen işçi sınıfı salt sanayi proletaryasından ibaret değildir. Gerçekte Marksistler bizzat üretimdeki değişimlerden doğan yeni katmanları örgütlemeye çalışmak zorundadırlar. Zira bu kesimler hâlâ patronların elinde eski tarz sömürüye maruz kalmaktadırlar.
Buna ilâveten, Marx’ın makineler üzerine yazdığı pasaja göre de Negri’nin söyledikleri oldukça tartışmalıdır. Değer yasasının her alanda ortadan kalkacağına dair yazılanlar hiç de açık değildir. Eğer Marx böyle demiş olsaydı, kapitalist sistemin kendi ağırlığı altında çökeceğini de söylerdi. Fakat Marx hayatının çoğunu bu tür fikirlere karşı mücadeleyle geçirmiştir. Hiç kimse değer yasasının her alanda ortadan kalkmakta olduğunu iddia edecek kadar ileri gidemez.
Son olarak şu sorulmalıdır; bu çokluğun örgütsel yöntemi ve hedefi, işçi hareketinin uzun süredir bağlı olduğu enternasyonalizm midir? “İmparatorluk” adlı kitapta verilen cevap çok kesin olarak “hayır!”dır. Negri şunları söylemektedir: “Enternasyonalizm, ulus-devletleri kapitalist sömürünün kilit etkeni olarak kabul eden ve çokluğu sürekli olarak kendi anlamsız savaşlarına çekmeye çalışan aktif bir kitlesel öznenin arzusuydu […] Uluslararası dayanışma gerçekte ulus-devleti yok etme ve yeni bir küresel topluluk inşa etme projesiydi […] Bugün bu proletarya enternasyonalizminin zamanının geçtiğini açıkça kabul etmeliyiz.”[12]
Enternasyonalizmin proletarya için modern bir mücadele biçimi olabileceğini reddettikten sonra Negri, Marx’ın on dokuzuncu yüzyılda işçi sınıfı mücadelesinin döngüsünü incelerken kullandığı köstebek örneğini kullanarak, içine düşeceği derin bir çukur kazar.
Marx’ın tarif ettiği köstebek, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde yüzeye çıkar, daha sakin dönemlerde tekrar aşağı iner; kış uykusuna yatmak üzere değil, aksine yeni mücadele dönemlerinde kolayca yüzeye çıkabilmek için yeni tüneller kazmak üzere. Fakat Negri için köstebek artık ölmüştür.
O köstebeğin yerine “yılan”ı ve onun kıvrılıp bükülme hareketlerini geçirmiştir. Negri şunları söyler: “Belki de mücadeleler arasındaki iletişimsizlik, iyi yapılmış iletişim tünellerinin eksikliği, aslında zayıflıktan ziyade güçlülüktür. Güçlülüktür, çünkü tüm hareketler doğrudan doğruya kendi başlarına yıkıcıdırlar ve kendi etkilerini garanti altına almak için hiçbir dış yardım ya da genişleme beklemezler.”[13]
Sonuç olarak “İmparatorluk”un yazarı, Arjantin’de başlayan bir hareketin diğer ülkelere sıçrama umudunun olmadığına inanmaktadır. Bu tarihsel çağda, işçilerin dünyanın başka bölgelerindeki diğer işçiler tarafından yürütülen bir mücadeleyi kendi mücadeleleri olarak kabul etmeleri de imkânsız olacaktır. Ve buna ilişkin olarak da yazar şunları söylemektedir: “iletişimin göklere çıkarıldığı çağımızda, mücadelelerde iletişimden başka herşey vardı.”[14]
Bu önermenin yanlışlığı son dönemlerdeki olaylar tarafından kanıtlanmıştır. İtalya’da, kısa bir süre önce krize girmiş görünen işçi hareketi, 2002’de bir genel grev ve kitlesel gösteri çağrısı yapabileceğini göstermiştir. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İngiltere ve benzeri yerlerde de benzer olaylar yaşanırken, tarihsel önemdeki genel grevler artık gündemdedir.
Venezuela’da, 2002 Nisanında hükümet darbesini sokaklara çıkarak önleyen işçiler, Venezuela bayraklarının yanı sıra Arjantin ve Küba bayrakları da taşımaktaydılar. Uruguay’daki ağır ekonomik krize işçilerin ve işsizlerin cevabı “Arjantin!”, “Arjantin!” sloganları oldu. Hatta işçilerin baskısıyla sola doğru kayan sendika bürokrasisi de “enternasyonalizm”den bahsetme ihtiyacı duydu ve bazı durumlarda diğer ülkelere paralel olarak genel grev çağrısında bulundu. (İtalya’da İspanyol genel grevinin olduğu sırada bölgesel bir genel grev gerçekleştirildi.)
Bazıları bu örneklerin gerçekte birbirleriyle alâkalı olmadığını iddia etseler de, biz bunların tüm dünyada sınıf bilincinin mevcut düzeyini gösteren önemli sinyaller olduğunu düşünüyoruz. Bu kaçınılmaz bir süreç olsa bile, işçiler sınıf bilincine bir anda ulaşamazlar. Bu nedenledir ki Marx köstebek analojisini kullanmıştır; köstebek, gözden ırak olmasına rağmen kazmaya ve saldırı araçlarını geliştirmeye devam eden bir hayvandır.
Sokakların gösterilerle dolduğu ve işçilerin sahip çıktıkları proletarya enternasyonalizmi adına mücadele ederek daha çok sınıf bilinçli işçiler haline geldiği bir sırada, ortada fiziksel bir düşman olmadığı için “merkez”in de ortadan kalkmış olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Tersine, Arjantin’de işsizlerle birleşen işçiler düşmanlarını gayet iyi tanımaktadırlar ve İtalya’da, İspanya’da ve dünyanın diğer bölgelerinde mücadele eden işçilerin aynı düşmana karşı savaştıklarının tamamen farkındadırlar.
Sadece bir örnek vermek yeterlidir. Piquetero hareketinin en militan kesimlerinden birinin temsilcisi olan Neca, Avrupa’ya yaptığı son ziyaretinde, İtalyan işçi sınıfına pek çok kez çağrıda bulunmuş ve işçilerin dünya ölçeğinde birliğini yaratabilecek gücü savunmuştur. Bu da farklı mücadelelerin “iletişimsizliği”ni tamamıyla çürütür ve tersine ancak uluslararası işçi hareketinin kapitalizme bir alternatif sunabileceğini gösterir. İşçiler kapitalist sistemin giderek keskinleşen çelişkilerinin artan baskısı altında, artık haydi haydi aynı devrimci sonuçlara çıkıyorlar.
Negri’nin “Militanlık” Fikri [Politik Aktivizm]
Belki de en önemli ve en pratik sonuçları içermesine rağmen, Negri ve Hardt bu teoriye yalnızca kitaplarının son paragrafında yer veriyorlar. Hem bu paragrafın önemini ortaya çıkarmak için hem de içinde pek çok kavram geçtiği için, kitaptan oldukça uzun bir alıntı yapacağım. İnanıyorum ki, yukarıda eleştirdiğim yanlış fikirler belirli bir mantığa sahip olmalarına rağmen, “militanlık” teorisine ilişkin fikirlerin hiçbir mantığı olmadığını aşağıdaki alıntı kendiliğinden gösterecektir.
Negri şunları yazıyor: “Post-modern çağda, halk figürü yok olduğundan, çokluğun yaşamını en iyi ifade eden militandır: biyopolitik üretimin ve İmparatorluğa karşı direnişin temsilcisi […] Militandan söz ederken, aklımıza Üçüncü Enternasyonalin donuk, çileci temsilcisi gibi bir şey gelmiyor. Disiplin ve görev temelinde hareket eden, her hareketinin ideal bir plandan kaynaklandığını savunan birilerini düşünmüyoruz […] Günümüz militanı bir temsilci olduğunu savunamaz, hatta sömürülenlerin en temel insani ihtiyaçlarının temsilcisi olduğunu dahi. Tersine günümüzün devrimci politik militanlığı, daima alması gereken uygun biçimin ne olduğunu yeniden keşfetmelidir: temsili değil kurucu aktivite. […] Militanlar emperyal emre yaratıcı bir tarzda direnirler. Bir başka deyişle direniş, biyopolitik alana kendini kurucu bir vakfedişle ve üretimin ve topluluğun ortak aygıtlarının oluşturulmasıyla doğrudan bağlantılıdır. […] Komünist militanlığın gelecek yaşamını aydınlatmaya hizmet edebilecek eski bir efsane var: Asisili Aziz Francis efsanesi. Onun çalışmasını düşünün. Aziz Francis, çokluğun yoksulluğunu kınamak için bu yaygın durumu benimsemiş ve orada yeni bir toplumun ontolojik [varlıksal] gücünü keşfetmişti. Komünist militan da, çokluğun yaygın durumunda onun muhteşem zenginliğini görerek aynısı yapar. Francis, yeni doğmakta olan kapitalizme karşı çıkarak her türlü araçsal disiplini reddetti, nefsi köreltmenin (yoksulluk içinde ve kurulu düzen içinde) karşısına tüm varlığın ve doğanın da dahil olduğu neşeli bir yaşamı çıkardı. Post-modernitede bir kez daha kendimizi Francis’in durumunda buluyoruz: iktidarın sefaletinin karşısına varlığın neşesini çıkararak. Bu hiçbir gücün kontrol edemeyeceği bir devrimdir, çünkü biyogüç ve komünizm, işbirliği ve devrim, sevgi içinde, basitlik içinde ve hatta masumiyet içinde bir arada durur. Komünist olmanın bastırılamaz aydınlığı ve neşesidir bu.”[15]
Yukarıdaki satırlarda da klasik Marksizmle ilişkili herhangi bir düşünce bulmak yine oldukça zordur. Negri’ye göre militan (aktivist), kapitalist sisteme “yaratıcı” bir tarzda karşı koyan ve devrimci gücünü kendi biricikliğinden ve kitlelerin koşullarıyla özdeşleşme kapasitesinden alan bir bireyci haline gelmiştir.
Üstelik bu tip militanlığın kahramanı Assisili Aziz Francis’tir! Aslında gerçek Marksist aktivistler, yalnızca fikirleri sayesinde işçilerin güvenini ve saygısını kazandıkları için değil, aynı zamanda verili bir anda işçi sınıfının politik bilinciyle bağlantı kurabildikleri ve onu toplumun sosyalist dönüşümün gerçekleştirilmesine doğru yükseltebildikleri için kendilerini işçi sınıfının öncüsü içine yerleştirebilmektedirler.
Bu türden aktivistler asla kendi bireysellikleri temelinde hareket etmezler, aksine kendi bireyselliklerini diğer aktivistlerin bireysellikleriyle birleştirerek nasıl kullanacaklarını bilirler ve onu devrimin hizmetine sunarlar. Politik aktivist hiç de asık suratlı, neşe kaçıran birisi değildir, aksine o bütün bir sınıfın, proletaryanın itici kuvvetidir.
Aktivist için proletaryanın bir parçası olmak, onu temsil etmekten korkmak anlamına da gelmez. Tersine, aktivistin yaşamının her günü nihai zaferin peşinde koşan işçi sınıfını ilerletmeye adanmıştır. Marksist aktivistin devrimci görevi, asla sınıfından kopmaksızın onu örgütlemek ve önderlik etmektir.
Bu noktada, gelmiş geçmiş en büyük devrimci aktivist olan Lenin’in sözlerini kullanmama izin verin. Rus Devriminin önderi, Sol Komünizm - Bir Çocukluk Hastalığı eserinde Rosa Luxemburg’un parti örgütü anlayışını eleştirirken (Lenin parti örgütünü devrimci disipline dayanan bir öncü olarak görüyordu), proletaryanın devrimci partisinin disiplininin nasıl korunabileceğine ilişkin olarak aşağıdakileri yazmaktaydı.
“Birincisi, proleter öncünün sınıf bilinciyle ve onun devrime bağlılığı, kararlığı, fedakârlığı ve kahramanlığıyla. İkincisi, en geniş çalışan halk yığınlarıyla, öncelikle proletaryayla, fakat aynı zamanda proleter olmayan çalışan halk yığınlarıyla da çok yakın bağlar kurma, sürdürme ve –eğer isterseniz– belirli ölçüde kaynaşma yeteneğiyle. Üçüncüsü, bu öncünün yerine getirdiği politik önderliğin doğruluğuyla, izlediği politik strateji ve taktiklerin doğruluğuyla, ki geniş yığınların bu strateji ve taktiklerin doğru olduklarını kendi deneyimleriyle görmüş olmaları gerekir.”[16]
Bununla “İmparatorluk”un sayfalarında tanımlanan ideal türden aktivistin uzaktan yakından ilgisi yoktur. Sonuçta, Negri’nin teorisini çıplak gerçeklikle karşı karşıya getirmek için iyi bir tavsiyemiz var. Negri’nin “aktivisti” günlük vardiya başlarken bir fabrika kapısına ya da herhangi bir işyerine gitse ve işçilere kurulu düzeni yıkmak için “eğlenin” ve “itaat etmeyin” dese acaba ne olurdu?
Her fabrikanın ya da işyerinin koşullarını bildiğimizi iddia etmiyoruz, fakat bildiğimiz ve sık sık gidip broşürlerimizi dağıtıp kampanyalar örgütlediğimiz yerlerde, kapitalistlerin kontrolü altında ücretli emek rejiminin yol açtığı yabancılaşma ve yorgunluk düzeyinin çok yüksek olduğunu kesin olarak biliyoruz.
İşçilere gidip onlara Negri’nin telkinde bulunduğu türden eylemler öneren aktivistler, sadece bir sıyrıkla kurtarabilirlerse kendilerini mutlu saymalıdırlar. Ve yine küçük-burjuva teoriler durumun gerçekliğiyle yüz yüze gelir gelmez, tamamen iflâs etmiş doğalarını sergilerler.
Ocak 2003
Napoli, İtalya
Bu yazının orijinali www.marxist.com adresinde bulunmaktadır.
[1] Antonio Negri, Padua ve Paris VIII üniversitelerinde siyaset bilimi dersleri vermektedir.
[2] Micheal Hardt, Duke Üniversitesi Edebiyat Bölümünde eğitmendir.
[3] Toni Negri, Il Vasto Impero (Dipnot sayısını arttırmamak için, “İmparatorluk” kitabından yaptığım alıntılarda sadece yazar adını belirteceğim ve ayrıca dipnot vermeyeceğim. Eğer diğer kitaplara atıfta bulunuyorsam, dipnotta hem yazarın hem de kitabın adını vereceğim.)
[4] Hayatının son dönemlerinde Marksizm düşüncesinden uzaklaşan İkinci Enternasyonal Teorisyeni
[5] Karl Kautsky, Süperemperyalizm
[6] Corrado Ocone’nin Toni Negri ile yaptığı röportaj.
[7] Cezalandırma yöntemleri, cezaevlerinin oluşumu ve delilik üzerine pek çok kitabın yazarı olan Fransız filozof.
[8] Toni Negri, Oltre la Guerra Fredda
[9] Ted Grant ve Alan Woods, The New World Disorder
[10] Bruno Gravagnuolo’nun Toni Negri ile yaptığı röportaj. [Burada geçen zekâ kavramı, kitapta geçen diğer pek çokları gibi yazarların kendi tuhaf terminolojilerine ait bir kavramdır –çn. ]
[11] Karl Marx, Grundrisse
[12] Toni Negri, Ritornelli dell'internazionale
[13] Toni Negri, La talpa ed il serpente
[14] Toni Negri, La talpa ed il serpente
[15] Toni Negri, Il militante
[16] Lenin, Sol Komünizm – Bir Çocukluk Hastalığı
link: Pietro Di Nardo, İmparatorluk Yoktur, Ocak 2003, https://marksist.net/node/242
Irak’a Karşı Emperyalist Savaş Üzerine Manifesto