“Nefes: Vatan Sağolsun” filmi, geçtiğimiz haftalarda gösterime girdi ve beklendiği gibi yüksek bir izleyici kitlesine ulaştı. Apoletli medya, tam da kendisinden beklendiği gibi filmi şişirdikçe şişirdi ve olabildiğince ilgi uyandırmaya çalıştı. İlker Başbuğ’undan Deniz Baykal’ına kadar statükocu-Kemalist cephenin tüm önde gelen şahsiyetleri, “halkın arasına karışarak” filmi izlediler ve ne kadar beğendiklerine dair konuşmalar yaptılar. Filmde, “açılım peşinde koşanların” çıkarması gereken önemli dersler olduğunu buyurdular. Filmi bekleyen malum izleyici kitlesi de benzer yorumlarla komutanlarının söylediklerini tasdik ve tekrar ettiler. Hep bir ağızdan Türk askerinin kahramanlığı ve yenilmezliği, vatanın bölünmezliği vurgulandı. Analar ne kadar ağlarsa ağlasın, ne kadar genç ölürse ölsün, söz konusu vatansa geri kalanın teferruat olduğu bir kez daha haykırıldı. Gazetelerdeki köşe yazılarında en bildik, en bayağı, en hasmane ve hamasi tutumlarla, en klişe “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı yapılmaya devam edildi.
Filmin yarattığı bu havanın, statükocu-Kemalist cepheye hanidir ihtiyaç duyduğu “nefes”i ne ölçüde sağladığı ayrı bir konudur. Yine de filmin başarılı bir ideolojik propaganda örneği olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim daha gösterime girmeden 2 milyon kişinin internetten fragmanını izlemesi ve 1,5 milyondan fazla insanın da sinemalarda filme gitmesi, oldukça geniş bir kesimin bu ideolojik propagandanın etkisinde kaldığını gösteriyor. Statükocu-Kemalist cephenin esas omurgasını oluşturan ordu, liberal burjuvaziyle yürüttüğü kapışmada her geçen gün daha da azalan prestijini toparlamak için her yolu denemektedir ve bu uğurda en etkili mecralardan birinin sinema, televizyon gibi görsel medya olduğu malumdur. İşte “Nefes: Vatan Sağolsun” filmi de bu maksatla yaptırılmıştır. Üstelik çekimlerine 2006’da başlandığı ve öncesinde 1,5 yıllık bir hazırlık evresinin olduğu göz önüne alınırsa, epey uzun zamandır tasarlandığı da anlaşılacaktır.
Geçtiğimiz ay açığa çıkartılan Lahika Harekât Planında filmle ilgili bölümlerin yer alması, ortada ne tür bir hazırlığın olduğunu net biçimde ortaya koymaktadır. Hatırlanacak olursa, Lahika Harekât Planında TSK’nın biri “irtica” ve diğeri “terör” konulu iki film çektirmesinden söz ediliyordu. Plana göre “terör” konulu filmde, Güneydoğu’da çok kötü koşullar altında fedakârca görev yapan subayların yaşamı anlatılacaktı. Planda, bölgede tim komutanlığı yapan bir üsteğmenin yaşamından kesitlerin, eşinin bakış açısından anlatılması gibi detaylar dahi yer alıyordu. Film için 500 bin lira bütçe ayrılmıştı ve bu meblağ gerekirse daha da arttırılacaktı. Filmin askerle ilişkisinin deşifre olmaması için de, Bilgi Destek Dairesi’nden (eski adı Psikolojik Harekât Merkezi’dir) emekli olmuş bir yüzbaşının şirketi paravan olarak kullanılacak ve film “kamuoyu yaratma gücü bulunan bir yapım şirketine ve ünlü bir yönetmene” yaptırılacaktı.
Tam da plana uygun biçimde film, emekli bir yüzbaşının şirketine yaptırılmıştır. Ayrıca filmin senaristlerinden Hakan Evrensel Güneydoğudan Öyküler kitabının yazarıdır ve senaryo da bu kitaptan devşirilmiştir. Kitapta, bir subayın gözünden, yaşanan savaşın zorlukları, askerlerin gösterdikleri fedakârlıklar ve buna karşın kıymetlerinin anlaşılamamasına dair hikâyeler yer almaktadır. Hakan Evrensel bu kitabı, 90’lı yıllarda, MGK’da Basın ve Halkla İlişkiler Bölümünde çalışırken yazmıştır. Aynı zamanda Kuvay-ı Medya dergisinde de çalışmaktadır. Üstelik bu dergi bünyesindeki iş arkadaşı da, bilgisayarından “AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı” çıkan Ergenekon tutuklusu ve emekli “savaş gazisi” avukat Serdar Öztürk’tür. Filmin senaryosu, plandaki çerçeveye sadık kalınarak oluşturulmuştur. Dolayısıyla filmin, en başından itibaren TSK’nın Kürt sorununda yürüttüğü psikolojik savaşın bir parçası olduğu kabul edilmelidir.
“Uyursan Ölürsün!”
Baştan sona izleyiciyi ideolojik bombardımana tutan ve neredeyse her karesinde izleyicinin bilinçaltına yönelik ince mesajlar vermeye çalışan film, Irak sınırındaki bir karakolda görev yapan bir yüzbaşının ve emrindeki askerlerin PKK gerillalarıyla girdikleri çatışmayı konu ediyor. Karakoldaki askerler ve subaylar hayatları pahasına da olsa, yokluklar ve sıkıntılar içinde ve hatta çoğu zaman kıymetleri de bilinmeden, nice fedakârlıklara göğüs gererek vatanlarını “kahramanca” savunuyorlar!
Daha açılış sahnesinde yoğun bir militarizm propagandasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Beraberindeki timle sınır karakoluna “intikal eden” ve nöbetçiyi uyurken yakalayıp koğuşlara kimseyi uyandırmadan giren yüzbaşı, askerleri diktiği içtimada öyle “etkileyici ve dokunaklı” bir konuşma yapıyor ki, filmi izleyen pek çok gencin “bir an önce askere gitmeye karar verdim” demesine şaşmamalı. Bağıra çağıra gürleyen yüzbaşının temel mesajı ise “uyursanız ölürsünüz” oluyor. Yüzbaşı güya nöbette uyuyan askere işin ciddiyetini anlatırken, izleyicilere de “vatan elden gidiyor, siz hâlâ uyuyorsunuz” mesajı veriliyor. Yüzbaşı, “öldüğünüzde 45 saniyeliğine televizyonda kahraman olursunuz, sonra da magazin haberleri devam eder” derken, izleyicinin “şehitlerimizin kıymetini bilmiyoruz gerçekten” diye yüreği burkulmaya başlıyor. Ancak kimsenin aklına bu askerlerin neden ve kimin çıkarları için orada savaşmak zorunda olduğu gelmiyor. Ölen askerlerin yanı sıra birçok gencin de gerilla olarak hayatını kaybettiği unutuluyor. Çünkü daha baştan, Türk askerine “haince” pusu kurup onları öldüren gerillaların, “dağlarda domuzlar gibi gezmeye ve ölmeye mahkûm” oldukları yargısı kafalara yerleştirilmeye çalışılıyor.
Gerilla lideri “doktor”la Türk komutanın telsiz konuşmaları vasıtasıyla, Türk devletinin Kürtlere her şeyi verdiği, fakat bazı “bölücü hainlerin” Türk devletinin bu “âlicenaplığına” ihanet ederek illâ da özgürlük istedikleri, oysaki özgürlüğün dağlarda savaşmakla elde edilemeyeceği fikri ince ince işleniyor. Hal böyle olunca da, çoğunluğunu kentli orta sınıflardan gelenlerin oluşturduğu izleyici kitlesinin, “özgürlük mücadelesi gibi yüce kavramları bile diline dolayarak kirleten bölücü teröristlere” karşı öfkesi bilendikçe bileniyor. Filmin sonundaki bir sahnede, yaralı bir gerillayı öldürüp öldürmemekte tereddüt geçiren Türk subayının duraklaması karşısında, salondaki kadın izleyicilerden birisi ayağa fırlayıp “ne bekliyorsun gebert şu pisliği” diye bağırabiliyor. Türk askeriyle “göğüs göğüse çarpışmayıp haince pusu kuran bölücü terörist” bu yüzden lanetlenirken, filmin ilerleyen sahnelerinde bu kez Türk subay gerillalara pusu kurup öldürdüğünde kimsenin gıkı çıkmıyor. Çünkü Türk askerinin öldürmeye, Kürt gerillanın ise ancak ölmeye hakkı olduğu şeklindeki militarist ve faşist yargı, izleyicilerin bilincine kazınmıştır artık…
Bu “içtima” sahnesinin en ilginç repliği ise, gerçekte bir psikopat sayılabilecek yüzbaşının “ölmenizi yasaklıyorum, ama hata yapanı görürsem kendi elimle vurur, tutanağın altına da eğitim zayiatı yazar imzamı atarım” şeklindeki konuşmasıdır. Adeta bir taşla iki kuş vurmaya yeltenen yönetmen, hem subayın askerlerin hayatını ne kadar önemsediğini göstermiş, hem de yakın zamanda gündemi işgal eden, nöbetteki askere uyuduğu için pimi çekili el bombası verip ölmesine sebep olan üsteğmeni aklamış oluyor.
İzleyici, tıpkı filmdeki erat gibi henüz “içtima” şokunun etkisindeyken, aynı yüzbaşı bu kez de “çocuklar nasıl oldular” diye sorup, başlıyor “Mehmetçiğin” çileli askerliğini anlatmaya ve aslında emri altındaki askerleri ne kadar önemsediğini (!) göstermeye. Yüzbaşı, en bayağı erkeklik ve kahramanlık vurguları eşliğinde Mehmetçiğin zor şartlar altında bizler için savaştığını, nöbet tutup can verdiğini, anasından sevgilisinden ayrı kaldığını anlatırken, izleyiciyi de kaçınılmaz biçimde “biz burada rahat rahat otururken ordumuz nelere katlanıyor” duygusu kaplıyor. Tabii bu sahneleri izlerken de, kimsenin aklına Türk ordusunun bu “insaniyetli” subaylarının ve generallerinin, askeri gerçekte hiç de umursamadığı gelmiyor. Çünkü filmde, çatışmada yaralanan askerler için “çok masraflı oluyor” gerekçesiyle helikopter gönderilmediği ve yaralı askerlerin bu şekilde ölüme terk edildiği, öte yandan bu “asker sever” generallerin rakı sofrasında meze eksik diye jet uçaklarını kaldırıp peynir almaya gönderdiği anlatılmıyor. Dağın başında ve eksi 20 derecede, günde 6-8 saat nöbet tutan askerleri, sırf uyuyakaldılar diye “baba şefkatiyle” nasıl dövdükleri de anlatılmıyor. Anlatılmayan gerçeklerin yerine, filmde, lütufmuş gibi, bir Kürt askerin ailesiyle telefonda Kürtçe konuşmasına müsamaha edildiği gösteriliyor. Ve yine kimse, bıraktık askerde evi aramayı, bu ülkenin her yanında Kürtçe konuşmanın onlarca yıl yasaklandığını, bu en doğal haklarını kullanmak istedikleri için binlerce insanın nice işkenceler gördüğünü, hapislerde çürütüldüğünü, hatta faili belli cinayetlere kurban gittiğini hatırlamıyor. Bizzat devletin kendisi Kürtçe televizyon kanalı açtıktan sonra bile, neden Kürt milletvekillerine mecliste Kürtçe konuştukları için soruşturma açıldığını da kimse sorgulamıyor. Mehmetçiğin, bu zorlu yaşamı, vatan ve millet aşkı uğruna, gönüllü olarak kabul ettiği ve “aslanlar gibi” askerliğini yaptığı fikri sessiz sedasız bilinçlere sızıveriyor.
Oysa askerliğini özellikle bölgede yapan herkes gayet iyi bilir ki, tıpkı filmdeki gibi dağın başında, yırtık Türk bayrağının altında ve Atatürk heykelinin önünde askerlik yaparken, bıraktık “Mehmetçik”i “vatansever” subayların ağzından bile en sık “buraya bu bayrağı dikenin de, buraya vatan diyenin de…” diye başlayan sözler dökülür. Birkaç istisna dışında hiçbiri oraya kendi isteğiyle gitmemiştir ve tüm o fedakârlıklara da gönül rızasıyla değil, zorla katlanmaktadır. İki kat maaş alan subay ve astsubayların dahi operasyona çıkmamak için kırk takla atması veya 1 milyonluk ordunun yarısına denk sayıda insanın asker kaçağı olması gibi gerçekler bunun kanıtıdır. Nitekim birkaç hafta önce Şırnak’ta 9 uzman çavuş operasyona çıkmayı reddettikleri için ordudan atıldılar. Ancak filmi çektiren TSK’nın derdi, tam da bu gerçeklerin ve yıllardır yürüttüğü haksız savaşın üzerini örtmek olduğundan, film, en klişe militarizm propagandasıyla devam ediyor.
Bu kuru demagojik söylemlerin arasına ise, alttan alta verilen ince mesajlar sıkıştırılıyor. Örneğin, komutan aynaya bakıp traş olurken, bir an için yüzünün aksiyle arkada duvarda duran Atatürk portresi üst üste çakıştırılıyor. Anlıyoruz ki, bu psikopat subay, Kemalist zihniyetin oradaki temsilcisidir. Milliyetçi, ırkçı ve faşist önyargılarla dolu en katı militarizmin cisimleşmiş halidir. Mustafa Kemal’in ve Kemalizmin tartışılmazlığı arkasına sığınılarak, orada yapılanlar meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Ve belki farkında olarak belki de olmayarak, yönetmen Kemalizm denilen ideolojinin gerçek özünü de böylece teşhir etmiş olmaktadır.
Bu arada askerler bu uzak sınır karakolundaki günlük yaşamlarını, komutanın telsizden gelen çatışma seslerini herkese dinletmesinin eşliğinde sürdürüyorlar. Bu yoğun militarizm vurguları, komutanın “savaşta, savaşın kuralları geçerlidir” söylemiyle yapıldığından, izleyici de bunun gerekli olduğuna ikna oluyor. Dindar bir erin, nöbet mevzisinde diğer arkadaşlarına “Allah birbirinizin kanını akıtmayacaksınız der” diyerek başlattığı sorgulama boşa çıkartılmaya çalışılıyor. Tabii bu arada, AKP çizgisini temsil ettiği açık olan bu dindar er üzerinden AKP’nin “demokratik açılımı” mahkûm edilmek isteniyor. Aynı er, savaşı sorgulamasını müteakip, bu kez de “doktor” lakaplı gerilla liderine atfen, “deli mi bu, niye doktorluk yapmıyor da dağlarda dolaşıyor” şeklinde mantıklı bir soru da yöneltiyor. Ancak bu son derece yerinde soru tamamen yanıtsız bırakılıyor ve üzerinden atlanıyor. Dün cumhuriyet mitinglerinde kendine güven tazeleyen ve şimdilerde İzmir’de ve Çanakkale’de Kürtlere yönelik linç girişimlerini örgütleyen MHP ve CHP’nin bu soruyu es geçtiğini biliyoruz. Onlar da tıpkı asker ve sivil komutanları gibi bu soruya, Kemalizmin militarist ve faşist kavramlarıyla kodlanmış cevaplar veriyorlar. Yüz yıldır, en ağır bedelleri ödeyerek kurtuluş mücadelesi yürüten ezilmiş bir halkın gözünün içine baka baka, “ne istediniz de vermedik” diyebiliyorlar. Kemalizmin temel felsefesinin, 30’larda söylenen “bu ülkede Türk olmayanların tek hakkı, Türke hizmet etmektir, kölelik etmektir” olduğu hatırlatıldığında, açıktan savunamasalar da gerçek zihniyetlerinin bu olduğunu ele veriyorlar.
Kemalizm tam da bunu savunan bir zihniyettir. Bu yüzden filmdeki psikopat komutan, yaralı bir gerillaya yardım edilmemesi ve ölüme terk edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Hatta, sırf işkence edebilmek için, yaralı ele geçirdikleri bir kadın gerillanın hayatta kalmasını sağlamış, sonrasında da can çekiştiği halde boğazını sıkıp öldürmeye çalışabilmiştir. Filmi izleyen Başbuğ da, “işte TSK budur” diyerek yaralı gerillaya nasıl “insanca” müdahale edildiğini söyleyebilmiştir! Hâlbuki bizler, bu kadın gerillanın neden kurtarıldığını gayet iyi biliyoruz. Kurtarılan gerillalara, tıbbi müdahalenin ardından yapılan işkenceleri, kol bacak kesmeleri, diri diri gömmeleri, asit kuyusuna atmaları da iyi biliyoruz. Ve biz bunları bilip kabullenemediğimiz için de, filmdeki psikopat komutandan fırça yiyoruz. Sivil okumuşları sembolize eden doktor asteğmenin şahsında hepimiz küçümseniyor, savaşı ve askerliği anlamadığımız için aşağılanıyoruz. Güya bizim rahatımız için orada savaşan bu subayların kıymetini bilmediğimiz için suçlanıyoruz. Peki, ne istiyor bizden bu vatansever subaylar? Ne yapmamız gerekiyor onların kıymetini bilmiş olmak için? Filmde bu sorunun yanıtı da pek güzel verilmektedir. Komutan, sivilde bankacı olan askere soruyor: “Ne lazım bankadan kredi almak için?” Askerse “tapu gerekir komutanım” diye cevap veriyor. “İyi de” diye cevap veriyor komutan, “bizim elimizde bu dağlar var, ama bunların da tapusu yok, demek ki kredi alamayacağız bankadan!” Ve aynı komutan, gerillaların attığı pusuda öldürülen subay arkadaşını her hatırladığında, “onun bir karısı, iki çocuğu ve yeni aldığı bir arabası vardı” diye söyleniyor. Bütün film boyunca anlıyoruz ki, bu vatansever subayların da son tahlilde istediği, rahatça banka kredisi alabilmek ve yeni aldığı arabasına binebilmektir. Böylelikle oradaki subayların da senin-benim gibi sıradan hayal ve beklentilere sahip sıradan insanlar olduğu söylenerek, en psikopat katiller bile aklanmaya çalışılıyor.
Kaldı ki, alt rütbeli subayların istediği bu kadarla kalsa da, omzu rütbeden geçilmeyen generallerin çok daha fazlasını istediği hepimizin malûmudur. Onların derdi banka kredisinin ve arabanın çok ötesindedir. Onlar kendi malları olarak gördükleri bu devletin ve devlet yoluyla ellerinde tutabildikleri iktidarın sağladığı ayrıcalıkların, ihalelerden aldıkları payların, emekli olduklarında tekellerde yönetim kurulu üyesi olarak vatani görevlerini icra etmenin ve alt rütbeli sıradan subayların hayalini bile kuramayacakları kadar büyük servetlerin peşindedirler.
Devam eden sahnelerde ise, nihayet filmin vermek istediği temel mesaja sıra geliyor. Psikopat yüzbaşı, bir anda “duygusal ve mantıklı” bir insan kimliğine bürünerek, sivilleri temsil eden doktor asteğmene hitaben uzun bir tirad çekiyor: “Beni buraya siz gönderdiniz. Ben bilmiyor muyum savaşın böyle kazanılmayacağını, ama senin bilmediğin, ben burayı kaybedersem sen de İstanbul’da, Ankara’da kaybedersin. Savaşta haklı taraf yoktur. Kim haklı kim haksız bilemezsin, düşünemezsin. Sadece nefesin vardır, ya alırsın ya verirsin. Keşke beni biraz sevebilseydiniz. Bitmeyen savaş yoktur, bu da bitecek ve beni yargılayacaksınız. Olsun, yargılayın. Buradan başka gidecek yerim yok.”
Bu mesajın bir benzerini ise, filmi izleyen İlker Başbuğ’un ağzından dinliyoruz: “Terör artık bitme noktasına gelmiştir. O halde bunu kime borçluyuz? Filmde de gösterildiği gibi şehitlerimize borçluyuz. 90’lı yıllarda terörün amacı bağımsız bir devlet kurmaktı. Bugün terörle bu hedefe ulaşamayacaklarını anladılar. Nerede şimdi bağımsız devlet söylemi yapanlar?” Böylece anlıyoruz ki, burada asıl mesaj orduyu eleştirenlere ve açılım siyasetini savunanlaradır. Denilmektedir ki, bugün siz bu açılımları yapabilir hale geldiyseniz bu bizim orada yürüttüğümüz savaş sayesinde olmuştur. Daha da özlü ifade edecek olursak, yıllardır yürüttükleri haksız savaşın artık ne burjuvazi ne de halkın nezdinde prim yaptığını kavrayan generaller, hem geçmişin hesabı sorulmasın ve yaptıkları yanlışlar sorgulanmasın diye hem de açılımın yarattığı olumlu havadan pay çıkartabilmek adına böyle konuşmaktadırlar.
Filmin finalinde ise değme Hollywood filmlerine taş çıkartacak denli abartılmış bir “karakol baskını” sahnesiyle karşılaşıyoruz. “Hain teröristler” karakola yoğun bir saldırı düzenleyip neredeyse tüm askerleri öldürüyorlar. Gerillalar “hain, vahşi ve zalim” olarak gösterilirken, askerler “mazlum” ilan ediliyor. Atatürk heykeli bir roket mermisiyle parçalanıp yere düşüyor ve hayatta kalan birkaç askerden birisi, heykelin kopan kafasını yerden alıp kucaklıyor ve yerine götürüyor. Ölen askerlerin yanı sıra her yer gerillaların cesetleriyle doluyken, yaralı bir gerillayı öldürmeyen Türk subayı, böylece Türk askerinin ne kadar “yüce” duygulara sahip olduğunu göstermiş oluyor. Ve psikopat yüzbaşı, giderayak karısına yazdığı duygusal bir şiir eşliğinde bize vatanla kadının özdeş olduğunu, kadınını sevmekle vatanını sevmenin aynı şey olduğunu anlatıyor. Yani bir yandan, her şeye rağmen Türk gencinin “kurtarıcısı” Atatürk’e sahip çıkması gerektiği hatırlatılırken, diğer yandan da vatanla kadının özdeşleştirilmesi yoluyla Türk “delikanlısının” bam teline basılmış olunuyor.
Bu sahnenin kurgusunun en özgül yanı ise, Türk askerinin de yenilebileceğini ve düşman karşısındaki zayıflığını göz önüne sermesidir. Oysa şimdiye kadar çekilen benzer film ve dizilerde hep Türk askerinin yenilmezliğine ve düşman karşısındaki aman vermezliğine vurgu yapılmıştır. Bu açıdan, ilk bakışta sıradan militarizm propagandasının ötesine geçildiği izlenimi verse de, işin aslı böyle değildir. Tam aksine, Türk askeri “mazlum” ve “insancıl” gösterilerek (çünkü zayıflık ve yenilebilir olmak insani şeylerdir), yıllardır yürütülen haksız savaşta gösterilen zalimliklerin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Tamamen izleyicinin duygularına seslenmeye çalışılarak, mantık arka plana itilmeye ve gerçekler unutturulmaya uğraşılmaktadır.
* * *
Başta da söylediğimiz gibi film, ordunun psikolojik savaş harekâtının bir parçasıdır. Amaç ordunun azalan prestijini tamir etmek ve liberal burjuvaziye de, “bize her zaman ihtiyacınız olacak, o yüzden fazla üstümüze gelmeyin” mesajını vermektir. Yürütülen haksız savaş haklıymış gibi gösterilmeye, gerçeklerin üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Ama bu o kadar da kolay değildir!
Toplam 29 isyanda on binlerce Kürt katledilmiştir. Dersim katliamının tanıkları hâlâ hayattadır. 30 yıldır yürütülen haksız savaşın mağdurları ortadadır. Filmde yaratılmaya çalışılan ne olursa olsun, CHP milletvekili Öymen’in ağzından dökülen ve 40 bine yakın Kürdün katledildiği Dersim katliamını savunan sözler, aslında kafalarda değişen hiçbir şeyin olmadığının göstergesidir. Nitekim CHP ve tüm statükocu-Kemalist kesim de ona sahip çıkmıştır. Filmin de pek güzel anlattığı gibi, kendini hem devletin hem de milletin sahibi gören zihniyet hâlâ yerinde durmaktadır. Kendi egemenliklerini ve ayrıcalıklarını korumaktan başka derdi olmayan bu elitler sınıfı, tarihin ileriye doğru akışının yarattığı basınç altında hâlâ direniyorlar. Ama attıkları her adım onları son nefeslerine doğru yaklaştırıyor.
link: Kerem Dağlı, Statükocu Kemalistlerin Kan Kokan “Nefes”i, 1 Aralık 2009, https://marksist.net/node/2344
“Filistin’e Özgürlük, İsrail’e Boykot”
GDO’lara Nasıl Bakmalı?