12 Eylül 1980’de ordu eliyle gerçekleştirilen faşist darbenin üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen, Türkiye halen bu karabasanın izlerini üzerinden atabilmiş değil. Cuntanın hazırladığı faşist anayasa genel ruhu açısından bugün de yürürlükte. Kürt meselesinden genel olarak demokrasi meselesine kadar her türlü sorunda toplumun karşısına dikilen bu anayasanın yanı sıra, faşist cuntanın gölgesinde hazırlanıp yürürlüğe sokulan iş yasaları, ceza yasaları, siyasal partiler yasası vb. de, toplumu cendere altında tutmaya devam ediyor. Anayasanın 12 Eylül darbecilerini ve darbe döneminin suçlularını koruyan geçici 15. maddesi de aynı şekilde olduğu yerde duruyor.[1]
Bununla birlikte, 12 Eylül’ün sorumlularının yargılanması, o dönemde işlenen insanlık suçlarının hesabının verilmesi gibi en temel demokratik talepler ancak toplumun küçük bir azınlığı tarafından yüksek sesle dile getiriliyor. Burjuva siyasetçilerse bu konuyu tartışmaya açmaya bile yanaşmıyorlar. Çünkü gerek o dönemde gerekse faşizmin çözülüş sürecinde halka karşı işlenen suçlardan hepsi sorumlu. 12 Eylül’den bu yana dökülen Kürt, devrimci ve işçi kanına hepsinin eli bulaşmış durumda. Baykal gibi siyasilerin sözde darbe karşıtlığına soyunarak anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasını istediklerini dile getirmeleriyse tam bir ikiyüzlülüktür. Nitekim bunu dillendirmesinden birkaç gün sonra, Ergenekoncu darbecilerin adli mahkemelerde yargılanmasına olanak sağlayan yasal düzenlemenin karşısında cansiperane bir savunmaya girişmesi de, Baykal’ın ve CHP’nin darbeler karşısındaki pozisyonunu yeterince net bir şekilde ortaya sermiştir. Aynı şekilde, Ergenekonculara karşı “demokrasi kahramanlığına” soyunan AKP’nin “darbe karşıtlığının” temel motivasyonu da kendi iktidarını korumak ve siyasal geleceğini güvence altına almaktır. Erdoğan’ın ve AKP’nin, 12 Eylül’ün faşist generallerinden ve diğer sorumlularından hesap sormaya ne niyeti vardır ne de buna yüreği yeter.
Faşist diktatörlük dönemlerinden geçmiş pek çok ülkede, yükselen halk muhalefetinin baskısıyla, o dönemde katledilen ve kaybedilen insanların, yapılan işkencelerin hesabı sorulmaya çalışılıyor. Şili’nin faşist diktatörü general Pinochet yıllar sonra yargılanmış ve yaşına bakılmaksızın hapse tıkılmıştı. Aynı şekilde Arjantin’de devlet, dikta döneminde 30 binden fazla insanın katledildiğini kabul edip “özür dilemek” zorunda kalmıştı. Kuşkusuz bunlar, burjuvazinin ve devletinin vermesi gereken gerçek hesabın ancak girizgâhı olabilecek adımlardır. Ancak Türkiye’de bu kadarı bile yapılmamıştır. Faşist diktatörlük dönemindeki suçlardan dolayı tek bir sorumlu yargılanmış değildir. Cunta lideri Kenan Evren el üstünde tutulmaya devam edilerek 90 yaşında hâlâ eceliyle ölümü beklemektedir.
12 Eylül faşizminin hesabını sorma görevi hiç kuşkusuz işçi sınıfının boynunun borcudur. Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmine isim babalığı yapan generalleri istirahate çekildikleri rahat köşelerinden çıkartıp boyunlarına suçlu yaftasını mutlaka asmalıdır. Ama asla bununla yetinilemez. Bu haklı sorgulamanın son tahlilde burjuvazinin işine yarayacak bir deşarj aracı olmasına izin verilemez. Hesabını gerçek anlamda sormaya ant içen bir işçi sınıfı, öncelikle sanık sandalyesine oturttuğu suçlulardan hareketle, mücadelesini sermaye düzenini sorgulamaya yöneltmeksizin hesap defterini kapatamaz.”[2]
Genç kuşaklara unutturulan gerçekler
Bundan 29 yıl önce, “ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” amacıyla yapıldığı iddia edilen 12 Eylül faşist darbesi, “demokrasiyi korumak” adına parlamenter işleyişe son vermişti. “12 Eylül askeri faşist cuntası tüm yasama ve yürütme yetkisini tamamen kendi ellerine almıştı. «Anayasal düzeni koruma» gerekçesiyle iktidara el koyan generaller, bizzat kendileri mevcut Anayasayı bir kenara fırlatıp, yayımladıkları kararnameleri en «yüce» yasa katına yükselteceklerdi.”[3] Siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin kapısına ise kilit vurulacaktı.
Kuşkusuz en büyük darbe işçi hareketine ve sosyalist harekete indirildi. “Sağ-sol çatışmasını bitirmek”, “akan kardeş kanına son vermek” gerekçelerine dayandırılan darbe sonrasında, dokunulmazlık zırhına kavuşan ordu ve polis eliyle korkunç bir devlet terörü estirildi. Sömürü düzenine baş kaldıran işçilerin, sosyalistlerin hayatı bu faşist darbeyle kâbusa dönüştürüldü. 650 bin kişinin gözaltına alındığı faşist rejim altında, on binlerce insan, salt devletin yasak ettiği şeyleri düşünmeleri nedeniyle yıllarca cezaevinde kaldı. Yüz binlerce kişi en insanlık dışı işkencelerden geçirildi, yüzlercesi bu işkencelerde katledildi. İdam cezası verilen 517 kişiden 50’si “ibret olsun” denerek asıldı. Bunlar arasında, Erdal Eren gibi henüz 18 yaşını doldurmamış gencecik fidanlar da vardı.
Faşist darbe en büyük yaralardan birini de Kürt halkının bağrında açtı. Anadillerinde konuşmaları bile işkenceye uğramaları ya da yıllarca hapis yatmaları için yeterli olan Kürtler korkunç bir zulme maruz bırakıldılar. Şimdilerde kapatılıp başka bir yere taşınması gündeme getirilen Diyarbakır Cezaevi, faşist diktatörlük döneminde, Nazilerin ünlü katliam merkezi Auschwitz’i aratmıyordu: “Tam on yıl boyunca on bini aşkın insan bu zindandan geçti. Devrimcilerden sıradan insanlara kadar binlerce kişiye dünyada eşi ve benzeri az görülmüş işkenceler yapıldı. 2 Nisan 1984 tarihinde yapılan resmi bir açıklamaya göre, o güne kadar Diyarbakır Cezaevinde 53 kişi katledilmişti.”[4]
Zalim burjuva devlet ordusu ve polis gücü eliyle bunları yaparken, büyük sermaye de binlerce mücadeleci işçiyi kara listeye alıp yıllarca işsiz bırakıyor ve açlığa mahkûm ediyordu. Grevin yasak olduğu, korporatif bir devlet kurumuna dönüştürülen Türk-İş dışında hiçbir sendikanın bulunmadığı, toplu sözleşmelerin askıya alındığı, ücretlerin ve sosyal hakların korkunç bir şekilde tırpanlandığı o dönemde, burjuvazi işçi sınıfına, devrimci mücadelenin ve işçi hareketinin yükseldiği 70’li yıllar boyunca özlemini çektiği bir pervasızlıkla saldırdı. Saldırılar, faşizmin sözde parlamenter işleyişe geçilerek Bonapartist bir rejim şeklinde çözülme sürecine girdiği 1983 yılı sonrasında da aynı şekilde devam etti. Bu dönemde, Özal eliyle yürütülen neo-liberal ekonomi politikalarının önü dizginsizce açılacaktı. Sendikalaşma oranları çok daha büyük bir hızla düşüşe geçerken, işçi sınıfı siyasal alanda olduğu gibi sendikal alanda da örgütsüzleştirilip atomize edilecekti.
12 Eylül rejimi toplumu her alanda hızla geriye savurdu. Toplumsal muhalefet tümüyle yok edildi. Alınan büyük darbenin sosyal ve siyasal etkileri, yeni işçi kuşaklarının geçmişin mücadele deneyimlerinden tümüyle bihaber olarak hayata gözlerini açmasında da somutluğunu buldu. 12 Eylül faşist darbesi, görece kısa vadeli doğrudan etkileriyle kıyaslandığında çok daha ağır sonuçları olan, kalıcı ve derin hasarlara yol açtı. Aslına bakılacak olursa, darbecilerin ve büyük sermayenin temel amacı da buydu. Militarist devlet azgın bir milliyetçiliği pompalarken, faşizmin çözülüş döneminde tekelci sermaye tarafından özel bir misyonla iktidara getirilen Özal’ın dizginsiz neo-liberalizmi, sadece ekonomik alanda değil toplumsal alanda da meyvelerini verdi. Ezilenin yanında olma, haksızlıklara karşı çıkma, sosyal dayanışma, dürüstlük, yardımseverlik gibi temel insani değerler, egemen sınıf tarafından, burjuva eğitim sisteminden medyaya kadar her türlü araç kullanılarak topa tutuldu. Toplumsal kurtuluş düşüncesinin yerini “köşeyi dönme”, “kendi cebini doldurma” ve “kendini kurtarma” anlayışı aldı.
Yaşanan örgütsüzlük ve ağır ideolojik saldırı sonucunda, ’80 öncesindeki devrimci atmosfer sayesinde gerçek bir sınıf bilinciyle donanmaya başlayan işçi sınıfı içinde de küçük-burjuva zihniyet alabildiğine kök saldı. Faşizmin yarattığı derin korku atmosferi, beraberinde siyasetten uzak durarak, etliye sütlüye bulaşmayarak kendini ve ailesini “koruma” anlayışını egemen kıldı. Faşist darbenin bilinçsiz halka “ihtilâl” olarak belletildiği Türkiye’de, toplumsal hafızaya öylesine derin bir format atıldı ki, bugün 12 Eylül dendiğinde yirmili yaşlara adım atan kuşağın ezici bir çoğunluğunun zihninde hiçbir şey canlanmıyor. Çünkü o günleri yaşayan aileler, yanılsamalı bir koruma ve kollama güdüsüyle, devlet eliyle yürütülen bu sindirme operasyonunun temel yürütücüleri oldular. Bir taraftan 12 Eylül faşizminin uygulamalarının üstü örtülüp unutturulmaya çalışılırken, bir taraftan da en sıradan hak arama mücadeleleri bile “80 öncesine dönme” kodlamasıyla umacılaştırıldı. Bu yüzden bugün bile, eylemler, gösteriler, hatta ekonomik grevler ve direnişler, yüz binler tarafından, “anarşistlerin, teröristlerin kışkırttığı”, katılanların başına hiç de iyi şeylerin gelmeyeceği, mutlak şekilde uzak durulması gereken olaylar olarak algılanmaya devam ediliyor. 1 Mayıslarda gençlerin aileleri tarafından eve kapatılması, mahalledeki işçi derneklerine dahi gönderilmemesi, siyasetten tümüyle uzak tutulmaya çalışılması, 12 Eylül’ün ideolojik bombardımanının ve yarattığı toplumsal travmanın ne denli güçlü olduğunu gösteren örneklerden sadece birkaçı.
Kitle mücadelesiyle yıkılmayıp tepeden çözülünce…
“Faşist iktidar ortalığı düzledikten sonra, dünya genelindeki, ülke içindeki somut koşullara ve siyasal dengelere bağlı olarak, rejim daha uzun bir süre ilk dönemindeki katılığıyla sürüp gidebileceği gibi, giderek gevşeme belirtileri de gösterebilir. Bu durumda faşizm işçi-emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle yıkılabileceği gibi, olağanüstü rejim biçimleri arasında geçişlerin yer aldığı tepeden kontrollü bir süreç de yaşanabilir. İkinci durumda, faşizmin çözülüşü olarak adlandırabileceğimiz bir dönüşüm gerçekleşir. Askeri faşist diktatörlük biçimi, örneğin yerini bir tür Bonapartist rejime bırakabilir. Ne var ki, faşist diktatörlüğün işçi-emekçi kitlelerin devrimci başkaldırısıyla devrilemediği ve yerini bir başka olağanüstü yönetim biçimine terk ettiği örneklerde, faşist rejimin yerleştirdiği siyasal işleyiş uzun bir döneme damgasını vuracaktır. İşte Türkiye’de yaşanan da bu olmuştur.”[5]
Faşizmin yükselen bir halk muhalefeti sonucunda iktidardan uzaklaştırıldığı ülkelerde, Türkiye’deki kadar derin toplumsal yaraların açılmadığı ve işçi hareketinin ve sosyalist hareketin Türkiye’yle kıyaslanmayacak denli kısa bir süre içinde toparlandığı çeşitli tarihsel örneklerle sabittir. Burada, sol hareketin ve işçi hareketinin aldığı darbe bakımından Türkiye’yle benzer durumda olan iki ülkeden söz etmek mümkündür: Şili ve Endonezya. Ancak söz konusu örneklerin, Türkiye’ye kıyasla çok daha uzun süreli ve çok daha kıyıcı bir faşist diktatörlük döneminden geçtiklerini de unutmamak gerekiyor. Endonezya’da 1965 darbesiyle iktidara gelen ve otuz yılı aşkın bir süre iktidarını koruyan faşist diktatörlük altında, darbeyi izleyen birkaç hafta içinde 1 milyona yakın Komünist Parti üyesinin katledilmesi, işçi hareketine ve sol harekete on yıllar boyunca belini doğrultamayacağı korkunç bir darbe indirmiştir. Şili’de 1973 darbesiyle iktidara gelen faşist diktatörlük de son derece azgın bir terörle işçi hareketini ve sosyalist hareketi biçmiş ve 15 yılı aşkın bir süre boyunca iktidarda kalmıştır.
Türkiye’de görece daha kısa dönemli bir faşist diktatörlük dönemi yaşanmasına rağmen, işçi hereketinin ve sol hareketin böylesine zayıf düşmesinin başlıca nedeni ise, devrimci hareketin tarihsel olarak güçlü bir proleter sınıf hareketi haline gelememiş olmasıdır. 12 Eylül öncesinde yüzbinleri kucaklayan, fakat büyük ölçüde proleter devrimci bir temele oturmayan bir sosyalist hareketin bulunduğu Türkiye’de, 12 Eylül sonrasında faşizme karşı kitlesel bir direniş ve başkaldırı hareketi gelişememiştir. Bu olgunun sadece faşist baskıya bağlanması kuşkusuz yetersiz bir açıklama olacaktır. Çünkü bu topraklar aynı dönemde, her türlü baskıya rağmen yükselen bir Kürt halk hareketine de tanıklık etmiştir. Sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamasının yıllar boyu devam ettiği Kürt illerinde, faşizm tüm kıyıcılığıyla varlığını sürdürürken, Kürt halkı tarihinin en büyük başkaldırı hareketlerinden birini gerçekleştirmiştir. Bunun temel nedeni elbette, aşağılanmanın, baskının en korkuncunu yaşayan ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan bir ezilen ulusun, ulusal kurtuluşçu bir önderlik tarafından örgütlenebilmiş olmasıdır. Bu örnek, Türkiye işçi sınıfının devrimci temellerde örgütlenebilmiş olması durumunda, faşizme karşı kitlesel bir başkaldırının örülebilmesinin ve bunun bir işçi devrimine doğru yol almasının gayet mümkün olduğuna da işaret etmektedir.
Son yıllarda, burjuvazinin iç çatışmasındaki kızışmaya bağlı olarak darbe tehdidinin son derece somut bir olasılık teşkil ettiği Türkiye’de, işçi sınıfının devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oluşu çok daha yakıcı bir eksiklik olarak kendini göstermektedir. Ne var ki, durumdan vazife çıkarması gereken sosyalist solun hatırı sayılır bir kesimi, darbeci güçlere karşı hayırhah bir tutum içindedir. Bunlar arasında, kendine “komünist” deyip burjuva cumhuriyetin “değerleri”nin bekçiliğine soyunan ve tek kusurunu NATO’ya bağlılığında gördükleri orduya ilericilik misyonu biçenler de bulunmaktadır. Böylesi bir akıl tutulması içinde bulunan bu tür sosyalistlerin işçi sınıfını 12 Eylül faşizminin hesabını sormaya ve mevcut darbe tehditlerine karşı koymaya sevk edebilmeleri elbette mümkün değildir.
Bunun da ötesinde, bugün emperyalist savaşın dizginsizce yayıldığı, ekonomik krizin devam ettiği ve işçi sınıfına yönelik saldırıların alabildiğine tırmandırıldığı bir dünya konjonktüründen geçiyoruz. Burjuvazi, iktidarını korumak üzere bütün ülkelerde baskıcı yasalara her gün bir yenisini ekliyor. Böylesi süreçlerin faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimlere kapıyı araladığını unutmamak gerekiyor. Yani tarih her yönden, işçi sınıfına örgütlü bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilmeyi dayatıyor.
[1] 1982 Anayasasının geçici 15. maddesi şöyledir: “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.”
[2] Elif Çağlı, 12 Eylül Faşizminin Hesabı Sorulmalı, www.marksist.com
[3] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.259
[4] Selim Fuat, Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i, MT, Eylül 2007
[5] Elif Çağlı, age, s.259-260
link: İlkay Meriç, 12 Eylül’ün 29. Yılında, 12 Eylül 2009, https://marksist.net/node/2236
Devrimcilere Karşı Devlet Terörü Devam Ediyor
İzmir’de 12 Eylül Mitingi