TRT’nin Kürtçe kanalı TRT 6’nın faaliyetine başlamasıyla birlikte Kürtçe ve Kürt sorunu üzerinde yürüyen tartışmalar da bir anda alevlendi. Çoğunlukla AKP’nin seçimlere yönelik “Kürt açılımı” olarak nitelendirilen bu duruma, yine TRT’de Alevi kesime dönük yapılan Muharrem ayı yayınları ve Nazım Hikmet’in vatandaşlığının iade edilmesi gibi hadiseler de eklenince tartışma daha da genişledi. Hepsinin üzerine, Kürtçe televizyon kanalını üniversitelerde açılacak Kürdoloji bölümlerinin takip edeceği, cezaevlerinde Kürtçe konuşma yasağının kalkacağı, Madımak Otelinin müze yapılacağı yolundaki açıklamalar gelince süreç daha da ilginç bir hal aldı. Arka planda ise yeni gözaltı ve tutuklama dalgalarıyla birlikte Ergenekon davası sürüyor ve aksamış bulunan AB sürecine ilişkin bir toparlanma yaşanacağı mesajları yer alıyor.
Burjuva liberal çevrelerce, buruk bir sevinçle de olsa, adı konmamış bir reform gibi karşılanan Kürtçe TV uygulamasına statükocu partilerin tepkisi sert oldu. Ancak bu kesimlerin eleştirileri sadece Kürtçe televizyon kanalına değil, tüm bu sürece yönelikti. Baykal, bu uygulamaları “tehlikeli” bulduğunu ve asıl hedefin Kemalist cumhuriyet olduğunu söylerken, Bahçeli de AKP’nin bölücülük yaptığını ve başbakanın PKK’ye Kürtçe selam verdiğini söyledi. Genelkurmay ise genel olarak sessiz kalmayı tercih etti.
Tüm bu “açılım”ların yerel seçimler öncesine denk getirilmesi, AKP hükümetinin kaybetmekte olduğu Kürt oylarını korumak ve arttırmak amacıyla bunları yaptığını yeterince açık bir şekilde gösteriyor. Ancak bu sözde demokratik açılımlar, yerel seçimlere yönelik birer adım olmanın ötesinde bir anlama da sahiptir. Kuşkusuz amaç, Kürt sorununa çözüm getirmek ya da Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerini tanımak değildir. AKP’nin bu açılımlarını, yürüyen ve yeni bir evreye gelmiş bulunan emperyalist savaş sürecinde emperyalist güçlerin planlarıyla, ayrıca içte burjuva kamplar arasındaki uzlaşma ve kapışmaların seyriyle, en önemlisi de Kürt hareketinin ulaştığı düzeyle birlikte düşünmek gerekiyor. Konuyu iç ve dış siyasal konjonktürün bütünsel bir değerlendirmesi içinde ele almak gerekiyor.
“Bilinmeyen dil”de devlet yayını
Halk arasında yaygın bir deyiş vardır, “bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü” diye… İşte AKP’nin birbiri ardı sıra gelen “açılımlarının” pek çok insanda uyandırdığı izlenim budur. Çünkü on yıllardır binlerce insan, bıraktık diğer hak ve özgürlükleri, sadece Kürtçe düşündüğü, konuştuğu ve yazdığı için bile nice baskılara maruz kaldı, hapishanelere atıldı, işkenceler gördü ve hatta katledildi. Şimdi bile, devletin resmi kanalı Kürtçe yayına başlamış olduğu halde, DTP’li milletvekillerinin Kürtçe konuşmaları meclis tutanaklarına “bilinmeyen dil” notuyla kaydediliyor. Hal böyleyken, kritik bir sürece denk gelmiş bulunan yerel seçimlere 3 ay kala AKP’nin apar topar Kürtçe televizyon kanalını yayına sokmasını, “nihayet akılları başlarına geldi ve geç de olsa doğruyu gördüler” türünden liberal yorumlarla karşılamak mümkün değildir.
Bu topraklarda Türkçeden çok daha eski tarihlerden beri konuşulan Kürtçe, 85 yıldır yasaklıdır. Kürt halkı 85 yıldır anadilinde eğitim yapamıyor, 90’lara kadar da dilini yazılı olarak kullanamıyordu. 12 Eylül faşizminin düzenlediği anayasayla, Kürtçe konuşmak, şarkı ve türkü söylemek de yasak kılındı. Yani devletin resmi ideolojisine göre ne Kürt halkı ne de Kürtçe diye bir şey var. 90’lı yıllardan itibaren Kürtçeye serbestlik tanıyan bazı sınırlı düzenlemeler yapılmışsa da, zihniyet değişmediği için bunların çoğu kâğıt üzerinde kalmış ve keyfi uygulamalarla yasaklar sürdürülmüştür.
TC’nin kuruluşundan bu yana 12 bin 422 köyün adı Kürtçe olduğu veya Kürtçe ifadeler içerdiği için değiştirilmiştir. Ve bugün Kürtlerin yaşadıkları yerlere kendi dillerinde isimler koymaları halen yasaktır. Yine Kürt illerinde, Türkçe bilmedikleri için eğitim, sağlık, belediye gibi kamu hizmetlerinden faydalanamayan insanlara, kendi anadillerinde hizmet verilmesi de halen yasaktır. Bu konuda bazı adımlar atmak isteyen DTP’li belediye başkanları derhal tutuklanmış ve uygulamalara izin verilmemiştir. Cezaevlerindeki mahkûmlar Kürtçe konuşamıyor ve yazamıyor. Seçim çalışmalarının ve propagandasının Kürtçe yapılması yasak. DTP’li belediye başkanları, bayramda Kürtçe tebrik kartı bastırdıkları için yargılanıyorlar. İnsanlar çocuklarına kendi dillerine uygun adlar dahi veremiyorlar. Kürt alfabesinde bulunan Q, X, W gibi harflerin kullanılması bile yasağın ihlal edilmesine delil kabul edilebiliyor.
Benzer şekilde, “TRT Şeş”in açılış sürecinde yapılanlar da işin içinde başka hesapların olduğunun bir diğer göstergesidir. Örneğin TRT’nin Kürtçe yayınlar koordinatörlüğüne getirilen Sinan İlhan, daha önce dışişleri bakanlığının “uzman idari personeli” olarak yurtdışında istihbarat alanında çalışmış, Irak Özel Temsilciliği’nin istihbarat masasında görev almış, iyi derecede Kürtçe, Arapça, Farsça, İngilizce ve İbranice bilen birisidir. Böyle bir istihbaratçının bu işin başına getirilmesinin sadece iyi derecede Kürtçe bildiği için olduğunu düşünmek herhalde saflık olurdu.
“TRT Şeş”te çalışacak veya eserleri kullanılacak Kürtlerde “sicili temiz olmak”, “Roj TV’ye çıkmamış olmak” gibi şartlar aranmaktadır. TRT haricinde hiçbir özel televizyon kanalı tam gün Kürtçe yayın yapamamaktadır. Yani Kürtçe, Kürtlere yasak devlete serbest konumdadır. Ayrıca kanalın açılışında söylenen türküler bile halen devletin yasaklı şarkılar listesindedir. Bu tür yasaklı şarkıları yerel televizyon veya radyolarda çaldıkları için yargılamaları devam eden insanlar vardır. Bu yasaklı şarkılar yüzünden kapatılmış radyo ve televizyonlar mevcuttur. Açılışa çağrılmış ve görev teklif edilmiş birçok Kürt sanatçı, yıllarca bu yasaklar yüzünden işkence görmüş, yurtdışında yaşamak zorunda bırakılmış, hapislere atılmış, konserleri yasaklanmış, kısacası ağır baskılara maruz kalmıştır. Bu konuda hiçbir düzelme olmadığı halde, şimdi onları hiçbir şey olmamış gibi çağırmak da ayrı bir utanmazlıktır. Pek çok Kürt sanatçının ve aydının da ifade ettiği gibi, sorun sadece Kürtçe konuşulması ve şarkılar söylenmesi değildir, aynı zamanda ne söylendiği ve ne hedeflendiği de önemlidir.
Ancak “TRT Şeş”in henüz ciddi bir yasal düzenlemeden yoksun olarak apar topar yayına başlaması, bundan da öte devlet üniversitelerinde Kürdoloji bölümleri açılmasının tartışmaya açılması, Kürtçe ile ilgili yasaklar konusunda artık mızrağı çuvala sığdırmanın iyiden iyiye zorlaştığını da gösteriyor. Tüm bunlar, 1990’lardan beri yaşanan sürecin bir sonucu olarak, devletin resmi ideolojisinde bir kırılmaya da işaret ediyor. Bu bir kırılmadır çünkü “Kürt yoktur”la başlayan inkârcı anlayış artık yerini devletin resmi televizyon kanalında tam gün Kürtçe yayın yapmasına bırakmıştır.
Kürtçeye ilişkin yasaklar artık komik bir hale gelmiştir. Kürtçe, Irak’taki federe Kürt devletinin resmi dili ve Irak’ın da ikinci resmi dilidir. İran’da, Mısır’da, Suriye’de ve Avrupa’nın birçok ülkesinde Kürtçe yayınlanan dergiler, kitaplar basılmakta, Kürt enstitüleri faaliyet göstermekte, onlarca televizyon ve radyo kanalı yayın yapmaktadır. İstanbul’da da 1992 yılından beri İstanbul Kürt Enstitüsü faaliyettedir. Uydudan Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları neredeyse her Kürt ailesinin evinde izlenir hale gelmiştir. Kürt özgürlük hareketi, hiçbir döneminde olmadığı kadar uluslararası bir boyut kazanmış olduğundan, bu harekete ve halka yapılan baskılar da uzun zamandır dünya kamuoyunda ciddi tepkilere neden olmaktadır. Bu genel durumun yarattığı basıncın da, “TRT Şeş”in açılmasında önemli etkisi vardır. Zaten Kürtçe yayın yapacak bir televizyon kanalı ve Kürtçeye ilişkin yasakların kaldırılması düşüncesi, Özal döneminden beri gündemdedir.
“Açılım”ların ardında yatan niyetler
“TRT Şeş”in ve diğer açılımların zamanlamasında yerel seçimler hiç kuşkusuz belirleyici bir faktördür. Bu faktör, açılımların apar topar yapılmasını da açıklamaktadır. Yakın zaman önce, başbakan Erdoğan’ın ve çeşitli bakanlarının ağzından Kürt sorununa ilişkin gerçek duygu ve düşüncelerini açık eden AKP’nin, Kürt illerinde çok ciddi oranda oy kaybettiği aşikârdır. AKP, iktidara geldiği ilk dönemlerde, AB sürecindeki gelişmelere de paralel olarak Kürtleri umutlandırmış ve buna karşılık bölgedeki oy oranlarını da arttırmıştı. Fakat bu umutların boş olduğunun ve AKP’nin vaatlerinin arkasında duramayacağının anlaşılması uzun sürmedi. 2007 seçimlerinden itibaren statükocu güçlerle Kürt sorunu temelinde bir uzlaşmaya varan AKP, bunun sonucu olarak da Kürt sorununa ilişkin resmi devlet politikaları çerçevesinde hareket etmeye ve konuşmaya başlayınca, Kürtlerden aldığı oyları hızla kaybetmeye başladı. İşte şimdi de, sopayı saklı tutup havucu göstermek suretiyle imajını düzeltmeye çalışmaktadır.
Yalnız burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta vardır. Kürt illerindeki yerel seçimlerin, Türkiye’nin geri kalanından öte bir anlamı bulunmaktadır. Batıda burjuva partiler arasındaki siyasi çekişmeden ibaret olan yerel seçimler, Kürt illerinde DTP ile AKP arasındaki bir mücadele şeklinde cereyan etmektedir. DTP’nin Kürt hareketini temsil eden tek siyasi parti olması sebebiyle de, seçimleri Kürt sorununun genel seyrine bağlı olarak ele almak gerekiyor. DTP’nin bölgedeki yerel seçimleri kazanması hem DTP’nin Kürt hareketini temsiliyetinin tescillenmesi açısından hem de Kürt halkının DTP ile temsil olunan çizgiyi sahiplendiğini göstermesi bakımından önemli olacaktır. Dolayısıyla AKP açısından mesele bölgede bir varoluş sorunu şeklinde kavranmaktadır. Hâlihazırda başkaca hiçbir burjuva partinin esamisi de okunmadığından, statükocu kanat dâhil tüm burjuvazi, bu konuda AKP’yi desteklemektedir. Çünkü onlar açısından da mesele, Kürt halkına boyun eğdirip eğdirememe sorunu haline gelmiştir. Bu yüzden de burjuvazi Kürt illerindeki seçimlerde topyekûn hareket etmekte ve seçimleri kazanmayı önemsemektedir.
Tüm bu faktörlerin yanı sıra AKP’nin, baskı ve yasaklamalar yoluyla sağlayamadığı Kürt halkını asimile etme ve Kürt hareketi içerisinde daha ılımlı-liberal-İslamcı bir kanat yaratma çabalarına artık daha “ince” metotlarla devam edeceğini de öngörmek gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz “kırılma” olgusu ile birlikte değerlendirildiğinde, bu yaklaşımın devletin resmi Kürt politikasına da “ince ayar” çekildiği şeklinde kavranması doğru olacaktır.
Tabloyu kafamızda canlandırabilmek için önce parçaları yan yana dizelim. Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalist bir güç olma emelleri ve girişimleri olduğunu biliyoruz. Ancak bu yolda önünü kesen en önemli engelin Kürt sorunu olduğu da bir gerçek. Çünkü TC devletinin geleneksel yaklaşımıyla ABD emperyalizminin bölgeye dönük planları birbiriyle uyuşmuyor. Ve bu bağlamda ABD’nin, Türkiye’deki statükocu kanadı yaklaşımlarını değiştirmeye ikna etmek için oldukça çaba sarfettiği de malûm. İşte AKP’nin 2007 genel seçimlerinden sonra Genelkurmay ile Kürt sorunu üzerinden yaptığı ittifakı ve ardından Ergenekon davası aracılığıyla statükocu kanadın içinde yürütülen temizliği biraz da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Böylece Türkiye’nin Kürt sorununda (ve kuşkusuz BOP bağlamındaki diğer konularda) ABD planlarına uygun hareket etmesinin önü de açılmıştır. Lakin bu süreci sadece Türkiye burjuvazisinin ABD’nin planlarını kabul ettiği şeklinde yorumlamak yanlıştır. ABD de bu süreçte birtakım tavizler vermiştir. Gelinen noktada ABD-AKP-Genelkurmay arasında ortaklaşılan planı şu şekilde tarif etmek mümkündür: Türkiye, Kürtlere dönük olarak bazı “demokratik” açılımlar yapacak ve böylece “hiç adım atmayan, ceberut devlet” imajını düzeltecek, Irak’taki Federe Kürt Devletini tanıyacak ve iyi ilişkiler geliştirecek; ABD de Türkiye’nin PKK’yi etkisizleştirme çabalarına destek verecek.
Tam da bu çerçevede AKP, bir yandan Kürt hareketini bölmeye ve onun içinde ılımlı-liberal-İslamcı bir kanat yaratmaya, böylece de PKK’nin otoritesini kırmaya çalışırken, diğer yandan da Irak’taki Kürt yönetimiyle iyi ilişkiler içerisinde, Genelkurmayın sürdürdüğü PKK’yi “yok etme” veya hiç değilse “etkisizleştirme” çabalarına Talabani ve Barzani’yi ortak etmeye uğraşıyor. Bir yandan Irak devletiyle görüşüp “ortak komuta merkezi” kurmak üzere anlaşmalar yapıyor, öte yandan da İran ve Suriye’yle PKK’yi ablukaya almak amacıyla görüşmelerde bulunuyor. Nitekim son dönemde Irak dışişleri bakanı Zebari ile defalarca görüşülmesi, bizzat Zebari’nin Suriye ile PKK konusunda temaslarda bulunması, Türk ordusunun sınırötesi saldırılarının artık günlük bir rutine binecek denli artması (fakat basında nedense pek yer bulmuyor) ve İran’ın da Türk ordusuyla eşzamanlı olarak PEJAK’a saldırması ve Kürtlere yönelik baskıyı arttırması gibi gelişmeler, görüşümüzü doğrular niteliktedir.
Hâlihazırda yurtdışından yayın yapan Kürt televizyon kanallarını serbest bırakmak ve yerli televizyonlardaki Kürtçe yayın sınırlamalarını kaldırmak yerine bir devlet televizyonunun kurulması, “komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” şeklindeki eski zihniyetin de devam ettiğini göstermektedir. Daha da önemlisi, Kürt sorununun diğer tüm başlıklarında olduğu gibi bu noktada da AKP, Kürtlerin meşru temsilcisi durumundaki kurumları ve kişileri muhatap almamış, bunun yerine kendi “ajanlarını” devreye sokarak Kürtlerin direncini kırmak amacını taşıdığını açık etmiştir. Nitekim AKP’nin bu açılımını alkışlayan liberallerin, “TRT Şeş”i, “PKK’yi safdışı etmenin en akılcı yolu” olarak formüle etmeleri de AKP’nin gerçek niyetini açıkça ortaya koymaktadır.
“TRT Şeş”i, “sebebi ne olursa olsun karşı çıkılmaması gereken olumlu bir adım” olarak lanse edip sonra da “demokratik bir açılım” olarak nitelendiren liberal yaklaşım aldatıcıdır. Unutmayalım ki, Halepçe katliamını yapan Saddam’ın Irak’ında da Kürtçe serbestti ve Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları mevcuttu. Benzer şekilde bugün İran’da da Kürtçe yayın yapan televizyon ve radyo kanalları bulunmaktadır, ancak bunların varlığı İran ordusunun Kürtlere yönelik saldırılar yapmasını, Kürt köylerini bombalamasını, yüzlerce Kürt militanını asarak idam etmesini engellememektedir. Türkiye burjuvazisinin niyeti de, yukarıda açıkladığımız üzere, farklı değildir.
Kürt sorunu ne kültürel ne de ekonomik bir sorundur. Kürt sorunu siyasi bir sorundur ve çözüm noktasında atılması gereken ilk adım da Kürt halkını temsil eden siyasi iradenin tanınması ve muhatap alınmasıdır. Bunu dışlayan hiçbir adım ve yöntemin Kürt sorununa adil, demokratik ve barışçıl bir çözüm getirme şansı bulunmamaktadır. Kendi anadillerinde konuşmak, yazmak, eğitim görmek, televizyon ve radyo kanalları ile yayın yapmak, yaşadıkları yerlere ve çocuklarına kendi anadillerinde isimler koyabilmek, kamu hizmetlerini kendi dillerinde almak, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü kullanmak vb. elbette Kürt halkının hakkıdır. Kürtler, verdikleri mücadele ile bu hakların bir kısmını almışlardır ve geri kalanını da alacaklardır. Bu açıdan, AKP’siyle Genelkurmay’ıyla Türkiye burjuvazisinin inayetine ve insafına kalmış değillerdir. Ama talepleri sadece bu tür kültürel hakların ve birtakım göstermelik siyasi özgürlüklerin tanınmasıyla sınırlı değildir.
Bu noktada Türkiye işçi sınıfına düşen görev de, Kürt halkının bu haklı mücadelesini ve taleplerini desteklemektir. Türkiye burjuvazisinin ve ABD emperyalizminin kanlı planları ancak bu sayede boşa çıkartılabilir. Ancak bu sayede Kürt ve Türk işçilerinin, emekçilerinin kardeşçe birliği sağlanabilir ve bu temelde özgürce bir arada yaşamaları mümkün olabilir. Bu yüzden de burjuvazinin her türlü şoven ve milliyetçi tutumuna, ırkçı ve faşist anlayışına, emperyalist politikasına, işçi sınıfına yakışan enternasyonalist bir bilinçle karşı durmak gerekir. Rafine milliyetçiliğe ve emperyalizmin “ince” yöntemlerine karşı uyanık olmak gerekir. Bir yandan ezilen Filistin halkı için timsah gözyaşları dökerken, diğer yandan Kürt halkının mücadelesini ezmek için en hain ve kanlı planları yapmaktan geri durmayan burjuvazinin ikiyüzlülüğüne kanmamak gerekir. Özellikle AKP’nin, hem Türk hem de Kürt işçi ve emekçilerin dini duygularını istismar etmeye ve halkın bu hassasiyetini burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kullanmaya dönük çabalarına fırsat vermemek gerekir.
link: Kerem Dağlı, Devletin Kürtçe “Şeş”irtmecesi, 1 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2032
Kriz ve İşçi Sınıfı
Davos’ta Zirve Yapan İkiyüzlülük