Ocak ayı içinde gerçekleşen yeni tutuklama dalgalarıyla (10. ve 11. dalga) Ergenekon operasyonu yeniden siyasal gündemin odağına oturdu. Eski MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz gibi bazı “mühim” generallerin de gözaltına alındığı ve toprak altından cephaneliklerin çıkarıldığı bu tutuklamalarla, bir süredir görece sakin seyir izleyen egemen sınıf içi kapışma yeniden alevlendi.
Ergenekon dalgalarının sağıyla soluyla Türkiye’deki siyasal yapılanmayı şiddetli biçimde sarsmakta olduğu aşikâr. Çok değişik siyasal renklere sahip, akla gelmedik kişi ve yapıların karanlık devlet yapılanmalarıyla ilişkilerinin açığa çıktığı, en benzemez ve yan yana gelmez görünenlerin Ergenekon söz konusu olduğunda ortak tutum aldıkları bir süreç yaşanıyor. Bu da Ergenekon’un fiilen tüm siyasal güçleri yeni saflaşmalara sürüklediğinin bir göstergesi. Bu bakımdan, işçi örgütlerinin ve sol hareketin de ciddi bir sınav vermekte olduğu ve Ergenekon dalgalarıyla savrulmakta olduğu bu süreci, işçi sınıfının devrimci siyasal çizgisi açısından doğru analiz etmenin ve bu temelde sağlıklı tutum almanın önemi artmaktadır.
Son dalga ne anlama geliyor?
Öncelikle Ergenekon davasında yaşanan son dalgaların ne anlama geldiğini ve nasıl bir bağlama oturduğunu kısaca netleştirmek gerekiyor. Daha evvel tespit etmiş olduğumuz gibi, Anayasa Mahkemesi’nde görülen AKP davasının Temmuz ayı sonunda AKP’nin kapatılmamasıyla sonuçlanmasından sonra, Ergenekon soruşturmasında göreli bir durulma sürecine girilmişti. Örneğin darbeci örgütlenmenin baş aktörü konumundaki general Şener Eruygur salıverilmişti. Bu nedenle davayı büyük bir umutla destekleyen liberaller bile sürecin tavsatılmakta olduğundan dem vurarak hükümete veryansın etmeye başlamışlardı.
Statükocu cephe içinde bazı kesimlerin Genelkurmay-AKP yakınlaşmasından hazzetmedikleri, hatta zaman zaman bu konuda Genelkurmaya sert eleştiriler yönelttikleri bir sır değil. Genelkurmayın çizgisini yeterince sert bulmayan bu unsurların provokasyon çabalarından vazgeçmeyecekleri ve vazgeçmedikleri de bilinmeyen bir şey değil. Genel olarak Alevilere karşı bir kışkırtma amacı taşıdığına hiç şüphe olmayan geçtiğimiz aylardaki seri cami kundaklama eylemleri aslında bunu yeterince gösteriyordu. Ama bu provokasyonlar tutmadı.
Gelişme sürecine dikkatlice bakınca, Ergenekoncu güçlerin hükümetin yıpratılması ve devrilmesiyle sonuçlanabilecek bir korku ve pasifikasyon ortamı yaratma amaçlı yeni provokasyonlar serisi için hazırlık yaptıkları görülüyor. Ergenekon soruşturmasının yeni dalgasındaki tutuklama ve bulgularda, içinde bazı Alevi kitle örgütü liderlerinin, Ermeni Patriğinin, bir Ermeni yerel cemaat liderinin ve kimi aydınların olduğu 12 kişiye dönük suikast planlarının devreye konduğu anlaşılıyor. Besbelli ki son tahlilde hükümeti hedef alan bu tür girişimlerin ardı arkasının kesilmemesi AKP’yi de tekrar diş göstermeye itmiştir. Bir yandan bu provokasyonlarla doğrudan ilgili görünen özel harekâtçı polisler ve ilgili askeri unsurlara operasyon düzenlenirken, diğer taraftan da eski MGK sekreteri Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz gibi generaller ile YÖK eski başkanı Kemal Gürüz gibi isimler de gözaltına alınarak karşı cepheye gözdağı verilmek istendiği açıktır. Dolayısıyla denebilir ki, esasen uzlaşmaya razı gelmeyen, Genelkurmayı Amerikan çizgisine yatmakla suçlayan ve yerel seçimler öncesi kargaşa yaratmak isteyen bazı statükocu cephe unsurlarının provokasyon girişimleri bu yeni tutuklama dalgalarını tetiklemiştir.
Diğer taraftan Genelkurmay da, operasyon nedeniyle yaşadığı yıpranmayı telafi edebilmek için mutabakat çizgisinin gereği gibi görülen tavır ve jestlerin (“kanun dışına çıkan yargılansın” açıklamaları vs.) ötesine geçti. Genelkurmay başkanının derhal başbakan ve cumhurbaşkanını ziyaretinin sonrasında Tuncer Kılınç ve Kemal Yavuz hapishaneye gönderilmeden serbest bırakıldı. Benzer şekilde Kemal Gürüz gibileri de hemen salıverilmiştir. Ardından ordu, intihar ettiği açıklanan JİTEM’ci albayın cenazesinde de gövde gösterisi yapmıştır. Bu cenazede, Ergenekon zanlısı konumundaki Tuncer Kılınç tüm komuta heyeti tarafından el üstünde tutulmuştur. Bununla da hem hükümete “sınırlar aşılmasın” mesajı verilmiş, hem de kendisini sessiz kalmakla eleştirenleri rahatlatarak kontrol altına almak istemiştir. Sonuçta Ergenekon operasyonunun kontrolden çıkarak statükocu cephenin bütününe dönük bir operasyon haline gelmesi ve Genelkurmay ile AKP arasındaki uzlaşmanın bozulması şimdilik engellenmiştir.
Ergenekon sürecine nasıl bakılmalı?
Öncelikle bir noktayı vurgulamak gerekiyor. Ergenekon davası “fasa fiso” diyerek geçiştirilebilecek bir şey değildir. Bununla kastımız, dava sürecinden devletin genel anlamda kontrgerilladan temizlenmesi ve “temiz ve aydınlık bir Türkiye” gibi sonuçlar doğabileceği değildir. Burjuva devlet varolmaya devam ettikçe böyle bir şey söz konusu olamaz. Burası kesin. Davanın önem ve ağırlığı buradan değil, başta da belirttiğimiz gibi, Türkiye siyasetinde önemli sonuçlar doğurmasından, şiddetli sarsıntılara yol açmasından kaynaklanıyor. Öyle olduğu için de, kimilerinin tüm önemsizleştirme çabalarına karşın, dava her dalgasında kaçınılmaz biçimde gündemin göbeğine oturmaktadır. Türkiye’de egemen sınıfın değişik kesimleri arasındaki güç dengelerinde ciddi kaymalar yaşanmaktadır ve bu da, emekçi yığınlara dayalı güçlü bir toplumsal muhalefetin yokluğu nedeniyle, ağır çekim yaşanan bir rejim krizi oluşturmaktadır. Egemen sınıf içinde şiddetli bir çatışma yaşanmaktadır ve bu çatışma ile oluşan çatlaktan düzenin karanlık doğasına ilişkin ipuçları sızmaktadır. Devrimci Marksizm bu duruma düzenin bütününü teşhir ve burjuva pisliğe karşı bir mücadele olanağı sunması açısından bakar. Bunun için de çatışan tarafların geniş emekçi yığınları kendi peşlerine takmak için kullandıkları ideolojik argümanları deşifre etmek ve işçi sınıfına bağımsız bir mücadele hattı çizmek gereklidir.
Gerçekten de Ergenekon davası dolayısıyla egemen sınıf içinde oluşan çatlaktan sızanlar, Türkiye’de burjuva düzenin kendi varlığını sürdürmek için yarattığı kan ve irin deryasının geniş kitleler için bir nebze olsun görülmesini sağlayacak bir durum yaratmaktadır. Düzenin lağım pisliklerinin alabildiğine açığa saçıldığı bir süreç yaşanmakta ve topluma “saygın” diye belletilen zevatın hiç de “saygın” olmayan işlerle iştigal ettikleri gün ışığına çıkmaktadır. Kibirli generallerin, para babalarının, sözde sanatçı ve akademisyenlerin, siyaset sahnesinde çok değişik konumlarda görünenlerin, faşist köpek sürüleriyle, mafya yapılarıyla vs. nasıl ilişkili olduklarını, nasıl en akla gelmeyecek kişilerin telaşa düştüklerini görmek, doğrusu kitlelerin burjuva demokrasisi okulundaki siyasal eğitimi açısından oldukça yararlı oluyor. Diğer yandan darbeci örgütlenmelerin varlığı, geçmişte solun üzerine yıkılan birçok kanlı olayın asıl tertipçilerinin gerçekte kimler olduğu, düzenin “Encümen-i Daniş” gibi bir gayri resmi yüce “ihtiyarlar konseyi”ne sahip olduğu gibi gerçekler de bu süreçte açığa vurulmak zorunda kalınıyor. Bunun gibi açığa vurulan daha nice gerçekliğin devrimci propaganda ve faaliyet için elverişli bir zemin yarattığı açıktır.
Burjuva taraflar arasında açık ya da örtük biçimde yan tutmak gibi kaygısı olmayan işçi sınıfı devrimcileri meseleye böyle bakarlar. Düzen ve rejimin düştüğü durumdan herhangi bir rahatsızlık duymak Marksistlerin işi olamaz. Bu dava sürecinden şu ya da bu biçimde rahatsızlık duyanlar, buna üzülenler, tepki duyanlar kesinlikle durumdan düzen aleyhine yararlanmak gibi devrimci bir perspektife sahip olmadıklarını kanıtlamaktadırlar.
Bu perspektifin temel bir yönü şudur: egemen sınıf içi kapışmanın taraflarından birinin yanında yer almamak konusunda net olmak ne denli önemli ve doğruysa, “mesele bizi ilgilendirmez” demeye getiren tutumlar da o kadar yanlıştır. O nedenle kimi sol kesimlerin “onlar yesin birbirini, biz halkın iş, aş, ekmek sorununa odaklanalım” tarzı yaklaşımı, özünde kaçamak bir tutumdur, apolitizm ve ekonomizm eğilimini beslemeye hizmet eder. Bu ülke tarihinde birçok kez görüldüğü gibi birileri darbe tezgâhlayacaklar, bunun için solcuları, aydınları, gayrimüslimleri, Kürtleri, Alevileri hedef alan katliamlar planlayacak ve bunları hayata geçirmeye başlayacaklar, ama sen buna karşı tok bir tutum almaktan geri duracaksın! Bunları tezgâhlayanların en azından bir bölümü, maksat ne olursa olsun, açığa çıkarılacak, yargılanmaya başlayacak ve sen rahatsızlık duyacak, kulp takarak tutum almaktan geri duracaksın! Her nasılsa düzenin surlarında açılmış gediği daha da büyütmek için çabalamaktan kaçınacaksın! Davanın ve soruşturma sürecinin sahiplerini daha da ileri gidilmesi için sıkıştırmak ve emekçi kitleler cephesinden basınç bindirmek yerine, süreci baltalama yönünde çaba harcayacaksın! Hrant Dink’in katline tepki veren yüz binden fazla insan cenazesinde sokağa dökülecek, sen “Amerikan oyunu” diye cenazeye küfredeceksin! Böylesi tutumların devrimci tutumlar olamayacağı açıktır. Bunlar, en hafifinden kafa karışıklığı anlamına gelir, ya da bilinçli biçimde düzene soldan payanda olma anlamına.
Ergenekon davası doğrudan doğruya egemen sınıf içi çatışmanın dinamiklerinden doğduğu ve şu ana kadar tümüyle bu dinamikler tarafından belirlenmekte olduğu için, devletin her türlü illegal/gizli yapılanmalarının açığa çıkarılarak mahkûm edildiği ya da gelmiş geçmiş tüm darbecilerin ve yardakçılarının hedef tahtasına konduğu bir süreç değildir ve olamaz. Ama bunu vurgulamak, yukarıda örneklendirdiğimiz ve son tahlilde Kemalist-statükocu kesimlerin değirmenine su taşıma anlamına gelen kaçamak tutumlar için bir bahane oluşturamaz. Solda genellikle böylesi tutumlara rastlıyoruz. Örneğin TKP(SİP)’in genel başkanlığını yapan kişi televizyonlarda “ne darbesi canım, yok böyle bir şey” diyebiliyor. Adı “komünist” olan bir parti, varlığı ayyuka çıkmış darbe planlarını göz göre göre inkâr edebiliyor.
Dolayısıyla doğru tutum, birinci ve en önemli olarak, yaşanan sürecin esasen egemen sınıf içi bir güç ve iktidar kapışması olduğunu, yani özü itibariyle işçi sınıfının taraflardan birinin yanında yer almasının söz konusu olamayacağını ortaya koymak, ama ikinci olarak da, güdük burjuva demokrasisini bile boğazlayacak olağanüstü rejim arayışlarının kesin biçimde karşısında olmaktır. İşçi sınıfı, burjuva demokrasisinin bile gerisine götürecek girişimlere (buna sözde ilericilik, anti-emperyalizm kılığındakiler de dahil), kimden gelirse gelsin, asla olumlu gözle bakamaz. İlericilik kılığında yapılan 28 Şubat’ın işçi sınıfı ve Kürt hareketi için ne anlama geldiği bu denli çabuk unutulmamalıdır. Bugün açık ya da örtülü biçimde Ergenekonseverlik saflarında yer alan sol kesimlerin 28 Şubat’a da olumlu ya da hayırhah bakıyor olmaları tesadüf değildir.
Ergenekon operasyonundan “bir şey çıkmayacağını” (demokratik hak ve özgürlüklerin anlamlı ölçüde genişlemiş olduğu bir Türkiye’nin çıkmayacağı anlamında) vurgulamak başka şey, Ergenekon operasyonundan rahatsız olmak, feverana kapılmak başka şey. İşçi sınıfının devrimci bakış açısından, “derin devlet” yapılanmalarının burjuva siyaset mekanizması tarafından gerçek anlamda tasfiyesi gibi bir şeyin olamayacağını söylemek, burjuva devletin doğası konusunda yanılsamalar yaratılmasının önüne set çekmek anlamına gelir. Bununla yetinmeyerek, bir yerinden açılan yumağa asılarak daha fazlasının ortaya çıkması için mücadeleye zemin hazırlamaya çalışmak gerekir. Takınılması gereken tutum budur. Ama diğer tarafta bundan rahatsız olup, önünü almaya çalışanları görüyoruz. Oysa hiçbir şey olmasa bile ortaya çıkanlar burjuva devletin nasıl kan ve irin dolu bir yapılanma olduğunu ortaya sermekte, Türkiye gibi bir ülkede ordunun ne mal olduğunu teşhir etmektedir. Bu bile uzun vadede emekçi kitlelerin ideolojik bilinçlenmesi sürecine katkıda bulunucu bir işlev görmektedir. Devrimciler burjuva devletin kirli çamaşırlarının açığa dökülmesinden rahatsız olabilirler mi? Ya da işçi sınıfına, komünistlere, Kürtlere, gayrimüslimlere, Alevilere yıllar yılı etmedik zulmü bırakmayan eli kanlı burjuva devletin paşalarının, polis şeflerinin, savcılarının, YÖK’çü profesörlerinin, bürokratlarının, bunlarla ve sermayeyle iç içe geçmiş sendikacı kılığındaki işçi düşmanı faşist-gangster bozuntularının içeri alınmasından ve teşhir edilmesinden rahatsızlık duyabilirler mi?
Ergenekon sürecinden kapsamlı bir demokratikleşme hamlesinin çıkmayacağını vurgulamak önemlidir, ama yeterli değildir. Burada durmak son tahlilde, davayı kendi çıkarlarına aykırı bulan burjuva kesimlerin propaganda değirmenine su taşır duruma düşmek anlamına gelir. AKP karşıtı bir tutum içindeki tekelci Doğan, Ciner ve Çukurova medyasında, bu tür görüşleri dillendirenlere ve ulusalcı görüşlere yakın duran “sosyalist” kimlikli kişilere yer verilir olması bu bakımdan manidardır.
AKP karşıtı burjuva basında Ergenekon soruşturmasını hedef alan eleştirilerin büyük bölümü rezil bir seçkinciliği ve ikiyüzlülüğü dışa vurmaktadır. Devletin yüksek katlarında görev yapmış pek saygın generaller, profesörler, hukukçular nasıl olur da polis baskınlarına, ev aramalarına, gözaltlarına ve cezaevlerine maruz bırakılırlar? Böyle şeyler ancak “ayaktakımının” layık olduğu şeylerdir! Bu seçkinci ve kibirli argümanların yanı sıra, soruşturmanın ve davanın hukuki kurallara uyulmadan yürütüldüğü yönünde argümanlar ileri sürülmektedir. Her türlü zulme maruz bırakılan devrimciler, işçiler, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler vb. için gıkını çıkarmayıp, hatta alkış tutanların birden hukuk sevdalısı kesilip bu argümanları dillendirmesine bakıldığında, sergilenen ikiyüzlülüğü görmemek elde değil. Ne yazık ki kendine sosyalist diyenlerin içinde de, her devrimcinin gözünde zaten mahkûm olması gereken bu halk düşmanlarının suçlarını örtbas etmeye utangaç biçimde soyunanlar var.
Benzer bir durum Türk Metal sendikası başkanı Mustafa Özbek ve ekibinin gözaltına alınması meselesinde de kendisini göstermektedir. Kendine sosyalist diyen kimileri, bu kişilerin gerçekte kim ve ne olduğunu adeta unutmuşçasına meseleyi “sendikal özgürlüklere müdahale”, “sendikacılığa saldırı” olarak sundular. Türk-İş yönetiminin tutumu ve DİSK Başkanı Süleyman Çelebi’nin beyanatları da benzer bir çizgidedir. Bereket versin ki histerik bir AKP karşıtlığına kendini kaptırmayıp genelde sınıf çizgisinde kalmayı başaranlar da var. Örneğin bu tutumlara güzel bir cevabı, Türk Metal’in ne demek olduğunu en yakından bilen Birleşik Metal-İş vermiş ve böylece kendine “sosyalist” diyenlerin ayıbını da ortaya koymuştur:
“Mustafa Özbek ve bazı yöneticilere yönelik yapılan operasyonların, bir sendikaya yapılan bir saldırı olarak algılanması bu ülkede gerçekten de tüm zorluklara rağmen işçilerin ekmekleri, hakları ve insanca yaşamaları için mücadele eden bizim gibi sendikalar ve sendikacılar için büyük bir ayıp olacaktır. Sözlük tanımı ve tarihi gerçekliği içinde sendikacı adıyla asla bağdaştıramayacağımız ve hatta sendikacı kavramı ile yan yana gelmesi bile utanç verici olan bu kişilerin, … bugün karşılaştıkları durum, asla sendikalara ve sendikacılığa karşı yapılmış bir müdahale olarak algılanmamalıdır.”
Diğer taraftan “Ergenekon bahane edilerek tüm toplumsal muhalefet sindiriliyor” argümanı da inandırıcılıktan uzak bir abartıdır. İşçi hareketi, devrimci hareket ve Kürt hareketi üzerinde alaturka burjuva düzenin baskıları her zaman nasıl ise öyle sürmektedir, Ergenekon üzerinden ya da o bahaneyle bu baskıda özel bir artışın yaşandığını söylemek zorlamadır. Ayrıca burjuva düzenin devrimcilere, işçi hareketine ve Kürt hareketine her türlü baskıyı yapmak için Ergenekon gibi garip bir bahaneye ihtiyacı mı var?
ABD emperyalizmi sorunu
SSCB’nin yıkılışından sonra Türkiye’ye bölgede genel olarak farklı bir misyon biçmek ve özellikle de Kürt sorununu kendince çözmek isteyen ABD emperyalizminin, TC devleti içinde bundan rahatsızlık duyan ve farklı bir yönelişe giren çevreleri etkisiz hale getirmek istediği biliniyor. Ne var ki bu gerçek sol içinde birçok farklı değerlendirmeye zemin oluşturuyor. Kimileri bu gerçekten yola çıkarak Ergenekon sürecini tümüyle ABD emperyalizmi tarafından yürütülen bir operasyon olarak değerlendiriyorlar. Oysa süreç buna indirgenemez.
Türkiye’de egemen sınıf içi çatışma temelinde devlet ve rejimin yeniden yapılandırılmak istendiği biliniyor ve bu konuda özellikle Mehmet Sinan’ın Marksist Tutum’da yer alan yazıları meselenin tarihsel temellerine ve güncel boyutlarına ışık tutmaktadır. Bu çatışmalı yeniden yapılanma süreci elbette emperyalist merkezlerden bağımsız olarak yürüyen bir süreç değildir. Örneğin son 5-6 yıldır darbecilerin çeşitli hamlelerinin başarısızlığa uğramasının ve AKP’nin yerleşik yapıya daha önce görülmemiş hücumlarda bulunabilmesinin gerisinde ABD ve Avrupa emperyalizminden aldığı desteğin önemli bir yer tuttuğu açıktır.
Ancak egemen sınıf içi çatışma esas olarak Türkiye kapitalizminin ulaştığı gelişmişlik aşamasının bir sonucudur. Bu aşama zaten kendi içinde sermayenin uluslararasılaşmasıyla ilgili bir boyut barındırmaktadır. Bu aşamanın gereği olarak Türkiye kapitalizmi dışa açılmak, yeni pazar ve sömürü alanları bulmak zorundadır. Bu sermayenin yasasıdır. İşte büyük emperyalist güçlerle ilişkilerin yeni bir düzlemde yeniden tarif edilmesi bu çerçevede gündeme gelmektedir. Bu sürece baktığımızda ise bunun 1990 sonrası değil, esasen Özal’la, yani daha SSCB yıkılmadan başladığını, hatta biraz daha geriye giderek 24 Ocak 1980 kararlarıyla (ki onun da mimarı Özal’dı) başladığını söyleyebiliriz. Bu gelişme aşamasına ulaşmış sermayenin eski Kemalist takıntılara endekslenmiş bir devlet yapılanması ve dış siyasetle yetinmesi mümkün değildi. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle işçi sınıfı hareketini ve devrimci hareketi bastırarak adeta silen Türkiye burjuvazisi, cuntanın iktidardan ayrılması ve Özal’ın başa gelmesiyle bu yeniden yapılanma işine artık başlayabilirdi. Nitekim Özal bu konuda statükoyu çok kızdıran birçok adım attı ve sonunda da tartışmalı bir ölümle sahneden ayrılmak zorunda kaldı.
Konunun daha fazla derinine girmenin yeri burası değil. Sonuç olarak şuna dikkat etmek gerekiyor ki, bu süreç salt 1990 dönemecinde SSCB’nin yıkılışı ile ve uluslararası faktörlerle sınırlı bir süreç değildir. Türkiye’deki büyük siyasal gelişmeleri ABD emperyalizmini işin içine önemli bir faktör olarak katmadan açıklamaya çalışmak ne kadar yanlışsa, her şeyi oraya indirgeyerek açıklamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. Her şeyi ABD emperyalizmine endekslemenin temel sonuçlarından biri, yerli sermayenin ve onun devletinin gücünü küçümsemek, onun suçlarını görmezden gelmek, meselelere sınıfsal temelde değil ulusal temelde bakmaya başlamaktır. O yüzden öncelikli kavramlarınız da yavaş yavaş değişmeye başlar. Sermaye karşıtlığı, anti-kapitalizm, işçi sınıfı, işçi sınıfı devrimi, burjuva devlet gibi kavramlar giderek dilinizden uzaklaşır. Yerli sermaye ve “kendi” devletin giderek önemli bir sorun olmaktan çıkar, dışarıya karşı mücadele ön plana çıkmaya başlar. Kötülük hep dışarıdadır. Böylece arkadan dışarıya karşı “ulusal birlik” stratejileri de gelir. Tarihte bunun sayısız örneği bulunuyor.
Diğer taraftan ABD’ye kafa tutmaya başladıkları söylenen statükocuların konumunu da doğru tahlil etmek gerekiyor. Bunlar yukarıda da belirttiğimiz gibi emekçi halka karşı en büyük suçları işlemiş olanlardır. Dolayısıyla onların başına geleceklere işçilerin ve Marksistlerin zerrece üzülmesi söz konusu olamaz. Elbette bu gibilerin asıl mahkemesi devrim günlerinde olacaktır ve gerçek cezayı verecek olan işçi sınıfıdır.
Ama asıl önemlisi, solun Kemalizmle bulaşık kesimlerinde bu gibi darbeci-faşizan unsurların, ABD’ye güya tavır koyuyor diye bir şekilde daha olumlu gözle görülüyor olmalarıdır. Asıl sakatlık buradadır. Biraz karikatürize ederek söyleyecek olursak, burjuvanın takkeli olanıyla takkesizi arasında bir Marksist için özellikle çağımızda bir fark olabilir mi? Bu konuda fark gözetenler Marksizmin din konusundaki doğru tutumuna değil kaba burjuva aydınlanmacılığının patolojik tutumlarına bağlı olanlardır. Türkiye’de Kemalist seçkinci kesimlerin tutumu tam da böyledir. Marksizmi doğru kavrayan sınıf devrimcileri, sınıfsal analizi bırakıp burjuvaları kendilerine yakıştırdıkları aldatıcı ideolojik örtülerle değerlendirmezler. Tayyip Erdoğan ile Şener Eruygur arasında, ya da Koç Holding ile İslamcı denilen sermaye grupları arasında, veyahut Hürriyet gazetesi ve Cumhuriyet gazetesi ile Zaman gazetesi ve Yeni Şafak gazetesi arasında işçi sınıfı açısından niçin anlamlı bir fark olsun?
Bir başka önemli nokta, söz konusu statükocu kesimlerin ABD ile bazı sorunlar yaşamalarının nedeninin esas olarak ABD’nin Kürt sorunundaki tutumu olmasıdır. ABD’nin Ortadoğu’da bir Kürt devleti düşüncesine genel hatlarıyla olumlu bakmakta olması bizim statükocuları çileden çıkarmaktadır. Bu kesimler yüz yılı aşkın süredir ulusal bağımsızlık özlemiyle dolu olan ve bu uğurda mücadeleler verip bedeller ödemiş Kürt halkına kendi devletine sahip olma hakkını reva görmemekte ve azgın bir Kürt düşmanlığı politikası izlemektedirler. Dolayısıyla mazlum Kürt halkına düşmanlık temelinde ve onun acıları pahasına bir ABD karşıtlığı söz konusudur. Bunu asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Nitekim statükocu kesimlere gerdan kıran sol çevrelerin Kürt sorunundaki konumları da karakteristiktir. Bunlar Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımamak için bin dereden su getirmekte ve genel hatlarıyla sosyal-şoven bir çizgi izlemektedirler.
ABD’ye karşı tavır almak kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Tavır alan kim, nasıl alıyor, ne sebeple, ne için alıyor? Sorulması gereken sorular bunlardır. İşçi sınıfının kurtuluş mücadelesi açısından bu ulusalcı Kemalist unsurların bir emperyalist odaktan uzaklaşıp başkasına yakınlaşması mı daha iyi oluyor? Ya da emperyalizmden sözde bağımsız bir kapitalist Türkiye mi daha iyi oluyor? Bu güya bağımsız kapitalist Türkiye’de işçi sınıfı daha mı az sömürülecek, daha mı az baskıya maruz kalacak, mücadelesi için daha elverişli olanaklara mı kavuşacak? Bunların hiçbirisinin söz konusu olmadığını söylemeye bile gerek yok. Ayrıca bu unsurların görece yeni tutum değişiklikleri öncesinde ABD emperyalizminin ve İsrail Siyonizminin sadık hizmetkârlığını yaptığını unutmak mümkün mü? Tavır değişikliği olduğu söylenen dönemde bile bunların ABD’deki en aşırı neo-con çevrelerle gizli toplantılar yaparak AKP’ye karşı lobi yaptıklarını unutmak mümkün mü?
* * *
“Beyaz Türk”lükle malul olanlar ve Kemalizm etkisindekiler her ne kadar görmek istemese de, AKP’yi gayrimeşru yollardan yıpratma ve düşürmeye dönük çabaların ona tekrar tekrar cansuyu sağlamakta olduğu bir kez daha görülmektedir. Kapitalist ekonomik kriz işçi sınıfı üzerinde en ağır sonuçlarını göstermeye başlamışken ve bu nedenle hükümete karşı genel bir hoşnutsuzluğun da mayalanmaya başlamasına hizmet etmekteyken, AKP tam da yerel seçimler arifesinde yeni bir hayat öpücüğü almıştır. Bu yerel seçimler pekâlâ AKP için bir düşüş sürecinin başlangıcı olabilecekken, besbelli ki planlanan suikastlar ve provokasyonlar AKP’ye yeniden demokrasi şampiyonu pozlarında emekçi yığınlarla nikah tazeleme fırsatı sunmaktadır. Bu arada patlak veren İsrail’in Gazze vahşeti de ayrıca buna katkıda bulunmuştur. Erdoğan pratikte İsrail’e karşı hiçbir somut adım atmasa da söylem düzeyinde esip gürleyerek kitlelerin gönlünü okşamayı başarmıştır.
Oysa işsizlik ve yoksulluğun çığ gibi büyüdüğü günümüz şartlarında düzenin bütününü hedef alan ve AKP’yi de bu çerçeveye oturtan bir mücadele hattı için ortam özellikle uygundur. Ancak sosyalist hareketin sahne önündeki belli başlı yapıları AKP karşısında büyük oranda ulusalcılığa gerdan kıran bir çizgi izlemektedirler. Ulusalcı darbecilerden, Kemalist “beyaz Türk”lerden medet uman bu siyasal hatla, bırakın işçi kitlelere yol göstermeyi, onların ilgisi bile çekilemez. Bunun sonunda varılacak yer Lenin’in de sık sık işaret ettiği bataklıktır.
link: Levent Toprak, Ergenekon Dalgalarında Savrulanlar, 1 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2026
Emperyalist Savaşlara Karşı İşçi Cephesini Oluşturalım!
Gazze’nin Aynasında Emperyalist Savaş Gerçeği