Kapitalist dünya sistemi tarihsel bir tıkanıklık ve kriz içinde. Bu olgunun belirtileri her geçen gün artıyor. 2006’dan beri kendisini küçük dalgalar halinde hissettiren dünya finansal krizinin son günlerdeki atağı bu gerçekliğin yalnızca taze bir örneğini oluşturuyor. Kâr oranlarındaki düşüşler ve sermaye birikim sürecinin tökezlemeleri, süreci tersine çevirmek veya en azından kaybı azaltmak isteyen kapitalist sınıfı bir yandan işçi sınıfına karşı dört bir koldan saldırmaya, bir yandan da kendi içindeki rekabeti şiddetlendirmeye itiyor. Bugün tüm dünyada yürütülmekte olan çok yönlü sosyal yıkım saldırılarının da, polis devletine doğru geçiş adımlarının da, emperyalist savaş ve işgallerin de kaynağı budur. Bunların hepsi sistemin doğasından kaynaklanan krizin değişik ifadelerini ve kapitalistlerin krize karşı yanıtlarını oluşturmaktadır. Ya da bir başka ifadeyle, bunlar işçi sınıfına karşı sermayenin yürüttüğü bütünsel sınıf savaşının değişik cepheleridir. Dolayısıyla, sözgelimi Türkiye’de emeklilik yaşının yükseltilmesi ile Gazze halkının bugünlerde İsrail kuşatması altında adeta yok edilmek istenmesi ya da Pakistan’daki son kanlı siyasal gelişmeler veyahut devletin Kürtlere yönelik yeni savaş kampanyası göründüğü kadar birbirinden kopuk değildir.
Ancak tüm bu mücadele cepheleri içinde emperyalist savaş cephesinin özel bir önemi olduğunu vurgulamak gerekiyor. Zira bugün yürümekte olan emperyalist savaş süreci, tüm diğer sorunların adeta yoğunlaştırılmış bir özeti gibidir. Bu savaş süreci dünya kapitalizminin emekçilere karşı başlattığı sınıf taarruzunu en uç biçimde ortaya koymakta ve esasen onun en azgın cephesini oluşturmaktadır. Çünkü bu, bir yönüyle emekçinin artık sadece alınterinin değil canının da talep edildiği anlamına geldiği gibi, kapitalizmin normal zamanlarda gizlemeyi başarabildiği vahşi doğasını tüm çıplaklığıyla açığa vurması anlamına da gelmektedir. Artık söz konusu olan kandır, silahlar konuşmaktadır. Bu bakımdan savaşlar aynı zamanda kapitalist düzenin zayıfladığı anlardır, devrimler için yatak görevi de görürler. Unutmayalım ki Ekim Devrimi bir savaştan doğmuştur.
Dolayısıyla savaş karşıtı mücadelenin önemi ne denli vurgulansa azdır. Önümüzdeki Mart ayı, Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgalin başlamasının beşinci yıldönümünü oluşturuyor. Ve bu vesileyle dünya ölçeğinde savaş karşıtı eylemler planlanmakta. Beşinci yıla geldiğimiz şu günlerde emperyalist savaş süreci yeni yeni coğrafyalara doğru yayılma işaretleri veriyor. Bu vesileyle savaş karşıtı hareketin bir değerlendirmesini yapmak ve dersler çıkarmak yerinde olacaktır.
Diğer taraftan savaş sorunu Türkiye açısından özel boyutlar taşıyan bir sorun da oluşturuyor. Tam da içinden geçmekte olduğumuz dönem, devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaşı sınır ötesinde Güney Kürtlerine doğru genişletme çabalarının alevlendirildiği bir dönem. Şu ana dek esas olarak hava bombardımanları biçiminde sürdürülen operasyonların, bahara doğru kara harekâtına dönüştürülmesi tehlikesi mevcut. Dolayısıyla Türkiye’de savaş karşıtı mücadele son derece acil ve yakıcı boyutlar taşımaktadır. Ancak devlet çeyrek yüzyıldır Kürtlere karşı bir savaş yürüttüğü ve bu savaşta on binlerce insan hayatını yitirdiği, on binlercesi sakat kaldığı ve yaralandığı, milyonlarca insan yerinden yurdundan edildiği, binlerce köy, ev, tarla, mezra yakılıp yıkıldığı halde, ne yazık ki Türkiye’de dişe dokunur bir savaş karşıtı hareket gelişememiştir. Gelinen noktada bu hususu da değerlendirmenin yararlı olacağı şüphesizdir.
Dünyada savaş karşıtı hareket
ABD’nin öncülüğündeki kutsal emperyalist ittifakın Afganistan’a saldırı hazırlıklarını başlattığı günlerden itibaren dünyada savaş karşıtı sesler yükselmeye başlamış ve gelişen hareketlilik esas olarak Irak’a yönelik saldırı öncesinde milyonların sokaklara döküldüğü küresel eylemlerle doruğuna ulaşmıştı. Bilindiği gibi, savaşı önleme hedefiyle organize edilen bu eylemler istenilen sonucu vermedi ve emperyalist savaş makinesi tüm vahşetiyle harekete geçip, Irak’ı tarumar etmeyi başardı.
Irak işgali beşinci yılını doldururken, emperyalist savaş süreci daha da yayıldığı halde, savaş karşıtı hareketin Irak işgalinin ilk günlerinden itibaren başlayan küresel ölçekteki gerilemesi esas itibarıyla devam etmekte. Dolayısıyla, savaş ve işgal durumunun adeta genel anlamda kanıksandığı bir durumun oluşmaya başladığını söylemek mümkün. Oysa emekçi sınıflar açısından hayatlar sönmeye, acılar kat kat büyümeye devam ediyor. Mücadele zorunluluğu azalmıyor, aksine artıyor.
Savaş karşıtı hareket örgütlü bir işçi sınıfı hareketi niteliği kazanamamış, bilinç ve örgütlülük bakımından işçi sınıfı damgasının eksikliği, hareketin dar bir küçük-burjuva perspektife hapsolmasına yol açmıştır. Böyle durumlarda hareketler, şiddetli çelişkilerin ürünü olan keskin sorunlar karşısında her zaman iflas eden reformizmin ve pasifizmin etkisi altına girerler.
Bu perspektif darlığının başlıca görünümleri, savaş sorununun yüzeysel biçimde tarif edilmesi, bununla bağlantılı olarak mücadelenin hedeflerinin ve mücadele hattının dar tutulmasıdır. Oysa düşman, sorunu, layık olduğu biçimde, bir bütün olarak ele alarak, kendi manevra alanını geniş tutmakta ve böylelikle kaçınılmaz bir üstünlüğe sahip olmaktadır. Örneğin savaş, emperyalist-kapitalist sistemin nesnel işleyiş yasalarının sonucu ortaya çıkan krizin bir ifadesi olarak görülmeyip de, zihni melekeleri alay konusu edilen Bush’un ve şürekâsının akılsızlığı sorunu imiş gibi sunulduğunda, çözüm de bu ekibin gitmesine indirgenebilmektedir. Böylece sözgelimi geçen başkanlık seçimlerinde rakip aday Kerry’nin peşine takılabilinmiştir. Ya da savaşın meşruiyeti sorununu Birleşmiş Milletler onayına ve savaşı önleme görevini de BM kararlarına havale etmek gibi beyhude bir mecraya girildiğinde, BM’nin sözde barış bekçiliğinin koca bir yalandan ibaret olduğu gerçekliğiyle yüz yüze kalınır. Veyahut aynı anlama gelmek üzere, savaşı önlemek için diğer emperyalist güçlere bel bağlanıldığında, onların da özde bir farkının olmadığı gözden kaçırılır ve sonunda falanca emperyalistin değil de filanca emperyalistin aleti durumuna düşülür.
Aynı şekilde mevcut savaşı tekil bir şey gibi görmek de büyük bir yanılgıdır. Bu, Afganistan’la başlamış, Irak’la devam eden ve işçi sınıfı örgütlü devrimci mücadelesini yükseltmedikçe yeni alanlara sıçraması kaçınılmaz olan uzun bir emperyalist savaş sürecidir. Aslında, şahin diye anılan Amerikan yöneticilerinin bu savaşı “sonsuz savaş” gibi ifadelerle formüle etmeleri tam da bunu anlatmaktadır. “Sonsuz savaşın” anlamı, büyük emperyalist güçler arasında mutabık kalınan bir “yeni dünya düzeni”, yani yeni bir güçler ilişkisi düzeni kurulana kadar savaşın süreceğidir.
Savaş karşıtı hareketin geneline hâkim olan perspektif darlığının kendini gösterdiği bir diğer önemli cephe ise eylem alanıdır. Küresel ölçekte yürüyen savaş karşıtı kampanya en yüksek mücadele biçimini ancak kitlesel gösterilerde bulmuştur. Oysa büyük kitlesel gösteriler bile, şayet çok daha etkili eylem ve örgütlülük biçimleriyle bütünlenmemişse, sonunda koca bir gaz boşaltma mekanizması haline gelirler. Kitlesel gösteriler şüphesiz önemlidir ve uygun biçimde yapıldığında birçok işlev görürler, ancak bunların sorunun halline yeteceğini sanmak büyük bir yanılgıdır. Örneğin bu süreçte yapılan gösteriler arasında Londra’da yapılanı, 2 milyonluk katılımla tarihin en büyük gösterisi oldu. Ama, bıraktık savaşı önlemeyi, İngiltere’yi bile ABD’nin yanında yer almaktan alıkoyamadı.
Gösteriler, dar bir perspektife hapsedilmiş mesajlar çerçevesinde yapıldığında, temelde pasifist ve uysal bir çizgiye indirildiğinde, katılımcıların düzen çerçevesinde şekillendirilmiş olağan bilincinde bir sıçrama yaratma, güçlü bir esin doğurma şansından uzaklaşırlar. Her zaman en önemli nokta bilinçtir. Bilincinde bir sıçrama olmayan emekçi ertesi gün aynı rutin hayatına döner. Eylemler, onun rutin bilincini sarsacak, ona göremediği yeni boyutları gösterecek ve sorunları yeni bir ışık altında görmesinde yardımcı olacak türde olmalıdır. Doldur boşalt niteliğindeki pasifist gösteriler bu işlevi görmeye uygun değildir.
Şüphesiz gösterilerin dışında daha etkili eylem biçimleri de söz konusudur. Meselâ etkili olabilecek savaş karşıtı grevler. Ama ne yazık ki, milyonları alanlara döken savaş karşıtı hareketlilikten bu tür grevler çıkmamıştır. Savaşa niyetli bir ülkede, hayatı durduracak şekilde milyonların yer aldığı kararlı bir grevin, barışçıl bir kitlesel gösteriden çok daha etkili olacağı şüphesizdir. Hele hele bu grevlerin doğrudan doğruya ordunun faaliyetini engelleyici alanlarda gerçekleştirilmesi daha da önemlidir. Tarihsel örnekler, silah ve mühimmat fabrikalarının, sevkıyat yapılan ulaşım alanlarının işleyişinin durdurulduğu grevlerin ne denli önemli olduğunu gözler önüne serer. Vaktiyle bu tür grevler Ekim Devrimini boğmayı amaçlayan karşı-devrimci güçlere sevkıyatı önlemek üzere İngiltere, Fransa gibi ülkelerde yapılmış ve etkili olmuştur.
İşçi sınıfının katılımı, mücadelenin örgütlülüğü, daha etkili eylem biçimleri gibi faktörlerin, eninde sonunda ordu içinde askerler arasında da etkisini göstermesi söz konusu olur. 20. yüzyıldaki emperyalist nitelikli savaşlarda rastladığımız bu dinamik, bugünkü savaşta henüz yok denecek seviyededir.
Perspektif darlığı olsun, eylem biçimlerinin darlığı olsun, bütün bunlar esasta tek bir zaafın yansımalarıdır: Bilinç ve örgütlülük eksikliği. Öyleyse sorun, en öz ifadeyle, doğru bir perspektifi ve onu hayata geçirebilecek aracı, yani proleter bir devrimci siyasal örgütlülüğü oluşturma sorunudur. Ancak böyle bir örgütlülük savaş karşıtı duyarlılığı ve bu temelde gelişen hareketliliği doğru bir zemine ve eylem yörüngesine oturtarak, onu kof olmaktan kurtaracağı gibi, onu her düzeyde örgütlendirerek, azami sonuç almasını sağlayacaktır.
Türkiye’deki durum
Irak savaşı öncesinde Türkiye’de de dünyadaki hareketliliğe paralel olarak bir savaş karşıtı hareketlenme yaşandı. Bunda Türkiye egemen sınıfı içinde savaşa katılma konusundaki tereddüt ve çatlaklar da nispeten kolaylaştırıcı bir rol oynamıştı. En son 2003 yılında Ankara’daki tezkere karşıtı mitingle doruğuna çıkan bu hareketlilik de, dünyanın diğer yerlerindekilere paralel olarak savaşın başlaması ve ABD’nin kısa sürede Irak’ı işgal etmesiyle birlikte sönümlenmeye başladı.
Türkiye’deki savaş karşıtı hareket de dünya genelindeki hareketle özde aynı zaafları paylaşıyordu. Hareketin sınıf temelinin zayıflığı, bilinç ve örgütlülük eksikliği ve bunların yansıması olan perspektif darlığı Türkiye’de de mevcuttu. Ancak durum diğer ülkelerden daha da kötüydü. Savaş Türkiye’nin yanı başındaki bir ülkeyi hedef aldığı ve bu ülke Müslüman bir ülke olduğu halde, Türkiye’de savaş karşıtı hareketlilik diğer ülkelerdekinden daha sönük kalmıştır. Bu durum Türkiye’deki zaafların daha vahim boyutlar taşıdığının bir belirtisidir.
Genel anlamda bilinç ve örgütlülük eksikliği olarak tarif ettiğimiz sorun, savaş karşıtlığı bağlamında Türkiye’de kendisini bugün en çarpıcı biçimiyle Kürt sorununda ortaya koymaktadır. Kürt halkına karşı yürütülen savaş, yarattığı ağır tahribatla bugün 25 yılı geride bırakmıştır. Türkiye nüfusunun kendini Türk kimliğiyle özdeşleştirmiş çoğunluk kesimi açısından bakıldığında, savaşta ölen ve sakatlanan on binlerce yoksul emekçi aile çocuğuna, sönen ocaklara rağmen, bu aileler ve çevresinden başlayarak toplumun genelinde bu haksız savaşa son verilmesini isteyen güçlü bir ses ne yazık ki çıkamamıştır. Bu aileler içinden seyrek olarak yükselen çığlık, her seferinde düzenin topyekûn çullanmasıyla, anlamlı bir yankı yaratamadan çabucak boğulmuş, boğulabilmiştir.
Dağlıca vakası sonrası PKK tarafından alıkonan askerlerin teslim edildikten sonra başlarına gelenler, ülkedeki ağır militarist baskının düzeyini anlamak bakımından çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Alıkonuldukları andan itibaren toplumda askerlere dönük bir sempati oluşmaması için düzen cephesi dört koldan sinsi bir militarist-şovenist kampanya yürütmüş, sonunda adeta ölmedikleri için onları suçlu, hatta vatan haini konumuna sokmuştur. “Ölselerdi daha iyiydi” ya da “kurtulduklarına sevinemedim” gibi, burjuva medyanın bazı kesimleri tarafından bile ayıplanan skandal açıklamaların ardından geçtiğimiz haftalarda bu askerler için ağır suçlamalarla askeri mahkemede davalar açıldı. Hatta bu askerlerden biri, sadece Kürt olduğu ve PKK tarafından alıkonulduğu sürede kardeşlik mesajları vermiş olduğu için, düzmece olduğu her halinden belli asılsız suçlamalarla müebbet hapis istemiyle yargılanacak.
Askerler ve asker aileleri sorunu, tüm dünyada savaş karşıtı hareketlerin önemli bir boyutunu oluşturmuştur. Bu kesimler her zaman militarist düzen güçleri tarafından toplumda oluşabilecek savaş karşıtı duyarlılıklara karşı duygusal bir istismar aracı, bir dalgakıran olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Savaşın acı sonuçlarına doğrudan maruz kalan ve toplumda genel bir sempatinin odağı olan bu kesimlerin, yaşadıkları acılar nedeniyle öfkelerini düzene yöneltmeleri tehlikesi her zaman mevcut olduğundan, militarist düzen güçleri bu kesimleri kendi yanlarında tutmaya her zaman hassas bir dikkat göstermişlerdir. Ancak birçok ülkede askerler ve aileleri arasından savaşın ve militarizmin gerçek yüzünü sezen ya da görenler de çıkmış ve seslerini yükseltmişlerdir. Savaşın boyutları büyüdüğü, kayıplar arttığı ölçüde bu sesler artmış ve genellikle savaş karşıtı hareketlerin bir unsuru haline gelmişlerdir. Ancak Türkiye’de Kürt halkına karşı yürütülen savaşın insani bilançosu hiç de küçük olmamasına rağmen, bu eğilim dünya genelinden çok daha cılız kalmıştır. Öyle ki strateji uzmanı sıfatıyla televizyonlarda boy gösteren zatlardan biri, bir keresinde, asker ailelerinin suskunluğunun büyük bir nimet olarak görülmesi gerektiğini itiraf etmek zorunda kaldı.
Genelde haksız savaşlara karşı hareketleri daha güçlü, etkili kılacak temel unsur olarak örgütlü bir işçi sınıfı hareketi oluşturma gereği, sorunun askerler ve aileleri boyutu için de önem taşımaktadır. Bilinç ve örgütlülük düzeyi ne denli yüksek bir işçi hareketi yaratılabilirse, askerler ve asker ailelerinin haksız savaşa karşı seslerini yükseltme cesaretleri o denli artacak, doğan tek tük seslerin hemencecik boğuluvermesi o denli zor olacak, boğucu militarist havanın kırılmasında etkisi de o denli yüksek olacaktır. Bütün bunlar haksız savaşa karşı harekete o denli güçlü ve etkili bir kanal açmış olacaktır.
Bu temel zayıflık nedeniyle Türkiye’de asker aileleri büyük ölçüde faşist odakların istismar alanı haline getirilmiş durumdadırlar. Bu odaklar acılı ailelerin öfkelerinin, gerçek adres olan savaş makinesine ve onu besleyen düzene yönelme olasılığını daha baştan bertaraf ederek, bu öfkeyi Kürt halkına, onun ulusal hareketine ve haksız savaşa karşı çıkan hareketlere yöneltmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu alan gerçekten de devrimci işçi sınıfı hareketinin haksız savaşa karşı mücadelesinin zemini olması gereken bir alandır. Savaş mağduru Kürt ailelerin mücadelesinin bu ailelerle birleştirilmesi ne yazık ki şimdiye kadar başarılamamıştır. O nedenle, bu alanın faşistlerin cirit attığı bir alan haline gelmesinin esas sebebi olan örgütsüzlüğü döne döne vurgulamamız gerekmektedir.
Türkiye’de tarihsel nedenlerle demokratik kültürün zayıflığı, bunun bir parçası olarak siyasal geleneğin temel unsurlarından biri olan militarizmin gücü gibi hususlar nedeniyle, örgütsüzlük sorunu çok daha vahim bir nitelik kazanmaktadır. Toplumu oluşturan bireylerin beyinlerinin, daha çocukluklarından itibaren “asker millet” şartlandırmasıyla, “Türküm, doğruyum”larla yıkanmakta olduğu, okul sıralarında birörnek üniforma giydirildiği, “rahat-hazırol”larla hizaya sokulup askeri disiplin altında yürütüldüğü, “yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadı” olunduğu anlayışının zerk edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu bireyler çocukluktan daha yeni çıktıkları bir dönemde ve kişiliklerinin oluşumunu henüz tamamlamadan, bu kez zorla ordu saflarına sokulurlar ve orada militarist kültür, katı hiyerarşi ilişkileri ve sorgusuz itaat alışkanlıklarının daha da içselleştirilmesi için adeta yoğun bir basınç odası içinde, 1-1,5 yıl boyunca militarizmin son bir tornasından geçirilirler. Yine de bu “eğitim süreci” bitmez. “Ömür boyu eğitim”, medyanın gün be gün yaptığı militarist-şovenist gaz bombardımanıyla erişkinlik döneminde de bireylerin beyinlerinin yıkanmasının sürdürülmesiyle tamamlanır.
Bu tabloyu uzatmak mümkündür. Bunu ortaya sermekten murat, somut Türkiye şartlarında mücadele veren proleter enternasyonalist devrimcilerin önündeki sorunların niteliğini ve derinliğini doğru anlamaya yardımcı olmaktır. Bu şartlar, kendiliğinden sivil inisiyatiflerin gelişmesi ve yaygınlaşması için zorlu şartlardır. Dolayısıyla örgütlü mücadele ve önderlik unsurunun önemi bu şartlarda çok daha büyük olmaktadır.
Tek çare örgütlü mücadele
Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık ve işgalin beşinci yılı dolarken, uluslararası düzeyde emperyalist savaş süreci durulmak ne kelime genişleyip derinleşmektedir. Diğer yandan Türkiye hem bu emperyalist savaş sürecinin bölgesel aktörlerinden biri olma yolunda çabalarını sürdürmekte, hem de sınır ötesine de yayılarak Kürt halkına karşı yürüttüğü haksız savaşı daha da büyütmeye ve tüm bölgenin kabadayısı olmaya soyunmaktadır. Kısacası önümüzde uzanan dönem ne yazık ki sıcak çatışmaların azalacağı daha barışçıl günler değil, savaş ateşinin daha da harlanacağı ve dolayısıyla emekçi kitleler için acıların daha da artacağı günler vaat ediyor.
Hem dünya genelinde hem de Türkiye’de devrimci bir işçi hareketi yaratmak için canla başla mücadele etmek gerekiyor. Güçlü tarihsel kökleri olan militarist geleneklerin ağır basıncı nedeniyle Türkiye’de önümüzdeki görevler daha zorlu ve ağır bedelli olsa da, örgütlü mücadeleden başka çare yok. Ancak bugün şovenist, militarist, faşist akıntıya karşı dirençle yüzmeyi başaranlar, gelecekte bu akıntıyı tersine çevirmeyi başarabileceklerdir. Aynen Birinci Dünya Savaşı sırasında sosyalist hareketin tamamına yakınının kapıldığı akıntıya inatla direnen ve sonunda bunu devrimle taçlandıran bir avuç Bolşevik gibi. Bin dereden su getirerek bir kolu akıntıyla beraber yüzenlerin sonunda akıntıya tümüyle kapılması kaçınılmaz olur. Hangi bahanenin ardına sığınılırsa sığınılsın (“laiklik”, “anti-emperyalizm”, “ilericilik” vb.), bugün Türkiye’deki militarizmle şu ya da bu biçimde aynı çizgiye gelenlerin, tarihin hazırlamakta olduğu yeni zorlu sınavdan başarıyla çıkmalarına olanak yoktur.
Bugün savaş sorunu bağlamında görev, işçi sınıfının bilinç ve örgütlük düzeyini yükselterek, onu savaş karşıtı hareketin ana ekseni durumuna yükseltmek ve bu sayede hareketin ufkunu savaş sorununun gerçek niteliğine uygun düzeye sıçratmak için ter dökerek çaba harcamaktır. Daha güçlü ve etkili eylemler bunun sonucunda gelecektir. Bu başarıldığında Türkiye’deki militarist geleneklerin ve kültürün ağır havası da kırılmış olacaktır. Savaşların aynı zamanda devrimlerin de yatağı olduğunu söyledik. Ancak savaşların başarılı devrimlerin ebesi olabilmesi için proleter devrimci öncünün göreve uygun bir bilinçle hazırlanması bir zorunluluktur.
link: Levent Toprak, Savaş Karşıtı Hareket Üzerine, 12 Şubat 2008, https://marksist.net/node/1705
Alevi Derneklerinin Kadıköy Mitingi
Milliyetçilik, Irkçılık ve “Türklük” Kavramı