22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin elde ettiği üstünlüğün, ilk günlerin tüm görünüşüne rağmen siyasal gerilimin sona erdiği anlamına gelmediğini seçim sonrası değerlendirmemizde vurgulamıştık. Nitekim çok geçmeden yeni anayasa taslağı tartışmalarıyla başlayan ısınma turları, “Malezyalaşma” ve “mahalle baskısı” tartışmasıyla istimini aldı. Nihayet, tüm süreç, savaş tamtamlarının birkaç aylık aradan sonra tekrar çalmaya başlamasıyla yeni bir mecraya girmiş bulunuyor. Savaş çığırtkanlığı ve şovenizmin ayyuka çıktığı yeni hezeyan dalgasına ve bu dalganın olası vahim sonuçlarına karşı mücadele şüphesiz şu anda öncelikli bir yer işgal ediyor. Ancak, geri plana düşmüş görünen “mahalle baskısı” ve “Malezyalaşma” benzeri tartışmaların hatırlattığı bazı noktaların es geçilmeden dile getirilmesi de gerekiyor.
Belli başlı sermaye gruplarının tekelinde bulunan burjuva medyada başlatılan bu tartışmalar, Türkiye’de egemenler arasında uzun zamandır devam eden it dalaşının yeni bir perdesiydi yalnızca. 22 Temmuz seçimleri sonrasında AKP hükümetinden istedikleri ihaleleri kapamayan sermaye kesimleri, AKP’nin muhalifi olan laikçi askeri bürokrasiye de göz kırparcasına, “mahalle baskısı var”, “Malezyalaşıyor muyuz?” çığırtkanlığıyla medyatik bir saldırıya geçtiler.
AKP sorunu
Şüphesiz bu tartışmaların gerisinde, AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde kazandığı büyük başarı ve ardından Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin burjuva iktidar blokunda yarattığı yeni güç dengesi sorunu yer almaktadır. Kemalist laikçi güçler ve onlarla işbirliğinden çıkar uman bazı sermaye grupları, AKP’nin gücünü sınırlamak için yeni tehditler yaratma peşinde koşmaktadırlar. Memleketin güya şeriata doğru kaymasının sebebi olarak, “takiye yapan”, “gizli gündemi olan” AKP gösterilmektedir. “Cumhuriyet mitingleri” sürecinde bir kez daha su yüzüne çıktığı üzere, sosyalist hareketin Kemalizmin etkisini bir türlü söküp atamamış bir kesiminde de bu yaklaşımın izleri bulunmaktadır. Oysa, AKP’nin işçi sınıfının düşmanı sömürücü burjuvaların partilerinden biri olduğunu ispat etmek için onu hiç de şeriatçılık kisvesine bürümemiz gerekmiyor. İşçi sınıfının, burjuva partisi AKP’ye karşı mücadele vermesi için yeteri kadar nedeni vardır. Tıpkı CHP’ye, MHP’ye, DYP ya da ANAP’a olduğu gibi!
Burjuva partiler arasında elbette farklılıklar vardır. Sözgelimi bir faşist parti ile liberal parti, ya da sosyal demokrat parti aynı şey değildir vs. Bunlar genel olarak değişik burjuva kesimlerin çıkarlarını ifade edebilirler, değişik toplumsal katmanların desteğini alabilirler ve değişik ideolojik tonları dillendirebilirler. Bu partiler, milliyetçilik, liberalizm, muhafazakârlık, dincilik, sosyal demokratlık, faşistlik-ırkçılık, bonapartistlik gibi eğilim ve akımları kendi varlıklarında somutlayabilirler. Bu çerçevede bakıldığında, AKP’nin birçok Müslüman ülkede gözlenen fanatik dinci-İslamcı partilerden farklı olarak, esasen muhafazakâr bir burjuva partisi kategorisine girdiği açıktır. Muhafazakâr “değer”lerin her zaman temel bir parçasını oluşturan din öğesini, bu kategorideki tüm partiler vurgularlar. Daha öncesini bir kenara bırakacak olursak, Türkiye’de bu siyasal gelenek Demokrat Partiden bu yana var olan ve Adalet Partisinden geçip, en son 90’lardaki ANAP ve DYP’ye kadar uzanan bir gelenektir. AKP, bugünün dünyası ve Türkiye’sinin şartlarında, esas olarak bu geleneğe oturan ve onun ana sürdürücüsü konumunda olan bir partidir. AKP’nin, geleneğin diğer partilerinden farkı, çekirdek kadrosunun çoğunluğu itibariyle bu geleneği oluşturan partilerin içinden gelmiyor oluşudur. O, esasen din unsurunu ana vurgu noktası yapan Milli Görüş geleneğinden koparak gelmiş ve bu çizgiye oturmuştur. Bu durum doğal olarak onun muhafazakârlığına kendine özgü bir renk vererek, din unsurunun aynı kategorideki emsallerine göre daha belirgin yer alması sonucunu doğurmuştur.
AKP, hâlâ geleneksel bir toplumsal yaşantının hâkim olduğu 80’lerin başındaki Türkiye’den itibaren bugüne dek yaşanan yıkıcı kapitalist gelişmenin yarattığı toplumsal-siyasal koşulların bir ürünüdür. Solun faşist darbe ile neredeyse tümüyle ezilmiş olduğu bu dönem içinde, muhafazakâr geleneğin sürdürücüsü olan ANAP ve DYP gibi partiler de tam bir çürüme yaşayarak toplumsal kredilerini tükettiler. Gelinen noktada, bu alanda doğan boşluğu o partilerin kadroları ve örgütsel yapısıyla doldurmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmıştı. Yıpranmamış kadroları ve ANAP ve DYP ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü örgüt yapısıyla AKP sonuç olarak bu boşluğu doldurmuştur.
Kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı ve küreselleşme olarak da adlandırılan gelişmelerin bir parçası olarak, Türkiye’de son çeyrek yüzyılda yaşanan dizginsiz kapitalist gelişme, kırdan kente göçe büyük bir hız vererek, kent çeperlerinde muazzam bir nüfus birikimine yol açtı. Büyük çoğunluğunu yoksul emekçilerin oluşturduğu bu geniş kitlenin toplumsal talep ve özlemlerine, bir sol hareketin yokluğunda sahip çıkar görünen tek politik hareket, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketiydi. Bu muazzam dalgayı emecek ölçüde hızlı gelişen güçlü bir kapitalist sanayi de olmadığından, acımasız kent cangılında yaşam mücadelesi veren bu kitleler için şüphesiz din önemli bir sığınak işlevi görüyordu. Ancak dinle karın da doymuyordu. Bu kitlelerin temel sorunu, onlara her gün televizyondan kışkırtıcı biçimde pompalanan modern kent yaşamının nimetlerinden bir nebze olsun yararlanabilmekti. Milli Görüş’ün, bu kendine özgü çarpık ve hızlı kentlileşme sürecini yaşayan kitleleri, kendi geleneksel söylem ve konumlanışı içinde daha fazla kucaklayabilmesi mümkün olamazdı. Bu hareketin içinde, dönemin ruhuna daha uygun genç kadrolar bunu fark etmekte gecikmeyerek, AKP’nin kuruluşuyla sonuçlanan kopma sürecini başlattılar. Bölünmeden sonra Milli Görüş geleneksel çizgisinin sahibi olarak kalan ve ilk kuşak kurucu liderleri de muhafaza eden şimdiki Saadet Partisinin, tüm gayretlere rağmen AKP karşısındaki durumu uzun boylu sözü gerektirmemektedir.
Ancak AKP olgusu sadece bununla açıklanamaz. Bu, bir burjuva partisi olarak AKP’nin kazandığı halk desteğini açıklar. AKP’nin bir diğer önemli özelliği, 80’lerle birlikte kendisini belirgin şekilde ortaya koymaya başlayan ve ilerleyen yıllar içinde olağanüstü bir ivmeyle büyüyen yeni bir sermaye kesiminin dolaysız temsilcisi olarak sahneye çıkmasıdır. “Yeşil sermaye” ya da “Anadolu sermayesi” olarak da adlandırılan ve içinden büyük tekeller de çıkarabilmiş olan bu kesimler, düzenin geleneksel Kemalist sahiplerini rahatsız eder hale gelen Milli Görüş çizgisiyle daha fazla yol alamayacaklarını da gördüler. Bugün MÜSİAD gibi kendi alternatif örgütlemelerine de sahip olan bu sermaye kesimleri kendi iktidar paylarını talep etmekte ve almaktadırlar. AKP’nin uygulama çabası içinde olduğu neo-liberal TÜSİAD programı, aynı zamanda bu kesimlerin de benimsediği ve hararetle sahip çıktıkları bir saldırı programıdır.
AKP’nin Milli Görüş hareketinden kopması her ne kadar 28 Şubatçı baskının sonucu olarak gerçekleşmiş olsa da, aslında 28 Şubat’ın dışsal baskısı, zaten vakti gelmiş olan bir doğuma yapılmış ebelikten başka anlama gelmiyordu. Bu bakımdan 28 Şubat’ı bu bahiste büyük ölçüde bir dışsal tetikleyici olarak görmek gerekir.
Şüphesiz çok sayıda belirleyenin olduğu karmaşık bir süreç sonucu doğan AKP’nin içinde değişik eğilimler oldu. Eski çizgiye “gönül borcunu” bir parça daha fazla hissedenler olduğu gibi, o çizgiyle tüm ilişiğini kesenler ve bu çizginin tümüyle dışından gelerek ona katılanlar da oldu. Bu arada ikbal kapısının açılıp iktidar nimetlerinin tadılmasıyla birlikte, AKP kadrolarının dünyevi iştahlarla bağlantısı her geçen gün daha da güçlendi. Bu yönüyle AKP, hızla Avrupa’daki Hıristiyan-demokrat partilerin Türkiye ve İslam koşullarındaki özgün bir karşılığı olmaya doğru ilerlemektedir. Hatta, daha tutucu olan Amerika’daki Protestan muhafazakârlığına daha yakın bir profilden de söz edilebilir. AKP’nin hem Avrupa Birliği’ne giriş sürecini fiilen yürütmesi hem de şeriat yolunda adımlar atması mümkün olabilir mi? Diğer taraftan, içinde bulunduğumuz dönemde, AKP’yi destekleyen geniş kitlelerin hepsinin “dinci” olmadığı da bir gerçektir. Bu kitleler şeriat değil, daha geniş demokrasi ve ekonomik koşullarının düzelmesini istiyorlar. Kaldı ki, AKP’yi destekleyen dinci ve kapalı olarak adlandırılabilecek kesimin giyim-kuşam ve davranış kalıplarındaki değişim de gerçekten çarpıcıdır.
Dolayısıyla ne AKP’nin arkasındaki sermaye güçleri açısından, ne AKP kadrolarının genel siyasal yönelimleri açısından, ne de onu destekleyen geniş kitleler açısından bir şeriat özleminden söz etmek mümkündür. İçinde farklı eğilimler olmakla beraber, AKP’ye genel yönelimini veren belirleyici eğilim bu yöndedir. AKP, düzeni değiştirmek değil, onun içinde kendine yer açma ve ondan pay kapma mücadelesi veren irili ufaklı muhafazakâr sermayedarların partisidir.
Siyasal İslam sorunu
Siyasal İslamcı hareketlerin yükselişi bugünün dünyasında göz ardı edilemeyecek yaygınlık ve güçteki bir olgudur. Bu önemli olgu uzun boylu incelemeyi hak edecek bir niteliğe sahiptir; ancak biz şimdilik yalnızca bu gelişmenin ana kaynaklarını çok kısaca ortaya koyarak, onun sahte ya da uydurmaca bir olgu olmadığını göstermekle yetineceğiz.
Müslüman ülkelerde siyasal İslamcı hareketlerin bugünkü yükselişlerinin kaynağında öncelikle bu hareketlerin çok uzun yıllar öncesinden itibaren emperyalistler ve yerel işbirlikçiler tarafından beslenip semirtilmesi olgusu vardır. Emperyalistler ve yerel işbirlikçileri, Kuzey Afrika’dan güneydoğu Asya’ya kadar uzanan geniş Müslüman coğrafyasında, kendi çıkarlarını zedeleyen ve bir yandan sosyalist bir söylemle kitlelerin gönüllerine hitap edip diğer yandan SSCB ve Çin ile de flört eden siyasal akım ve rejimlerin etkisini kırabilmek için, İslamcı akımları doğrudan ve dolaylı yollardan desteklediler. Ancak bunların geniş bir kitlesel etki kazanmaya başlamaları, bahsi geçen anti-emperyalist ve sosyalist söylemli üçüncü dünyacı akım ve rejimlerin, geniş yoksul emekçi kitlelerin özlemlerine eninde sonunda ihanet etmeleriyle mümkün olmuştur.
Siyasal İslamın yükselişinin kaynaklarından birisi de, sadece Müslüman ülkelerde değil tüm dünyada genel olarak bir dine yöneliş eğiliminin baş göstermesidir. Bu olgunun altında yatan temel etmen, SSCB’nin çöküşünden sonra ve kapitalizmin zaten başlamış olan dizginsiz saldırısı nedeniyle insanların alternatifsizlik, güvensizlik ve boşluk ortamında bir sığınak arayışıdır. Marx’ın ifadesiyle, din ruhsuz koşulların ruhu, kalpsiz dünyanın kalbi, ezilen insanın iç çekişidir. Kapitalizme karşı sosyalist düşüncenin genelde itibar yitirmesi, sosyalist hareketlerin gerilemesi sonucu, sığınak da tepkinin adresi de giderek daha fazla din olmaya başladı. Şüphesiz bir diğer faktör de, koşulları iyi değerlendiren burjuvazinin dinsel propagandaya muazzam bir hız vermiş olmasıdır.
Üçüncü bir kaynak olarak da, zengin enerji kaynaklarına ve stratejik öneme sahip İslam coğrafyasının günümüzde emperyalist saldırganlığın açık bir hedefi haline getirilmiş olmasını sayabiliriz. Kapitalizm uzunca bir süredir kelimenin geniş anlamında genel bir bunalım içindedir ve bu temel üzerinde bir emperyalist yeniden paylaşım süreci yürümektedir. Bu sürecin önemli bir boyutunu da İslamı öcüleştirme ekseninde yürütülen ideolojik haçlı seferi oluşturmaktadır, ki bu da dinsel temelde bir kutuplaştırma ve radikalleşmeyi beslemektedir. Batı emperyalizminin acımasız saldırısına maruz kalan İslam coğrafyasındaki halklar, bu saldırıların dinsel bir ideolojik kisveye de büründürülmesi karşısında bir direniş ve isyan unsuru olarak büsbütün dine (İslama) sarılmaktadırlar.
Siyasal İslamın bu üreme kaynakları varolduğu ve en başta da işçi sınıfı hareketi başını doğrultamadığı sürece bu sorun şu ya da bu biçimde dünyanın ve işçi sınıfı hareketinin gündemini işgal edecektir. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, yeni emperyalist paylaşım savaşı süreci şiddetlenip yayıldıkça, Türkiye de bu gelişmelerin etkisine daha açık hale gelebilecektir. Bu durumda işçi sınıfına düşen görev, kendi bağımsız devrimci sınıf hattı üzerinde, kendi örgütlülüğüyle, bütün pisliğin kaynağı olan emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadelesini yükseltmektir. Bu devrimci sınıf çizgisinin gereği bir yandan yalancı şeriat alarmlarına prim vermeyerek statükocu-militarist güçlerin dümen suyuna sürüklenmemekse, diğer yandan da işçi-emekçi kitlelerin dinsel ideolojiyle uyutulup hareketsiz kılınmak istenmesi karşısında genel uyanıklığı elden bırakmamaktır. İşçi sınıfı, her halükârda, mücadelesinin bir parçası olarak, tutarlı bir laikliği ve demokratik hakların korunup genişletilmesini savunmaya devam etmelidir.
Kendisi çürürken toplumu da çürüten burjuva medya!
Mahalle baskısı meselesinin üstüne atlayıp bayraktarlık yapanların tutumunu tarif edecek kelime bulmakta insan zorlanıyor. Hayatlarında yoksul emekçi halk kitlelerinin yaşam koşullarının kıyısından bile geçmemiş, ne mahalle görmüş ne de mahalle sorunlarına ilgi göstermiş olan aşağılık medya gülleri, kalkıp mahalle konusunda ahkâm kesiyorlar. Bu işin bir numaralı bayraktarı konumundaki Ertuğrul Özkök’ün sanki bir mahallede yaşıyormuş gibi “bizim mahalle” lafını ağzına dolaması bunun en rezilce göstergesi olsa gerek.
Ama rezillik bununla sınırla değil şüphesiz. “Mahalle” için pek kaygılanmış ve baskılara karşıymış havalarına giren bu medya silahşorları, tam da o günlerde hız kazanmaya başlayan devlet baskısını, hem de bizzat mahallelere uygulanan devlet baskısını görmezden gelme tutumunu bir güzel sürdürmeye devam ediyorlardı. Şehrin her köşesinde köle pazarından hayvan seçer gibi gözüne kestirdiğinin uluorta GBT kontrollerini yapmaktan tutun, sokak ortasında adam kaçırmaya ve işkence etmeye, gece yarılarında yapılan mahalle baskınlarına kadar varan baskılar bu “duyarlı” medyada yankı bulamıyordu. Ama bugünlerde beterin de beteri yaşanıyor. Sürüp giden devlet baskısına, son yıllarda yeniden hortlamış olan faşist sokak terörünün yeni bir dalgası eklenmiş durumda. Asker cenazelerini bahane ederek acılı kalabalıkları kışkırtıp linç sürüleri haline getirmeye çalışan faşist güruh, sol eğilimli mahalleleri, çeşitli sol örgütlerin binalarını ve özellikle de Kürtleri hedef almakta. Bunlar yaşanırken “duyarlı” basınımız şovenizmi daha da körüklemekle meşgul oluyor.
Ama zaten yıllardır toplumun içine şovenizm tohumlarını eken, devrimci, komünist ve Kürt düşmanlığını besleyen, son yıllarda rastlanan linç vakalarında linççilerden ziyade kurbanları töhmet altında bırakan yayınları yapan bu medya değil mi? Bu medya, insanları televizyonları başında evlerine hapsedip, hapishane gibi ruhsuz apartmanlarda yaşamaya mahkûm eden, “gemisini kurtaran kaptan” felsefesini işleyerek toplumu atomize edip, mahalle denen şeyi tarumar etmekte olan kapitalizmin medyası değil mi? Mahalleleri yıkmaya giden dozerler ve polislere eşlik eden, direnenleri “terörist” diyerek sunan kameralar bu medyanın kameraları değil mi?
Malezya tartışmasına gelince, bu tartışma da en az mahalle baskısı tartışması kadar utanmazca tutumların sergilendiği bir tartışma oldu. Seviyesizlikte sınır tanımayan Türk medyasının “araştırmacı” gazetecileri derhal sirk hayvanı izlemeye gider gibi Malezya’ya üşüştüler. Akılları sıra, bir evrimsel süreç içinde şeriat düzenine geçmekte olduğu söylenen Malezya’daki “kötü tabloyu” bir çırpıda tespit edip Türkiye’ye “bakın işte biz de böyle olacağız” diye göstereceklerdi. Laiklik/şeriat sorununu türban-rakı-mini etek üçgeninin sığlığına indirgeyen kafalarıyla Malezya’ya dalanlar, etrafta umduklarından fazla mini etekli görünce pek muratlarına erememiş görünseler de, Malezya seyahatinin hakkını vermek istercesine, günlerce Malezya tahlilleri parçalanmaktan geri durmadılar.
Onlar Malezya’ya ilişkin olumsuz bir tablo çizmeye gayret ededursunlar, Malezya’yı uzun zamandır bir gözdeleri olarak bellemiş olan İslamcılar da, Kemalist taarruz karşısında bir yandan utangaç bir savunma tutumu bir yandan da üste çıkma pozları takındılar. Tartışmanın tüm tozu dumanı içinde fikir beyan edenlerin hemen tamamına kibirli, şoven bir tutumun ortak biçimde sinmiş olduğu gözlerden kaçtı. Birçoğu farkında bile olmayarak, bir ülkeyi ve insanlarını açıktan ya da zımnen aşağı görmekte ve küçümsemekte beis görmediklerini açığa vurdular.
Batıya karşı budalaca bir hayranlık duygusuyla dolu ve ezelden beri kompleksli bir Avrupa özentisi içinde olanlar, “vay efendim, nasıl olur da Türkiye ‘Malezya gibi’ bir ülkeyle karşılaştırılır!” havasında kibirlerini kustular. Oysa Türkiye gelişmiş bir Avrupa ülkesine benzetilseydi, bunlar hiç kuşkusuz isterik mutluluk nöbetleri geçirirlerdi. Diğer taraftan, özellikle İslamcı cenahtan olanlar ya da onlara yakın duranlar da, Osmanlı mirasına, “Türkiye’nin şanlı tarihine” göndermeler yaparak özde aynı tutumu sergilemekten geri durmadılar. Bir de, Avrupa’ya da özenmediğini vurgulayarak, “Türkiye’nin kimseye benzemeye ihtiyacı yok, biz kendimize yeteriz” diyenler oldu ki, bu da özde milliyetçi bir kibri ve şişinme tavrını yansıtıyordu.
Konu gerçekten değişik ülkelerin birbirine benzemeleri ya da farklılaşmaları olsaydı, söylenmesi gereken şeyler şüphesiz farklı olurdu. Gerçek olan şu ki, bugünün dünyası kapitalizmin ekonomik buldozerinin öncülüğünde düzlenmekte, dünya ekonomisine entegre olan tüm ülkeler, bu temel itki altında toplumsal, siyasal ve kültürel eğilimler açısından hızla birbirlerine benzemektedirler. Özellikle son dönemin neo-liberalizm şeklinde kendisini gösteren kapitalist saldırı ve düzleme dalgası altında tüm ülkelerde sınıfsal uçurum derinleşmekte, eşitsizlik hızla artmakta, sefalet yaygınlaşmakta, baskılar artmakta, demokratik kazanımlar budanmakta, toplumsal ve kültürel çürüme derinleşmekte, insanlara empoze edilen yaşam tarzları yozluk ortak paydasında aynılaştırılmaktadır. Toplumsal hoşnutsuzluk dünyanın her yerinde artarken, değişik ülkelerin egemenleri de gitgide daha fazla adeta yekpare bir küresel egemen sınıf kulübünün üyeleri haline gelmektedirler. Kısacası işçi sınıfının yaşam koşulları ana hatlarıyla tüm dünyada birbirine benzerken, burjuvalarınki de birbirine benzemektedir.
İşçi sınıfının kibirli milliyetçi tutumların hiçbirisiyle ortak bir yanı olamaz. Devrimci işçi sınıfı doğası gereği enternasyonalist bir tutuma sahiptir ve kendisini tüm ülkelere yayılmış tek bir dünya işçi sınıfının parçası olarak görür. Enternasyonal marşının harikulâde sözleriyle, “Anamız amale sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim!”
link: Levent Toprak, İç Kapışmanın Yarattığı Tartışmalar ve Gerçekler, Ekim 2007, https://marksist.net/node/1657
Novamed Grevi Bir Yılı Aştı
Kapitalizmin Bataklığında Pakistan