Okulların açılmasıyla birlikte anayasa tartışmalarına bir de AKP’nin uyguladığı müfredat ve eğitim sistemi ile ilgili tartışmalar eklendi. Bu, işçi-emekçi kitleler açısından önemli bir tartışmadır, çünkü mevzu –tüm toz bulutunun altında– onların parasız eğitim hakkından geriye kalan kırıntıların da bir güzel temize havale edilmesidir. Ancak bunun kavranabilmesi için doğru temellerde ele alınması ve açıklanması önem taşıyor. Zira karşıt kamplardaki burjuva ideologları ve kalemşorlarının öne sürdüğü birbirinden asılsız, saçma ve yanlı tezler, fikirler, işçi ve emekçilerin bilinçlerini daha da bulandırmaktan öte bir işe yaramıyor.
AKP iktidarının son birkaç yılındaki her konuda olduğu gibi bu meselede de sorun AKP karşıtlığı ve taraftarlığı ekseninde ortaya konmuş durumda. Başını statükocuların çektiği seçkinler korosu, AKP’nin “ılımlı İslam” adı altında ülkeyi adım adım şeriat düzenine götürdüğü ve sonra da bölüp parçalayacağı yaygarasına şimdi de eğitim meselesini ekledi. Maalesef solun bir kısmı da bu koroya, “aydınlanmacı, milliyetçi ve devletçi” bir sesle katılmıştır ve AKP hükümetinin icraatlarını yüzeysel olarak eleştirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Liberal burjuva ideologları ise, bir taraftan gerilimi tırmandırmamak kaygısıyla AKP’yi hafif tertip ikaz ediyor, diğer taraftan da büyük sermayenin ihtiyaç duyduğu açılımları, arkasına büyük oy desteği almış AKP’den gayrı kimsenin hayata geçiremeyeceğini pekiyi bildiklerinden onun önünü açmaya çalışıyorlar.
Fakat bu iki kamptan hiçbiri işçi-emekçi kitlelerin özlemlerini ve çıkarlarını merkeze alan bir yaklaşıma sahip değildir. Bir kere seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, meselenin laiklik-şeriat ekseninde konulması, AKP’ye puan kazandırmaktan ve onun işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü kendilerini Kemalist, aydınlanmacı, laikçi, milliyetçi, devletçi olarak tanımlayan elitlerin seçim öncesindeki ham hayallerinin aksine, işçi ve emekçilerin, statükocuların kendinden menkul “cumhuriyet değerleri” söylemini paylaşmadıkları açıktır. Aksine, onlardan ve onların artık gına getirmiş olan “Kemalizm”lerinden kurtulmak istediklerini söylemek daha doğru olur. Ancak AKP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu dâhil olmak üzere, toplumun geniş çoğunluğunun şeriat esaslarına göre düzenlenmiş bir devletten ve eğitim sisteminden yana olduğu da asla söylenemez. Bu geniş çoğunluk, “üniversitelere türbanla girilmesi halinde arkasından şeriat gelir” türünden statükocu yaygaralara hiçbir şekilde itibar etmemektedir. Bu yaygaraların, statükocu bürokratik elitin ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla ve halkı yanına çekmek maksadıyla öne sürdüğü argümanlardan birisi olduğu artık çoğunluğun malûmudur. İşçi-emekçi aileler, dar kafalı Kemalistlerin ve onların peşine yedeklenmiş devlet solcularının aksine, laiklik-şeriat tartışmasından çok daha fazla, çocuklarının okul masraflarıyla ve gelecek kaygılarıyla ilgileniyorlar.
AKP’nin hâlihazırda uyguladığı ve yeni tasarılar yoluyla uygulamaya koyacağı eğitim sisteminin gerici, anti-laik ve eşitsiz olduğu açıktır. Ancak bu, AKP’nin “gizli ajandasının” veya “ılımlı İslam” anlayışının özel bir sonucu değil, bir yanıyla genelde kapitalist eğitim sisteminin diğer yanıyla Türkiye kapitalizminin özgünlüklerinin doğal sonucudur. Eğitim sistemi ne AKP’den önceki hükümetler döneminde ve ne de içi geçmiş Kemalistlerin o pek methettikleri –ve bu haliyle de İslamcıların asr-ı saadet dönemi kavramını çağrıştıran– “Kemalist devrimler” döneminde eşitlikçi, toplumcu, gerçek anlamda bilimsel, laik ve demokratik bir yapıya sahipti. İşin aslı kapitalist dünyanın hiçbir köşesinde ve döneminde, eğitim sistemi bu niteliklere bir bütün olarak sahip olmamıştır, olamaz da.
Bugün AKP’nin hayata geçirmeye uğraştığı neo-liberal eğitim politikaları, başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm kapitalist ülkelerde 80’li yıllardan beri gündemdedir. Eğitim sisteminde, sermayenin ve burjuva toplumun değişen ihtiyaçlarına göre bir yeniden yapılanma sürecini başlatan bu politikalar, neo-liberal ekonomi politikalarıyla sıkı bir bağlantı içindedirler ve onun doğal uzantısıdırlar. Bunlar, emperyalizmin küresel taşeronları olan UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu), Dünya Bankası ve IMF gibi örgütlerin öncülüğünde ve denetiminde şekillendirilmiş, önce bizzat emperyalist metropollerde uygulamaya konulmuş, sonra da dünyanın geri kalanına ihraç edilmeye ve dayatılmaya başlanmıştır.
Bu nedenle, eğitim sistemine yönelik eleştiriler, burjuva “aydınlanmacı” ve klasik milliyetçi-devletçi anlayışlara kaymadan, burjuva kampların tutumlarından bağımsız bir şekilde yapılmalıdır. Kapitalist eğitimin amacı ve hangi rejim ve biçim altında olursa olsun özü teşhir edilmeli ve esas olarak “parasız, eşit, bilimsel ve anadilde eğitim” savunulmalıdır. Bu haklar hiç kuşku yok ki ancak işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle kazanılabilir ve ilerletilebilir.
Kapitalist eğitim ve neo-liberal eğitim politikaları
Kapitalist eğitim sistemi, sermayenin ve burjuva toplumun ihtiyaçlarına göre tarih içerisinde çeşitli evrimler geçirmiş ve gelişerek değişmiştir. 19. yüzyıla kadar burjuvazinin birincil derdi kilisenin ve aristokrasinin gücünü kırmak ve parlamenter rejim aracılığıyla toplumda kendi siyasal hâkimiyetini kurmaktı. Burjuvazinin bu mücadelesinin temel bir ayağı ideolojik alandı. Çünkü eski düzenin temsilcilerine karşı mücadelede, yoksul halk kitlelerini, orta sınıfları ve aydınları yanına çekebilmek ve sonra da bu güçleri yeni toplum düzenini kurma yolunda seferber edebilmek, ideolojik alanda üstünlüğü ele geçirmeyi gerektiriyordu.
12. yüzyıldan itibaren kiliseden ayrışmaya başlayarak oluşturulan ve adına üniversite denilen eğitim birlikleri, ilerleyen süreçte burjuvazinin kilise ile mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. Burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesine ve üretici güçlerdeki gelişmelere paralel olarak da, bilim adamlarını, filozofları, edebiyatçıları, sanatçıları bağrında toplayarak bilimi, kültürü, sanatı, felsefeyi kelimenin tam anlamıyla burjuvazinin hizmetine sokmuştu. 1789 Devriminin ardından Fransa’da “cumhuriyet okulları”nı kuran Jules Ferry, “biz devlete, eğitimde oynayabileceği yegâne rolü veriyoruz: kendisinin korunması için önem taşıyan belirli bir devlet ahlakını ve belirli doktrinleri sürdürmek” diyerek, eğitimin temel işlevinin burjuvazinin ihtiyaç duyduğu siyasal ve ahlaki değerlere sahip bireyler yetiştirmek olduğunu ortaya koyuyordu.
İlk kez Fransız Devriminin ertesinde kurulmuş olan ve bugünkü ilköğretim okullarına denk düşen cumhuriyet okullarında yapılan “parasız ve yaygın eğitim”, ulusal birliğini sağlama yoluna girmiş tüm ülkelerde uygulanmaya başlandı. Amaç homojen bir vatandaşlık bilincini geliştirmek ve bu kanalla kapitalist ilişkilere uygun bireyler yetiştirmekti. Böylece işçiler ve emekçiler ile burjuvalar her türlü sınıfsal, dinsel ve etnik kimliklerinden soyutlanarak ulusal bir üst kimlikte “eşitlenmiş” oluyordu. Ulusal birliğin oluşma süreci, aynı zamanda eğitimde de bir birliğin yani tevhid-i tedrisatın sağlanması süreciydi. Eğitim merkezileştiriliyor ve bu temelde hazırlanan bir müfredata göre yapılması sağlanıyordu.
19. yüzyılla birlikte, ulusal eğitimin iyice kurumlaşmaya başlaması ve sanayi devrimleri sonrasında muazzam bir atılım yaşayan teknik gelişmelere paralel olarak, bilimsel teknik bilgiye ve bu bilgiye sahip vasıflı işgücüne duyulan ihtiyaç artmıştı. Ayrıca, kitlesel ve yaygın eğitimi olanaklı kılan nesnel gelişmeler de yaşanmıştı. Böylece eğitim kurumları, devletin üst kademelerine yüksek düzeyde memur yetiştirmek ve ideolojik işlevlerinin yanı sıra, sanayi için gerekli olan vasıflı işgücünü yetiştirme görevini de üstlenmeye başlamıştı. Burjuvazinin ve sermayenin gelişen ihtiyaçları, eğitimin en azından ilköğretim düzeyinde yaygınlaşmasını, kimi ülkelerde de parasız ve zorunlu hale getirilmesinin önünü açmıştı.
Kuşkusuz parasız ve zorunlu eğitimin yaygınlaşmasında sınıf mücadelesinin de ciddi bir payı vardı. İlk kez Paris Komününde işçi ve emekçi halk kitleleri, sadece ilköğretimi değil eğitimin tüm kademelerini parasız hale getirmiş, eğitim sistemini tam anlamıyla merkezileştirerek ve komünlerde örgütlenmiş halkın (öğretmenlerden, öğrenci velilerinden ve uzmanlardan oluşan komisyonlar eliyle) denetimine vererek, ona gerçek anlamda demokratik, bilimsel, laik ve pedagojik bir içerik kazandırmışlardı. Bu tarihten sonra parasız, eşit ve nitelikli eğitim hakkı, işçi-emekçi sınıfların temel ve vazgeçilmez taleplerinden birisi olacaktı. 1917 Ekim Devrimiyle kurulan işçi devleti ise, pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da muazzam yeniliklere sahne oldu. Devrimden sonra Lenin, Krupskaya ve Lunaçarski önderliğinde eğitim sistemi baştan aşağı yeniden kuruldu. Tüm Rusya’da politeknik eğitim okulları açılmaya başlandı. Eğitim herkes için vazgeçilmez ve temel bir hak olarak tanımlandı, parasız hale getirildi. İlköğretim zorunluydu ve belirli bir yaşa kadar çocukların çalıştırılmasına izin verilmiyordu. Lise ve üniversite düzeyinde eğitim görmek isteyen işçi ve emekçilere yardımcı olmak maksadıyla devlet, ya onlara öğrenimleri boyunca maaş vererek barınma dâhil tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ya da çalışan işçiler için akşam okulları açıyordu. Temel eğitimini alamamış işçiler içinse, onları yüksek öğretime hazırlayan “işçi fakülteleri” kurulmuştu. İşçiler ve emekçiler bu okullarda, bir yandan temel fen derslerini alıyor, bir yandan mesleki bir eğitim görüyor, diğer yandan da bedensel ve ruhsal gelişimleri için her türlü imkân önlerine sunularak ilgi alanlarının genişlemesi ve yeteneklerinin ortaya çıkması sağlanıyordu. Üstelik tüm bunlar, son derece kıt kaynaklara sahip bir işçi devletinin olanaklarıyla gerçekleştiriliyordu.
Sovyetler Birliği’nde halka sağlanan eğitim olanakları ve uygulanan eğitim yöntemleri, kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin yarattığı basıncın yükselen sınıf mücadelesiyle birleşmesi, hemen tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvaziyi, daha pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da işçi sınıfına tavizler vermeye zorlayacaktı. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra kapitalizmin içine girdiği uzun ekonomik genişleme dönemiyle birlikte, eğitim sistemi pek çok bakımdan bugünkü halini aldı ve 8-12 yıllık ilköğretim pek çok ülkede parasız ve zorunlu hale geldi. Yükseköğretim alanında da, devlet üniversiteleri ve teknik okullar vasıtasıyla, işçi-emekçi çocuklarına parasız eğitim fırsatı sağlanır olmuştu. Toplumun ortalama eğitim düzeyini ve işgücünün niteliğini yükselten bu gelişim, kuşkusuz sadece uluslararası düzeyde ulaşılan sınıfsal güç dengesi sonucunda gerçekleşmedi. 70’li yıllara kadar süren ekonomik genişleme dönemi, bir yandan burjuvaziye işçi sınıfına bazı tavizler vermek için gereken nesnel zemini sağlıyor, diğer yandan da giderek artan oranda ihtiyaç duyduğu vasıflı işgücünü karşılayabilmek için gereken reformları yapmasını zorunlu kılıyordu.
70’li yıllara gelindiğinde ise, kapitalizmin bu “altın çağı” çoktan sona ermiş, sermayenin iktisadi ve siyasi ihtiyaçları değişmeye başlamış, 80’li yıllarda ise bu çok daha kesin bir hal almıştı. Birincisi, en azından gelişkin kapitalist ülkelerde, toplumun genel eğitim düzeyi oldukça artmış ve “eğitim sorunu” aşılmıştı. Bunun anlamı, 20. yüzyılın başında yapılan hamlelerle ve ulusal eğitim anlayışıyla hedeflenen “eğitimin kitleselleşmesi” sürecinin tamamlanmış oluşuydu. Bu arada, ortalama vasfa sahip işgücünün yetişmesi için gereken toplumsal süre de oldukça azalmıştı. Sermayenin elinin altında, asgari düzeyde yetişmiş ve ortalama vasfa sahip işgücünden bol miktarda birikmişti. Teknolojik gelişmelerdeki sıçramalı ilerleme ve artan makineleşme ise, toplumdaki pek çok işin –ki bunlara geçmişin oldukça yüksek nitelik isteyen işleri de dâhildir– artık bu ortalama vasıf düzeyiyle yapılabilmesini olanaklı kılmıştı.<[*]
İkinci olarak ise, dünya kapitalizminin genel anlamda daha istikrarsız bir hal alması ve iktisadi krizlerin daha sık yaşanmaya başlaması, işgücünün, sürekli değişen ve yenilenen üretim süreçlerine hızlıca uyum sağlayabilecek biçimde yetiştirilmesine duyulan ihtiyacı körüklemişti. Sermaye, elinin altındaki işgücü ordusunu, istediği anda, istediği türde işe koşabilmeliydi. Bu da, temel eğitimin niteliğinin (bugüne uyarlarsak, bilgisayar ve internet kullanabilecek, teknolojik yeniliklere uyum sağlayabilecek şekilde) bir miktar arttırılarak işçi-emekçi gençlere, hızla değişen koşullarda kolayca uygulamaya koyabilecekleri zorunlu bilgilerin verilmesini yeterli kılıyordu. Genel anlamda “iş okulları” benzeri mesleki eğitime ağırlık verilmeli ve asgari vasfa sahip bir işçinin yalnızca sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde kendini geliştirmesini sağlayacak bir sistem kurulmalıydı. Bu sistemde işçi gençlerin çoğunluğu için yüksek öğretim bir gereklilik oluşturmuyordu. Onun yerine kendilerini çoğunlukla kendi imkânlarıyla geliştirmelerini sağlayacak esnek öğretim modellerine geçilmeliydi. Çeşitli meslek kursları, işyerlerinde verilen kısa süreli mesleki eğitimler vb. bu modelin bir parçası olacaktı. Buna da “yaşam boyu öğrenme” adı verilecekti!
Üçüncü faktör ise, neo-liberal ekonomi politikaları çerçevesinde öngörülen ve devletin eğitim, sağlık ve ulaşım gibi kamu hizmetlerine ayırdığı bütçenin kısılmasını ve hatta devletin artık bu alanlardan elini çekmesini sağlayacak dönüşümlerin devreye sokulmasıydı. Böylece işçi-emekçi halktan alınan vergiler ona parasız eğitim ve sağlık hizmetleri olarak dönmek yerine, sermayenin ihtiyaç duyduğu başka alanlara akıtılacak, işçi sınıfının mücadele yoluyla elde ettiği bu haklar ise gasp edilerek paralı hale getirilecekti. Bu dönüşüm özelleştirmeler yoluyla sağlandı ve ABD gibi ülkelerde başından beri varolan ve “market model” diye adlandırılan eğitim sistemi hızla dünya sathında yaygınlaşmaya başladı. Dünyanın her yerinde özel okulların sayısı artmaya başladı ve herkesin, “toplumsal kaderine ve finansal kapasitesine uygun” eğitim almasını sağlayacak rekabetçi bir eğitim sistemi yaratıldı.
Bu neo-liberal eğitim politikalarının en bariz sonucu, eğitim sistemindeki eşitsizliğin derinleştirilmesi, işçi sınıfına mensup çocuklara yükseköğretim yolunun kapanarak onların temel ve mesleki eğitimle yetinir hale gelmelerinin sağlanması oldu. Kuşkusuz, kapitalist eğitimin eşitsiz niteliği neo-liberal politikalarla ortaya çıkmış değildir. Ancak 90’lı yıllardan sonra bu neo-liberal politikaların kapitalist eğitime içkin olan bu özellikleri iyice derinleştirip pekiştirdiği kesindir.
Kapitalist eğitim eşitsiz ve gericidir
İşte AKP hükümetinin adım adım uygulamaya koyduğu neo-liberal eğitim politikalarının özü budur. Bu politikalar, 90’lı yıllardan sonra tüm dünyaya ihraç edilmeye ve dayatılmaya başlandı. Türkiye’de yaşananlar da bu sürecin bir parçasıdır ve AKP’nin bu sürecin en iyi uygulayıcısı olduğu açıktır. Eğitim sektörünün dünya genelinde 2 trilyon dolarlık bir pasta oluşturduğu ve bunun yaklaşık 25 milyar dolarlık bir diliminin de Türkiye’de olduğu düşünülürse, uluslararası ve “milli” sermayenin “eğitim reformunu” gerçekleştirmekte neden bu kadar hevesli olduğu rahatlıkla anlaşılabilir.
Bu politikaların dünya çapında taşeronluğunu üstlenmiş olan UNESCO’nun düzenlediği Dünya Eğitim Forumunda, eğitimin piyasalaştırılmasına gerekçe olarak, eğitime ayrılan sınırlı kaynakların özel teşebbüs altında daha adilane dağıtılacağı ve verimli şekilde kullanılacağı söylenmiştir. Kaynakların adil dağıtımından kasıt, eğitime ayrılan bütçeden daha fazla payın özel sektöre yönlendirilmesidir. Verimli kullanımdan kasıt ise, yükseköğretimin tamamen paralı hale getirilmesi ve emekçi kitlelerin çocukları için yalnızca temel ve mesleki eğitime ağırlık verilmesidir. Bunlara, eğitime ayrılan bütçe payının kısılarak, öğrencilerden alınan payın arttırılması gibi eşitsizliği körükleyen önerileri de eklemek gerek.
Hâlbuki kapitalist ülkelerin hemen hepsinde, eğitime ayrılan bütçe zaten son derece düşük seviyededir. Eğitim bütçesinin GSMH içindeki payı 2007 yılı itibariyle Türkiye’de %3, ABD’de %4,8, İngiltere’de %4,5, Almanya’da %4,1, Hindistan’da %4,1’dir. Türkiye için bu oranın parasal karşılığı 7 milyar YTL’dir. Oysa aileler eğitime devletin ayırdığından çok daha fazlasını, yaklaşık 17,2 milyar harcamaktadırlar. İşin gülünç tarafı, devletin ayırdığı 7 milyarın da yarısına yakınını, vergi adı altında zaten işçi-emekçi aileler vermiştir. Bu durumda, eğitime yapılan toplam harcamaların yaklaşık %65’i zaten aileler tarafından karşılanmaktadır. Bu gerçekliğe rağmen neo-liberal burjuva politikacıların, eğitim harcamalarının devletin sırtında bir yük olduğunu söylemeleri tam bir ikiyüzlülüktür.
Ulusal eğitimin finansmanı bu şekilde işçi-emekçiler tarafından sağlandığı halde, eğitim hakkından en yoksun durumda olanlar da yine onlardır. Bugün bir çocuğun yıllık eğitim masrafı ortalama 2 bin YTL civarındadır. Asgari ücretle geçinen bir ailenin bu masrafın altından kalkması ise neredeyse imkânsızdır. Kaldı ki, bu ortalama rakam eğitim seviyesi yükseldikçe artmaktadır. Örneğin ortaöğretim seviyesindeki bir çocuk için yıllık ortalama 2460 YTL’dir ve yükseköğretime geçildiğinde 5000 YTL’ye kadar çıkmaktadır. Üniversite öğrencilerinin %41’inin yüksek gelir düzeyindeki ailelerin çocukları oluşu ve işçi-emekçi çocuklarının oranının %20’yi geçmemesi de bu tabloyu tamamlar niteliktedir. Üstelik tüm bu soyguna rağmen okulların %49’u aşırı kalabalık, %65’i yeterli ders araç-gereci bulamıyor, %70’inin atölye-laboratuar eksiği bulunuyor ve %72’si gerekli hijyen şartlarından yoksundur. Eğitimin devlet tarafından sözde parasız sağlandığı Türkiye’de, her 4 okuldan 3’ü ödenek sıkıntısı içindedir ve bu okullar dönem başlarında öğrenci ailelerinden haraç kesmektedirler. Buradan çıkan en yalın sonuç, neo-liberal politikaların çoktan beridir hayata geçmiş olduğu ve işçi-emekçi çocuklarının yükseköğretimden ve kaliteli eğitimden zaten yoksun olduklarıdır.
Fakat eğitim sistemindeki eşitsizlikler ve çarpıklıklar bunlarla da sınırlı değildir. 15-19 yaş arası gençlerin %56,5’i ve 20-24 yaş arası gençlerin %87’si eğitime devam edemiyor. Bunların büyük bir kısmıysa aynı zamanda işsizlik gerçeğiyle yüz yüze kalıyor. Okumayan gençler arasında, 15-19 yaş grubu için işsizlik oranı %35,3 ve 20-24 yaş grubu için %42,8’dir. Okumayı başarıp ÖSS kapısına kadar gelenler ise aynı kaderle daha geç yüzleşiyorlar, o kadar. Sınava giren 2 milyona yakın gencin büyük çoğunluğu üniversiteye girme şansını elde edemezken, üniversiteyi bitirenlerin bile yüzde 35’i iş bulamamaktadır. Bu yüzden de üniversite öğrencilerinin dörtte üçüne yakını geleceklerinden umutsuz durumda ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyor.
İşçi-emekçi sınıflardan gençler, ailelerinin içinde debelendiği yoksulluk ve sefaletten nasiplerini alarak, bakımsız ve kalabalık sınıflarda, yeterli eğitim araç-gereçlerine ve öğretmene sahip olamadan, çeteleşmenin, okul ve aile içi şiddetin, yozlaşmanın, uyuşturucu batağının ve daha nice tehlikelerin içinde okumaya çalışıyorlar. Çoğu iyi bir eğitim alma olanağından yoksun bir halde işsizler kervanına katılıyor ve az bir kısmı da “sınıf atlama hayali”yle kafası bulanmış olarak önce bir üniversiteye girmek için, ardından da hayallerinin birer kâbusa dönüşmesinin hemen arifesinde, iyi bir iş bulabilmek için debeleniyor. Ve maalesef bugün pek azı, 12 Eylül faşizminin yarattığı depolitizasyonun ve alıklaştırma operasyonunun etkilerini kırabiliyor.
Sistemi oluşturan çarkların dişlileri arasında ezilmekten başka bir şey yapamayan ve her gün yeni saldırılarla karşı karşıya kalan eğitim emekçilerinin durumu da bu tabloyu bütünlemektedir. Büyük bir çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşamakta ve en temel sendikal haklardan bile (toplu sözleşme ve grev hakkı) yoksun durumdalar. Ortalama bir öğretmen maaşı ile 4 kişilik bir ailenin giderlerinin yarısından azı ancak karşılanabiliyor. Eğitim emekçilerinin %30’u açlık, %60’ı da yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İşsiz öğretmen sayısı her geçen gün artmaktadır. Öğretmen yetiştiren okullardan mezun olanların %80’i işsiz kalmaktadır. Tüm bunların yanı sıra, AKP hükümeti, eğitim emekçilerinin haklarına saldırı anlamına gelen norm kadro, sözleşmeli-geçici öğretmenlik, öğretmenlerin derecelendirilmesi gibi uygulamaları birer birer hayata geçirmektedir. Bu yolla eğitim emekçileri arasındaki ücret eşitsizliği artmakta, iş güvenceleri ellerinden alınmakta, çalışma süreleri uzamakta, kuralsızlaştırılmakta ve daha pek çok özlük haklarından yoksun kılınmaktadırlar.
Özel sektörde ve dershanelerde çalışanların durumu ise daha kötüdür. Özel okul ve dershanecilik sektörü hızla büyümesine ve 5 milyar dolarlık bir hacme ulaşmış olmasına rağmen, özellikle dershane öğretmenleri son derece ağır koşullarda çalıştırılıyorlar. Yeni mezun olanlarsa haftada 6 gün, günde 10 saat çalışıp ayda sadece 500-600 YTL ücret alabiliyorlar. İş sözleşmeleri her yıl yenilendiğinden iş güvenceleri yok. 10 ay çalışıp 12 ay geçinmek zorundalar. Üstelik günde 10 saatlik çalışmanın üzerine bir de etüt adı altında ücretsiz fazla mesai yaparak, çoğu zaman bir günlük hafta tatillerini bile kullanmadan, haftada 70 saati bulan sürelerde çalışıyorlar.
AKP hükümeti ise özel okul ve dershane patronlarına kıyak çekmekle, tatlı kârların kokusunu alan ve eğitim sektörüne dalmaya hazırlanan büyük sermayenin yolunu düzlemekle meşgul. Hükümetin eğitim politikasını, Fethullahçı Zaman gazetesinden bir köşe yazarı pek güzel özetlemektedir: “Herkes okumak zorunda değildir sözü, her siyasinin ve herkesin kafasına iyice yerleştirilmelidir… MEB eğitim veren kurum olmaktan çıkartılarak, proje üreten, yön veren, denetleyen kurum yapısına kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda okullar hiç zaman kaybedilmeden merkezlerden başlanarak özelleştirilmelidir.” İktidara geldiğinde hükümetin hedefi, %2 düzeyinde olan özel okul oranını, AB seviyesine, yani %10’a çıkarmaktı. Bugün bu oran %13’ü bulmuştur. Bu amaca uygun olarak Milli Eğitim Bakanlığının bütçesinde yatırımların payı %17,8’den (2002), %7’ye düşürülmüştür. Yani ne doğru dürüst yeni okul yapılmakta, ne mevcut okullara yeterli ödenek ayrılmakta ve ne de artan ihtiyacı karşılayacak bir öğretmen alımı yapılmaktadır.
Eğitim müfredatının ve sisteminin gerici niteliği ise herkesin malumudur. AKP döneminde, eğitim sisteminin anti-bilimsel, düşünmeyi ve sorgulamayı engelleyen niteliği özde devam etmiş, eğitimde dinsel motiflerin kullanımının ve din propagandasının dozu artmıştır. AKP’nin örnek aldığı ve ABD’de uygulanan “yapılandırmacı eğitim” modeli, öğrencileri bireyciliğe, çıkarcılığa ve rekabetçiliğe iten bir yaklaşıma sahiptir.
Ancak yine de eğitim sisteminin bu eşitsiz ve gerici niteliğini salt AKP’ye maletmek haksızlık olur. Aydınlanmacılığıyla ve devrimleriyle övünen Kemalizmin, gericilikte ve milliyetçi-şoven eğitim anlayışını hayata geçirmekte hiç de AKP’den aşağı kalır yanı yoktur. İlk İmam Hatip Liseleri 1924 yılında (29 adet) açılmıştır. Sol hareketin ve toplumsal muhalefetin yükseldiği 70’li yıllarda ise, burjuva hükümetlerin izlediği planlı bir siyasetle pıtrak gibi çoğalmışlar ve en büyük lütfu da Kemalistliğiyle övünen 12 Eylül faşizminden görmüşlerdir. Zira en çok İHL açılan dönemlerden birisi de bu dönemdir. Üniversitelerden atılan pek çok ilerici-demokrat bilim adamının yerine İslamcı-faşist kadrolar, bizzat faşist cunta eliyle üniversitelere yerleştirilmiştir.
Irkçı bir milliyetçilik anlayışı, daha cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren müfredata yerleştirilmiş, uydurma tarih tezleriyle bilim katledilmiştir. Müfredat ve eğitim anlayışı, başlangıçtan itibaren ülke içindeki diğer halkları, etnik grupları, muhalif düşünceleri yok sayan bağnaz bir yapıdaydı. Okullarda tek tip üniforma giyilmesini ve kışla disiplinini öngören militarist eğitim anlayışı da Kemalizmin mirasıdır. Bu beyin yıkama metotları sayesinde yaratıcı düşünce engellenmiş, insanların “devlet, Atatürk, Kemalizm” gibi tabulaştırılmış kavramlara tapınması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu tabularla ve dogmalarla yetişen Kemalistlerin, bugün ülkenin en tutucu, statükocu grubu haline gelmesine bu açıdan şaşırmamak gerekir.
Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim!
Bu açılardan bakıldığında, sorun özel olarak AKP’nin izlediği eğitim politikasına karşı çıkış temelinde değil, bizzat kapitalist eğitim sisteminin sorgulanması ve eleştirilmesi temelinde ortaya konmalıdır. Dolayısıyla işçi sınıfının uğruna mücadele edeceği talepleri doğru koymak gerekir. Eleştiriler AKP karşıtlığıyla sınırlandırıldığı ölçüde, genellikle Kemalist-militarist devletçi ideolojiye teslim olunmakta ya da en iyi ihtimalde dar bir reformizme saplanılmaktadır.
Acil somut taleplerimizin odak noktasını her kademede parasız eğitimin sağlanması oluşturmalıdır. İşçi çocuklarının yükseköğrenim görme hakkı ancak bu şekilde korunabilir. Üniversitelere giriş sınavlarının ve diğer ara sınavların kaldırılması talebi de buna eklenmelidir. Eğitim sisteminin tüm kademelerinde, bireylerin kültürel ve ulusal kimlikleri, dilleri ve dinleri birer baskı sebebi olmaktan çıkarılmalı, milliyetçi ve şoven eğitim anlayışına karşı mücadele edilmelidir. Eğitim kurumlarının baskı ve asimilasyon aracı olarak kullanılmasına karşı çıkılmalı, herkese anadilinde eğitim hakkının tanınması savunulmalıdır. Ayrıca, bu talepler doğrultusunda öğrencilerin ve eğitim emekçilerinin ortak örgütlenmesi savunulmalı ve örgütlenmenin önündeki her türlü yasak ve engellemelere karşı mücadele yürütülmelidir. Ancak en önemli nokta, taleplerimizi elde etmek için vereceğimiz mücadelenin, asla kapitalist sistemi yıkma mücadelesinden ayrı düşünülmemesidir. Bu sadece öğrencilerin veya öğretmenlerin değil, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü geniş kapsamlı bir mücadeledir.
[*] 80’li yılların sonunda ABD’de yapılan bir araştırma, mevcut mesleklerin %56’sının (tezgâhtarlık, pazarlamacılık, kasiyerlik, şoförlük, büro işleri, garsonluk ve hizmet sektörünün bilimum branşları), 6 ay ilâ 1 yıl süren çok kısa bir mesleki eğitimle icra edilebilir hale geldiğini ortaya koyuyordu.
link: Kerem Dağlı, Kapitalist Eğitimin Eşitsiz ve Gerici Doğası, Ekim 2007, https://marksist.net/node/1642
Venezuela İşçi Hareketinin Sorunları Üzerine
Anarşizm Üzerine /II