Dünya işçi sınıfı, burjuvazinin 80’lerle başlayan ve 90’lı yıllardan itibaren ivme kazanan saldırılarıyla yüz yüze bulunuyor. Ekim Devrimini takip eden dalganın dünya kapitalist sisteminde yarattığı kırılmanın “onarılması”, ücretli kölelik sisteminin küresel ölçekte yayılmasının ve egemenliğini derinleştirmesinin önündeki tüm engellerin yıkılmasını da beraberinde getirdi. Sermaye kendisini dizginleyecek örgütlü bir gücün bulunmamasının verdiği rahatlıkla, alabildiğine pervasızlaştı ve saldırganlaştı. Krizin ve düşen kâr oranlarını yükseltme güdüsünün doğal bir sonucu da, sermaye yatırımlarının giderek artan bir hızda emeğin örgütsüz ve çok daha ucuz olduğu ülkelere kaydırılması oldu. Bu durum İkinci Dünya Savaşından sonra işçi sınıfının yaşam standartlarında belirgin bir iyileşmenin görüldüğü ve işsizliğin oldukça düşük düzeylerde seyrettiği Avrupa’da, savaş sonrası işçi kuşaklarının o zamana dek görmedikleri bir işsizlik tablosuyla karşı karşıya kalmalarına yol açtı. Bunlara paralel bir diğer olgu ise, geleneksel olarak daha güçlü olduğu bu kıtada bile, işçi sınıfının sendikal mevzilerinin hızla gerilemekte oluşudur.
Tüm dünyada, çalıştıkları fabrikaların kapanmasıyla tehdit edilen işçiler, “işsiz kalmak ya da burjuvazi tarafından dayatılan her türlü kötü koşula razı olmak” ikilemiyle yüz yüze bırakılmaktadır. Uzayan iş saatleri, gerileyen ücretler, kırpılarak yok olma noktasına geriletilen sosyal haklar, geçici ya da kısa süreli işçilik gibi güvencesiz çalıştırma modellerine eşlik eden sendikasızlaştırma yöntemlerinin alabildiğine yayılması, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu kara tablonun en göze çarpan unsurlarıdır.
Kuşkusuz burjuvazinin bu saldırıları derinleştirmesini kolaylaştıran etmenlerin başında, düzene tümüyle entegre olan sendika bürokrasisinin teslimiyetçi ve işbirlikçi tutumları geliyor. İşçi sınıfının devrimci politik örgütlülüğünün tüm dünyada zayıflaması, burjuvazinin sınıf içindeki kolu durumundaki sendika bürokrasisinin dizginsiz ihanetini hayata geçirmesini kolaylaştırıyor. Troçki, ölümünden hemen önce kaleme aldığı Emperyalist Çürüme Çağında Sendikalar adlı makalesinde şöyle diyordu: “Zamanımızın sendikaları ya işçilere boyun eğdirilmesi, onların disiplin altına alınması ve devrimin önünün kesilmesi için emperyalist kapitalizmin ikincil aygıtları olarak iş görecekler, ya da tam tersine, proletaryanın devrimci hareketinin araçları haline geleceklerdir.”
Bu tespitin doğruluğu, Ekim Devriminden günümüze kadar geçen doksan yıl boyunca dünya ölçeğinde defalarca kanıtlandı. İşçi sınıfının devrimci hareketinin yükselişe geçtiği dönemlerde, sendikal harekette kaçınılmaz bir ayrışma yaşanmış ve sendikaların önemli bir kısmı tabandan gelen basınçla kendilerini militan mücadele saflarında konumlandırmışlardı. Oysa bugün, sınıf hareketindeki gerilemenin ve işçi sınıfının devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun oluşunun bir sonucu olarak militan bir sınıfsal duruşun basıncından azade olan sendika bürokrasisi, sendikaları “emperyalist kapitalizmin ikincil aygıtları” ve proletaryayı burjuvazinin tehditlerine boyun eğmeye ikna etme araçları haline getirmiş durumdadır. Bürokrasinin gözünde sendikalı işçiler, işine geldiğinde sokağa dökecek, işine geldiğinde ise her türlü saldırıya sessiz sedasız boyun eğecek bir sürüden ibarettir ve onun çıkarı onları bu pozisyonda tutmaktan geçmektedir.
Geldiğimiz aşamada, sermayenin küresel saldırlarına küresel ölçekte karşı koyabilmek için, ekonomik mücadele alanında işçi sınıfının birleşik ve militan bir sendikal örgütlülüğe duyduğu ihtiyacın her zamankinden çok daha fazla olduğu açıktır. Oysa sendikalar tüm dünyada hızla kan kaybetmektedirler. Bugün en büyük dört AB ülkesinde sendikalılık oranları İtalya’da yüzde 30’a, İngiltere’de yüzde 29’a, Almanya’da yüzde 27’ye, Fransa’da ise yüzde 9’a gerilemiştir. Bu gerileme eğilimi devam ettiği takdirde, şu anda yüzde 26 olan AB ortalamasının 2010 yılında yüzde 20’nin altına ineceği öngörülmektedir. Devasa bir işçi nüfusuna sahip olan ABD de, sendikalaşma oranı yüzde 12’ye gerilemiştir (bunun büyük bir bölümünü kamu işçileri oluşturmaktadır).
Türkiye’deki durum daha da vahimdir. 1980’de 2,5 milyona ulaşan aktif sendikalı işçi sayısı bugün 800 binlere inmiştir ve kan kaybı devam etmektedir. Sayıları 2 milyonu aşan kamu emekçileri, grevli-toplusözleşmeli gerçek bir sendika hakkından halen yoksunken, esasen üç işçi konfederasyonunda temsil edilen sendikalı işçilerin oranı %8’in altına inmiş durumdadır.
Türk-İş’in kamudaki üye sayısı 1985’te 1,5 milyon iken, özelleştirmelerin de etkisiyle bugün bu sayı 370 bine düşmüştür. Geldiğimiz noktada toplam üye sayısı gerçekte 600 bini geçmeyen Türk-İş, kuşkusuz, hiçbir ciddi örgütlenme çalışmasına gerek duymaksızın sırtını devlete dayayarak üye kazanmanın verdiği rehavetin bedelini ödemektedir. Benzer bir durum, genelde özel sektörde örgütlü olan ve aktif üye sayısı 30 binlere kadar düşen DİSK için de geçerlidir.* Bu konfederasyon da, izlediği uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgi nedeniyle sürekli üye kaybetmekte ve yeni üye kazanamamaktadır. Keza Hak-İş de, AKP hükümeti ve AKP’li belediyeler sayesinde, Türk-İş ve DİSK’ten çaldığı örgütlü işçilerle üye sayısını arttırmak dışında, örgütsüz işçiler arasında ciddi bir örgütlenme faaliyetinden yoksundur.
Son 25 yılda işçi sınıfı nicel olarak kat kat büyürken sendikalı işçi sayısının bu kadar gerilemesinin en büyük suçlusu, çok açıktır ki, bu alanda devlet güdümlü, işbirlikçi, teslimiyetçi bir sendikal anlayışı egemen kılan sendika bürokrasisidir.
2006 Ağustosunda bir gazeteye verdiği demeçte, DİSK başkanı Süleyman Çelebi, bazı sendika başkanlarının, işçileri “sendikalı olup daha iyi ücret almak ya da sendikalı olduğu için işsiz kalmak” ikileminden kurtarmak için işyerlerinde örgütlenmekten vazgeçme noktasına geldiklerini söylüyordu. Bu “bazı” sendika başkanlarının sayısının “bazı”dan çok daha fazla olduğunu ve bir zamanların “devrimci” DİSK’inin bile bugün bunların hakimiyeti altında bulunduğunu biliyoruz. Elbette onların bunu “işçileri ikilemden kurtarmak” gibi dostane ve safiyane niyetlerle yapmadıklarını da!
Şurası çok açık ki, sendikalı olsalar da olmasalar da işsizlik kırbacı işçilerin sırtında şaklamaya devam ediyor ve bunu herkesten daha çok sendika bürokratları biliyor. Örneğin 2003-2005 yılları arasında DİSK ve Türk-İş bünyesinde sendikal faaliyet nedeniyle işten atılan işçilerin sayısı 22 bin civarındadır. Oysa aynı dönemde sendikal faaliyet dışı nedenlerle yüz binlerce işçi işinden olmuştur. Bu gerçeğin gayet iyi farkında olan işbirlikçi sendika bürokratları, “işçi sınıfını ikilemden kurtarmak” gibi bayağı bahanelerin ardına saklanmak yerine, militan bir sendikal anlayışı benimsemiş sendikalarda örgütlü olmaları durumunda bu kadar çok işçinin öyle kolaylıkla işinden edilip edilemeyeceği ve sendikalaşma oranlarının böylesine dibe vurup vuramayacağı sorusuna yanıt vermelidirler.
Maddi desteğin yanı sıra sıkı bir eğitim çalışmasıyla işçilerin kararlı ve sağlam durmalarını, birliğin getirdiği gücün farkına varmalarını sağlayan, aynı sektörden ve diğer sektörlerden işçilerin örgütlenme faaliyeti yürüten ya da greve giden işçileri desteklemeleri için elinden geleni yapan bir sendika, çok açık ki burjuvazi karşısındaki kararlı duruşuyla, sendikal faaliyet nedeniyle işten atılmaların bu boyutlara ulaşmasının önüne geçerdi. O takdirde, yaşanan işten atılmalara rağmen, böyle bir sendika işçilerin gözünde saygın ve güvenilir bir yere sahip olurdu. İşçiye, kazanmanın yolunun teslim olmaktan değil inadına savaşmaktan ve kararlı durmaktan geçtiğini gösteren mücadeleci sendikaların, kısa sürede üye sayılarını birkaç kata çıkaracaklarından kimsenin şüphesi olmamalıdır. Fakat kuşkusuz işçi sınıfı hareketi açısından hayati önem taşıyan bu sağlam duruş ancak sendikaların devlet güdümlü, işbirlikçi ya da reformist anlayışların sultasından kurtarılmaları sayesinde hayata geçirilebilir.
Tarih bize gösteriyor ki, ekonomik mücadele, ancak proletaryanın politik mücadelesiyle doğru bir tarzda kaynaşırsa, işçi sınıfı örgütlerinin güçlenmesine ve işçilerin durumunda anlamlı bir iyileşmeye yol açabilir. Ne var ki bunun için sendikalarda devrimci bir çalışma yürütülmesi gerekmektedir. Bugün eksik olansa budur. Sendikalarda militan bir sınıf sendikacılığı anlayışı hâkim kılınmadığı müddetçe, bu alanda var olan gerilemenin ve çürümenin devam etmesi ve ekonomik “mücadele”nin bürokrasinin burjuvaziyle yaptığı satış sözleşmelerine indirgenmesi kaçınılmazdır.
Bürokrasinin güdümünde sendikal birleşmeler
Sendikalaşma oranlarındaki çarpıcı düşüş, sadece işçi sınıfının atomizasyonuna ve sermaye karşısında tümüyle savunmasız kalmasına yol açmıyor, aynı zamanda sendikaların, dolayısıyla da sendika bürokrasisinin altını oyuyor. Bu yüzden, son dönemlerde, sendikal bürokrasinin “çokuluslu şirketlerin gücüne meydan okuyabilecek tek bir küresel sendika hareketi” yaratılması gereğinden dem vurarak başlattığı geniş çaplı birleşme hareketlerine tanık olmaya başladık.
Geçtiğimiz Kasım ayında, dünyanın en büyük sendika konfederasyonlarından ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ile WCL’nin (Dünya Emek Konfederasyonu) kendilerini fesh ederek birleşmeleriyle kurulan ITUC (Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu) bunun en yakın örneklerinden biridir. 153 ülkeden 304 federasyonun üye olduğu ITUC, dünyanın en büyük sendika konfederasyonu haline gelmiş bulunuyor. Türkiye’den Türk-İş, Hak-İş, KESK ve DİSK’in de üyesi olduğu bu konfederasyon, dünya ölçeğinde yaklaşık 168 milyon üyeye sahip.
Birleşmeler sadece uluslararası ölçekle sınırlı değil. Tek tek sendikalar ya da bir ülkede örgütlü federatif yapılar arasında da birleşme eğilimlerinin birkaç yıldır arttığını görüyoruz. Örneğin İngiltere’nin özel sektörde örgütlü en büyük sendikası Amicus ile TGWU (Ulaşım ve Genel İşçi Sendikası) geçtiğimiz günlerde yapılan delege oylamasıyla, birleşme kararlarında son adımı attılar. Birleşme işleminin tamamlanmasıyla ortaya çıkacak 2 milyon üyeli yeni sendika İngiltere’nin en büyük sendikası olacak ve otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok işkolunun en büyük sendikası haline gelecek. Bunun yanı sıra, Amicus Nisan ayından bu yana, Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da örgütlü Birleşik Çelik İşçileri Sendikası ile de birleşme görüşmeleri yürütüyor. Eğer söz konusu görüşmeler olumlu sonuçlanırsa, iki farklı ülkenin sendikaları arasında ilk kez böylesine büyük bir birleşme gerçekleşmiş olacak. Böylece ortaya çıkan yeni sendika 4 milyona yakın üyesiyle hem Kuzey Amerika’da hem de İngiltere’de büyük bir güce sahip olacak.
Son dönemlerde Türkiye’de de, sendika bürokrasisinin konfederasyonların birleşmesinin zorunluluğu yönündeki söylemlerini arttırdığını görüyoruz. Yapılan beyanlardan böyle bir birleşmeye Hak-İş’in soğuk, Türk-İş, DİSK ve KESK’in ise sıcak baktığı anlaşılıyor. Üç işçi konfederasyonu arasında sendikal anlayış konusunda ayrım noktalarının neredeyse silindiği, işçi sınıfının yüzde 90’ına yakınının örgütsüz olduğu, örgütlü olanlarınsa çeşitli vesilelerle bürokrasinin iç çekişmelerine kurban gittiği bir ortamdan geçiyoruz. Bunun yanı sıra, işçi-memur ayrımının devam etmesi, bir işkolunda aralarında hiçbir temel anlayış farkı bulunmayan çok sayıda sendikanın (hatta bunların bir kısmı aynı konfederasyonun bünyesinde örgütlüdür) örgütlü olması ve sendikalar arasındaki yetki kapışması çok açıktır ki sadece ve sadece burjuvaziye yaramaktadır. Ancak bürokrasinin birleşme kaygılarının ardında, sınıfın yüz yüze olduğu tehlike ve tehditlerden çok kendi varlık zeminini koruma isteği yatmaktadır. Gerek Türk-İş gerekse DİSK bürokrasisinin böyle bir birleşmeyi sınıfın çıkarlarını ön plana alarak gerçekleştirmek istemedikleri gün gibi açıktır. Gerçek bir üye sayımı yapılması halinde %10’luk ülke barajını aşabilecek sendikaların parmakla sayılacak kadar az olacağını bilen bürokratların asıl derdi, altları her geçen gün biraz daha oyulan koltuklarıdır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz uluslarası birleşmelerde de temel belirleyen, sendika bürokratlarının kendi çıkarlarını koruma kaygısıdır. Sendika bürokrasisinin inisiyatifiyle ve tabanı tümüyle devre dışı bırakarak gerçekleştirilen bu birleşmelerin, sınıfa yönelik küresel saldırının karşısına küresel bir güç birliğiyle çıkmak, proletaryanın birliğini ve bütünsel sınıfsal çıkarlarını savunmak arzusundan kaynaklanmadığı aşikârdır. Onlar için daha fazla üye, sınıfın sermaye karşısındaki örgütlülüğünün ve direniş gücünün artmasından ziyade, daha fazla aidat, dolayısıyla kendileri için daha fazla maddi ve manevi ayrıcalık demektir. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu zaten herhangi bir sendikal örgütlülükten yoksun olarak hayatını devam ettirmeye çalışıyor, ama bürokratlar sendikalar olmaksızın yaşamlarını sürdüremezler. Onlar sendikacılığa herhangi bir iş, bir gelir kapısı olarak bakıyorlar. Bu yüzden de sendikaların giderek erimeleri karşısında, fabrikası kriz nedeniyle kapanma tehlikesi yaşayan bir patronun duyduğu rahatsızlıktan ötesini duymuyorlar.
İşçi sınıfının çıkarlarını merkeze alan bir politik bakış açısından tümüyle uzak olan sendika bürokratları, birleşmeleri her derde deva bir ilaç olarak gösteriyorlar ve büyük umutlar pompalıyorlar. Ancak sorun bu kadar basit değildir. Doğru bir mücadele anlayışı ekseninde gerçekleştirilmeyen birleşmelerin hiç de her derde deva olmadığının çarpıcı bir örneği, 2001 yılında Almanya’da hizmet sektöründeki beş ayrı sendikanın birleşmesiyle oluşturulan ver.di’dir. Birleşmenin ardından yaklaşık 3 milyon 250 bin üyeyle hizmet işkolunda dünyanın en büyük sendikası haline gelen ver.di de başlangıçta büyük umutlar yaratmıştı. Ne var ki ilerleyen yıllar, ver.di somutunda, birleşmenin her zaman güç demek olmadığını, her alanda olduğu gibi sendikal alanda da gücün doğru bir anlayış ve tarz temelinde gerçekleştirilen birliklerden doğacağını bir kez daha gösterdi. Bugün gelinen noktada ver.di’nin üye sayısı 2 milyon 400 bine düşmüş bulunuyor ve gerileme her yıl biraz daha hız kazanıyor.
Demek ki işçileri bir araya getirmek, onları birlikte tutmaya ve kendiliğinden niceliksel bir artışın sağlanmasına yetmiyor. Bugün hedef olarak saptanması gereken şey, proletaryanın sınıf mücadelesini ileriye sıçratacak nitelikli ve örgütlü bir gücün azami ölçüde sağlanması olmalıdır. Oysa sendika bürokratları, proletaryanın mevcut gücünün günden güne erimesine neden olan politikalarını değiştirmeyip, aynı politikaları daha geniş kitleler üzerinde tatbik etmeye girişiyorlar. Sonuç ortadadır; erimenin ve güç kaybının devam etmesi.
Komünistler, burjuvaziden ve kapitalist devletten bağımsız, sınıf eksenli bir mücadelenin güçlü bir şekilde yürütülmesi için, işçi sınıfının en geniş birliğinin sağlanmasından yanadırlar. Ne var ki birleşmeler her zaman büyümeyi getirmediği gibi, bölünmeler de her zaman küçülmeyi doğurmazlar. Bunun en bildik örneklerinden birisi, bu topraklarda tanığı olduğumuz DİSK’in doğuşudur aslında. DİSK, bundan 40 yıl önce, Türk-İş’in devlet güdümlü ve işbirlikçi sendikal anlayışına karşı çıkarak, onun karşısına mücadeleci bir sendikal anlayış perspektifiyle dikilen bir avuç sendikanın, yeni bir sendikal konfederasyon oluşturmalarıyla hayata gözlerini açtı. 1967’de mücadeleye adım attığında sadece 30 bin üyeye sahipti. Ama gerek sınıf mücadelesinin ivmelenmeye başladığı bir döneme denk düşmesi gerekse o zamana dek alışılagelen çizginin dışına çıkan bir mücadele anlayışını benimsemesi, onun 1980 yılına gelindiğinde 600 bin aktif üyeye sahip olmasını sağladı. O dönemde işçi sınıfının iş ve yaşam koşullarında sıçramalı bir iyileşmenin yaşanmasını sağlayan da DİSK’in söz konusu mücadeleciliğiydi. İşte bugün sendikal alandaki en temel eksiklerden biri budur.
Uuslararası alanda yaşanan son örneklerde görüldüğü gibi, milyonlarca sendika üyesinin, bıraktık programatik temeller ve mücadele anlayışı konusunda sürece müdahil olmalarını, konfederasyonlarının birleştiklerinden dahi bihaber olduğu bir ortamda, bu birleşmelerin sınıf hareketine herhangi bir yarar sağlamasını beklemek büyük bir yanılgı olacaktır. Unutulmamalı ki, tabanın aktif katılımının ve denetiminin sağlanamadığı, demokratik işleyişin tüm aygıtlarıyla oturtulamadığı bir işleyişin hâkim olması durumunda, konfederasyon düzeyindeki birleşmelerle oluşacak büyük sendikal aygıtlarda bürokratizmin derinleşmesine, tek sesliliğe, korporatizme müsait bir zeminin doğması da son derece kuvvetle muhtemel bir tehlikedir.
Bugün işçi sınıfının sendikal birliğinin sağlıklı temellerde gerçekleştirilebilmesi için, öncelikle, sendikaların tepesine çöreklenmiş ve alta kadar uzantıları bulunan sınıf işbirlikçi sendika bürokrasisine karşı örgütlü bir mücadelenin yürütülmesi gerekiyor. Komünistlerin ve öncü işçilerin acil görevlerinden biri de, tabanda yürütülecek sabırlı bir çalışmayla tüm sendikalarda mücadeleci bir anlayışın egemen olmasını ve bu işçi örgütlerinin bürokrasinin sultasından kurtarılmalarını sağlamaktır. Mevcut ve muhtemel birleşmelerin gerçek amacına ulaşması, bu anlayışın yaygınlaşmasına ve tabanın tepe üzerinde sürekli denetiminin sağlanmasına bağlıdır.
* Türk-İş’e ve DİSK’e ilişkin olarak verdiğimiz üye sayıları bu konfederasyonların üyesi oldukları Uluslararası Sendikalar Konfederasyonunun (ITUC) Kasım 2006 verilerinden alınmıştır. Zira, konfederasyon başkanlarının bizzat itiraf ettikleri gibi, Türkiye’de Çalışma Bakanlığına sunulan ve bakanlığın buna binaen yayınladığı üye sayılarının gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur. Bakanlık verilerine göre bugün Türkiye’de 3 milyonu aşkın sendikalı işçi bulunmasına rağmen, bizzat konfederasyon başkanları bu sayının gerçekte 800 bini geçmediğini belirtiyorlar.
link: İlkay Meriç, Bürokrasinin Sultası ve Sendikal Birleşmeler, Haziran 2007, https://marksist.net/node/1526
Onların Kadınları, Bizim Kadınlarımız
Seçim ve Görevler