Egemenler kanlı hesapları için, bir demokrat Ermeni aydını olan Hrant Dink’i kahpece kurban ettiler. Onun yerde kanlar içinde yatan cansız bedeninde, 90 yıl önce bu topraklarda yaşanan o hayasız kırımdan uğursuz bir esintiyi görmemek mümkün değil. Bu bakımdan Dink’i katleden kurşunların, başka her şey bir yana, öncelikle bu topraklarda yaşayan kardeş Ermeni halkına sıkıldığını açıkça ortaya koymak gerekiyor. Cinayet sonrası yaşanan gelişmeler bunu tartışmasız biçimde doğrulamaktadır. İlk birkaç gün içinde beklenmedik biçimde patlayan anti-şovenist öfke karşısında gerileyen ve alttan almak zorunda kalan Türk gericiliği, cenazenin etkisi soğumaya başlar başlamaz salyalarını döke saça bir rövanş kampanyası başlatmıştır. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı tam da Büyük Türk şovenizminin bam teline bastığı için bu gerici hezeyana yol açmıştır.
Bu nedenle işçi sınıfı açısından Hrant Dink suikastının ardından öne çıkan bir görev, her renkten gericiliğin (şovenist-faşist-dinci) en habis dayanaklarından biri olan Ermeni düşmanlığına karşı mücadele ve kardeş Ermeni halkıyla dayanışmadır. Hrant Dink “bu topraklarda Ermeni olmak zor zanaat” demişti. Tarihte eşi az görülür cinsten bir zulme uğramış, yok olmanın eşiğine gelmiş ve bugün adeta varlıklarını gizleyerek yaşamak zorunda bırakılan Türkiye Ermenilerini şovenizmin azgın saldırılarından koruyabilecek olan yegâne güç işçi sınıfıdır. Dolayısıyla Ermeni olmayı zor zanaat olmaktan çıkarma görevi de en çok işçi sınıfına düşüyor. Bugün bazı liberallerin yaptığı gibi burjuvaziden milliyetçiliğin ve onun bir görünümü olan şovenizmin kökünü kazımasını beklemek hayalciliktir. Kapitalizm doğası gereği bu pisliği yeniden ve yeniden üretir.
Marksist Tutum sayfalarında hep dikkat çekildiği gibi dünya bir süredir emperyalistler arası bir yeniden paylaşım dönemine girmiştir. 11 Eylüller, Afganistan ve Irak savaşları ve sırada bekleyen diğerleri bu yeniden paylaşımın geldiği noktayı gösteriyor. Daha açık ifadeyle bu bir emperyalist savaş dönemidir ve tüm dünyanın bir yangın yerine dönme tehlikesini içinde barındırmaktadır. Hammadde, pazar ve yatırım alanları için başta büyükbaş emperyalistler olmak üzere irili ufaklı burjuva egemen güçler tarafından verilen nüfuz mücadelesi artan ölçüde şiddetli bir nitelik kazanmakta ve tüm ülkelerde siyasal iklim buna göre şekillenmektedir. Bölgesel ve yerel savaşlar, militarizm, her türden komplo ve provokasyon, siyasi suikastlar, demokratik hak ve özgürlüklerin artan ölçüde kısıtlanmasıyla belirginleşen otoriterleşme, yükselen milliyetçilik-ırkçılık-faşizm gibi olgu ve eğilimler bu dönemin karakteristik yönleridir.
“ABD’nin yayılmacı kurgularına bağlı olarak en son Genişletilmiş Ortadoğu Projesi adını alan emperyalist savaş planı gereğince, Ortadoğu’daki 22 ülkenin haritalarının değiştirileceği Condoleeza Rice tarafından dillendirilmiştir. Somut yaşamda ne olur, kimin gücü neye yeter tartışması bir yana, ABD’nin, İran, Suriye gibi ülkelere yönelik savaş tehditlerinin yoğunlaşarak sürmesi kesinlikle blöf değildir. Tarih, hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız örnekle doludur.
“Üstelik bu kez devreye, nükleer silahlar üzerinden yürütülen bir çekişme sokulmuş bulunuyor. Tehlike son derece ciddidir ve tehdit alanına giren tüm ülkelerdeki halkları doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye de bu alanın içindedir, ama bunun da ötesinde emperyalist hegemonya kapışmasının içeriği, aslında tüm dünyayı etkileyerek kızışacak bir nitelik taşıyor.” (Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, MT, no:15)
Gerçekten de bu olgu ve eğilimlerin dışında olmak şöyle dursun, Türkiye genişleyen ateş çemberinin merkezi bir bölgesinde bulunmaktadır ve iç siyasal gelişmeler bu genel eğilimlerle doğrudan ya da dolaylı biçimde bağlantılıdır. Hrant Dink suikastı da bu genel tablonun içine oturan önemli bir siyasal gelişme olduğu gibi, içine girilen bu dönemde siyasal çatışmaların şiddetli karakterine yeni bir örnek oluşturmaktadır. Bu nedenle bu suikasta ilişkin olarak yürüyen “içerden mi, dışardan mı” tartışması bir bakıma anlamsız bir tartışmadır. Belirli bir noktadan sonra bunun fazlaca bir önemi yoktur. İçine girdiğimiz dönemin niteliği bu türden önemli siyasal gelişmeleri “içerden” ya da “dışardan” diye su sızdırmaz bölmelerle ayırmayı imkânsız kılmaktadır. Doğan siyasal sonuçlar, faillerin dolaysız amaçları ne olursa olsun, olayları kendiliğinden hem “içerden” hem “dışardan” yapmaktadır. Her şey bağlamı içinde anlam kazanır ve Marksistler de siyasal tutumlarını tümüyle bu temelde geliştirirler.
O nedenle olayın polisiye yönleri ne olursa olsun, burada siyasal olarak Ermeni sorunu vardır, kontrgerilla vardır, ezen ulus milliyetçiliği ve faşizm vardır, Türkiye’de egemen sınıf içindeki kıran kırana kapışma vardır, hükümet-cumhurbaşkanlığı-seçimler sorunu vardır, 301. madde vardır, Ortadoğu’da kaynayan kazan ve Kürt sorunu vardır, Türkiye’nin emperyalist yeniden paylaşımın aktörü ve konusu olması olgusu vardır… Bu bakımdan “kim yaptı, neden yaptı” gibi sorular önemsiz olmamakla beraber, Marksistler analiz ve tutumlarında kendilerini bu soruların tutsağı yapmazlar. Esas sorular, “siyasal sonuçlar nedir, nasıl tavır alınmalı” sorularıdır ve bunların cevapları da yukarıda sıraladığımız hususların hepsini içermektedir.
Olayın doğrudan faillerinin siyasi kimlikleri nedeniyle bir nevi suçüstü yakalanmış olan her türden gericiler, suikastı olduğundan önemsiz göstermeye ve önceleri utangaç biçimde ama giderek pişkin bir arsızlıkla kendisini aklamaya, özellikle milliyetçiliği, faşizmi ve bunların ana üssü olan kontrgerillayı temize çıkarmaya çalışmaktadırlar. İşçi-emekçi kitlelere yüz yıldır Ermeni düşmanlığını pompalayanların hemen hepsi, oluşan beklenmedik tepkinin basıncıyla suçluluğun telâşı içinde buna çabalamaktadır. Basına servis edilen bilgilere katili yüceltici unsurlar katan polis ve jandarma başta olmak üzere bir dizi gerici güç, olayı üç-beş gencin işiymiş gibi göstererek geçiştirmeye çalışmaktadır. Boydan boya manşet atıp “Katil bir Ermeni”, ya da “Hepimiz Türk’üz” diyenler ya da “Türk’üm diyemeyen defolup gitsin” diye salya akıtanlar bu cenahın en azgın unsurlarını oluşturuyorlar. Suçüstü yakalanan milliyetçiliği temize çıkarmaya odaklananlar ise bir yandan suçlunun “milliyetçilik değil, milliyetçiliği kötü emellerine alet edenler” olduğunu söyleyip diğer yandan da “AB reformları” gibi basınçlarla “habire milletin damarına basılırsa bunların kaçınılmaz olacağını” vurgulayarak aba altından sopa göstermektedirler. Şovenizm karşıtı içeriği apaçık olan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı hızla yükseltilen gerici kampanyanın başını da bu cenah çekmektedir.
Bu cephedeki bir başka eğilim ise, meseleyi bulanıklaştıran “kurşunlar Türkiye’ye sıkılmıştır” teranesini okumaktadır. Bunların bir kesiminin kaygısı, devletin diplomatik alanda zor duruma düşmesidir. Diğer bir kesimi de meseleyi dünya ölçeğinde yürüyen emperyalist yeniden paylaşım kavgası ve Türkiye’nin konumu çerçevesine oturtarak ele alsa bile bunu genel olarak gerici bir perspektiften yapıyor. Türkiye’nin bölgede (adı böyle konsa da konmasa da) yeni-Osmanlıcı emperyal bir siyaset izlemesini savunan bu kesimler, meseleyi “Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenler” söylemi çerçevesinde açıklama çabasındalar. Bunlar böylece suçu tamamen dışlaştırıp içerideki gericiliğin rolünü tümüyle örtbas ediyorlar.
Oysa bu suikastın iç siyasal çatışmalarla bir ilintisi, hem de oldukça dolaysız bir ilintisi kesin biçimde vardır. Bir uçta statükocu olarak adlandırılan kesimlerin tepkileri diğer uçta TÜSİAD’ın açıklamaları bile bunu açıkça göstermektedir. Kaldı ki gerici medyanın tüm örtbas girişimlerine rağmen somut veriler bu işte BBP ile bağlantılı kontrgerilla unsurlarının yer aldığını gizlenemeyecek biçimde gösteriyor. Burada soru, bu işin bununla sınırlı olup olmadığıdır. Doğrusu işin tabiatı gereği, burada rol oynayan unsurları belirli bir halkaya kadar görmek mümkünse de bunun ötesini tam olarak bilmek pek mümkün değildir. Ancak bu BBP’li kontra unsurların aynı zamanda Çeçenistan’da ABD emperyalizmi tarafından desteklenip beslenen şeriatçı güçlerin saflarında yer aldıkları, bu çerçevede faaliyetlerde bulundukları da biliniyor. Zaten Türkiye’deki bütün faşist hareketin ve kontrgerilla örgütlenmelerinin 1950’lerden beri CIA ile göbek bağları bulunduğu bir sır değil. Ancak bu söylediklerimiz Dink suikastının yerli kontra şebekelerinin inisiyatifle gerçekleştirilemeyeceği ya da kesin olarak CIA tarafından gerçekleştirildiği anlamına gelmemektedir. Muhtemelen bunu devrim günlerine kadar bilemeyeceğiz. Bizim söylediğimiz bu ihtimalin peşinen kapı dışarı edilemeyeceğinden ibarettir.
Diğer tarafta türlü türlü liberaller de bir yandan konuyu sözde derinlemesine ele alma görüntüsü altında işi bir tür “sıradan faşizm” sosyolojisine dökmekte, diğer yandan da 301. maddeye odaklanmaktadır. “Sıradan faşizm” teorileri kâh genel olarak kâh Trabzon bağlamında revaçta. Bu çerçevede yapılan kimi tahlil ve tespitler toplumdaki eğilimleri ve nedenlerini anlamak bakımından kimi durumlarda yararlı olsalar da genel olarak olayın siyasal karakterinin ve bu çerçevede planlı bir provokasyon olduğu gerçeğinin gölgede kalmasına hizmet etmektedir. Bir yandan sorunun derinine inme kaygısı taşıyor görünen liberal kesimler, diğer yandan yüzeysel biçimde halim selim demokratikleşme programlarıyla, eğitim seferberlikleriyle vb. milliyetçilik belasının kökünün kazınabileceğini sanıyorlar. Bunlar, içinde bulunduğumuz dünyanın bu siyasal eğilimleri beslediğini ve burjuva politikası çerçevesinde bu sorunun aşılamayacağını görmezden geliyorlar. Onların hayal ettiği ıslah programlarının âlâsı ikinci paylaşım savaşının ardından, faşizmin sözde kökünü kazımak adına Avrupa’da onyıllar boyunca uygulanmıştır. Ama bugünkü kapitalist kriz ve emperyalist yeniden paylaşım konjonktüründe tam da bu demokratik Avrupa’da ırkçılık yükselmektedir. Cici liberaller buna ne buyurmaktadırlar?
Diğer taraftan aynı liberal yazarlar, “301 olmasaydı bu olmazdı” diyorlar ya da demeye getiriyorlar. Ya da aynı düşüncenin daha kapsamlı bir ifadesi olarak “Türkiye’de Avrupa tipi bir burjuva demokrasisinin normları yerleştirilmiş olsaydı bu olmazdı” diyorlar. Bu da yine aynı kapıya çıkan bir yanılsamadır. Bu düzenin gerçekliği, hele hele günümüzdeki haliyle gerçekliği bunu tümüyle tekzip etmektedir. İşin 301’e indirgenmesi budalalıktır. Çok değil birkaç yıl önce demokrasinin beşiği İngiltere’de Irak savaşı öncesi hükümetin işine gelmeyen bir rapor hazırlamış olan silah uzmanı bilim adamı esrarengiz biçimde ortadan kaldırılmıştı. Düşünenler muhakkak daha iyi örnekler de hatırlayacaklardır.
Tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor. Dünya çapında yükselen faşist tehlikeye karşı mücadele, kapitalizm karşıtı ve işçi sınıfı temelli bir devrimci mücadele sorunudur. Demokrasi sorununun işçi sınıfı demokrasisi dışında asgari ölçüde tutarlı bir çözümünün bu çağda mümkün olmadığı samimi demokratlar için açık olmalı. Aynı şeyleri dünyanın dört bir yanında bulunan ve ezilen işçi-emekçi kitlelere karşı her türlü karşı-devrimci tertibi tezgâhlayan kontrgerilla aygıtları için de söylemek mümkündür. Bu aygıtları burjuva siyasetinin ortadan kaldırmasını beklemek bir hayaldir. En son örnekler olarak Şemdinli ve Danıştay hadiselerinde bunun olamayacağı tekrar görülmüştü.
Son olarak tüm bunlara karşı mücadelenin, temelde yeni emperyalist savaşlar sürecine karşı mücadele bağlamı içine oturtulması gerektiğini vurgulamalıyız. Yangın şiddetlenmekte ve yayılmakta, yeni kan banyoları tehlikesi büyümektedir. Hrant Dink’in katledilmesine öfkelenenler, yeni katliamların olmaması için, yarattığı tüm eğilimler ve görünümleriyle emperyalist savaş sürecine ve bunun temeli olan kapitalizme karşı devrimci mücadeleye omuz vermelidirler.
link: Marksist Tutum, Hrant Dink Suikastı, Ocak 2007, https://marksist.net/node/1379
Kavel Grevi
Kurtulur insanlık