Cumartesi Anneleri 27 Mayıs 1995’ten beri kaybettikleri sevdiklerinin, canlarının hiç değilse kemiklerine kavuşmak ve faillerinin yargılanmasını sağlamak için bıkmadan usanmadan mücadele ediyorlar. Eylemlerine başladıkları günden beri defalarca zalim burjuva devletin kolluk güçlerinin şiddetine maruz kaldılar, gözaltlarına alındılar ama eylemlerinden vazgeçmediler, “katiller hesap verecek” dediler. Devletin baskıları nedeniyle meydana çıkamadıkları dönemler olsa da asla vazgeçmediler. Sevdiklerinin mezarlarına bırakamadıkları karanfilleri mücadelelerinin bir sembolü haline dönüşen Galatasaray Meydanına bırakmaya devam ettiler, 835. haftayı da geride bıraktılar.
2009’dan 2018’e kadar Cumartesi Annelerinin eylemlerine müdahale edilmemiş, hatta Şubat 2011’de dönemin başbakanı Erdoğan, aralarında Berfo Ana’nın da olduğu Cumartesi Annelerinden bir grupla Dolmabahçe’de buluşmuş, taleplerini dinlemişti. Aileler, bir araştırma komisyonu oluşturulmasını, DNA bankası kurulmasını ve “Bütün Kişilerin Zorla Kaybolmadan Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme”nin imzalanmasını talep etmişlerdi. Erdoğan, aileleri dinlemekle kalmamış, partisinin grup toplantısında, devlet tarafından katledilen Cemil Kırbayır’ın 103 yaşındaki annesi Berfo Kırbayır’ı anlatmış, vekiller ağlayarak dinlemişlerdi. Ceberut devlettin kaybettiği yüzlerce insan, onlarca yıl ikiyüzlü burjuva medya tarafından görmezden gelinirken, bir anda Cumartesi Annelerinin hak arayışı ve kayıplar gündeme oturmuştu. Rüzgâr ne yandan eserse oyana savrulanlar, esen “demokratikleşme” rüzgârlarıyla günün koşullarında belli adımlar atmak zorunda kalmışlardı. Örneğin o güne kadar camdan atladığı iddia edilen Berfo Ana’nın oğlu Cemil Kırbayır’ın üçüncü kattan atıldığı, gözaltında öldürüldüğü resmen kabul edilmişti. Berfo Ana “ölmeden önce oğlumun mezarını görmek istiyorum” demişti. Ama ne yazık ki 105 yaşında gözleri açık gitti.
Ne var ki köprünün altından çok su akacak, 2015’te Türkiye yeni bir döneme girecek ve süreç bugünkü totaliter rejimle noktalanacaktı. Nitekim tek adam rejiminin kurumsallaşmasıyla birlikte hızla anti-demokratik rüzgârlar estirilmeye başlandı, baskıcı, yasakçı politikalar devreye sokuldu. Siyasi iktidar, Berfo Kırbayır’ın ölümünün ardından Şubat 2017’de AİHM’e gönderdiği savunmasında, “Davacı öldü, dava düşsün. Üstelik soruşturma açılmıştı; iç hukuk yolları tüketilmedi” dedi. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada her geçen gün daha da sıkışan rejim baskı ve yasakların dozunu giderek arttırarak Cumartesi Annelerinin eylemlerini de yasakladı. Cumartesi Annelerinin 25 Ağustos 2018’de gerçekleştireceği 700. hafta eylemi devlet terörüyle engellenmişti. “Bu kişiler Eminönü Meydanında gezerken mi kayboldu” şeklinde nefret saçan bir dil kullanan, aileler ve anneler için “paçoz” diyerek hakaretlerde bulunan İçişleri Bakanı Soylu’nun verdiği talimatla düşmanca saldırmıştı polis. Biber gazıyla, copla, plastik mermiyle saldırıya uğrayan eylemciler gözaltına alınmış, Ağustos sıcağında saatlerce polis araçlarında ters kelepçeyle tutulmuş, işkenceye maruz kalmışlardı. Aralarında kolu kırılmış olan, darp edilen eylemciler, bu düşmanca saldırının ardından darp raporlarıyla suç duyurusunda bulunmuşlardı. Ailelerin dosyasına takipsizlik kararı verilirken, aileler hakkında dava açıldı. Bu karar tam da tek adam rejiminin tabiatına uygun bir karardı! Üstelik eylemden 27 ay sonra…
Sindirme ve susturma davasıdır
700. hafta eylemi sırasında gözaltına alınan 47 kişiden 46’sına toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet etmek suçundan dava açıldı. Tamamen keyfi ve haksız bir şekilde açılan bu davada kayıp yakınları haricinde İHD Kayıplar Komisyonu üyesi Sebla Arcan, Berkin Elvan’ın ablaları, Agos’un eski genel yayın yönetmeni Rober Koptaş da yargılananlar arasında bulunuyor. 25 Martta görülen ilk duruşmada 7 kişinin savunması alındı ve dava 12 Temmuza ertelendi.
“Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet” gerekçesiyle açılan bu davanın hukuki bir dayanağı bulunmamaktadır. Lakin burjuva devletin olağan dönemlerdeki tüm normlarının ayaklar altına alındığı totaliter rejimi altında hukuktan bahsetmenin hiçbir anlamı yoktur. Bu dava, rejimin kendisine karşı duran her kesimden insana boyun eğdirme, susturma, sindirme çabasının bir parçasıdır. Söz konusu olan 90’lı yıllardan bu yana kararlı bir şekilde kayıpların faillerinin bulunması ve sorumlulardan hesap sorma mücadelesi veren kayıp yakınları olunca, özel bir düşmanlık sergilendiğini unutmamak gerek. İktidar blokunun bir kanadının temsilcisi olarak İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Soylu’nun kin ve nefret dili, kindar devlet geleneğinin bir dışavurumudur. Bir zamanlar babalarını kaybeden çocuklar büyüdüler, birer yetişkin haline geldiler şimdi çocuklarıyla birlikte taleplerinde ısrar ediyorlar. İşte rejimi rahatsız eden de ailelerin üç kuşaktır yılmadan, bıkmadan her türlü tehdidi göze alarak mücadeledeki kararlılığıdır. 1995’te işkence görmüş cesedi Beykoz’da bir yolun kenarına atılan Rıdvan Karakoç’un kardeşi Hasan Karakoç kararlılığını şöyle ifade ediyor: “O alana, bizler de gözaltında kaybedilme tedirginliği yaşayarak çıktık ve buna rağmen çıktık. Kaç tane dava açılırsa açılsın, vazgeçmeyeceğiz.” İşte rejimin düşmanca tutumu, bu vazgeçmeme tutkusunadır!
“Son kaybımızı bulunana kadar, failler yargılanana kadar mücadeleye devam edeceğiz” diyen kayıp yakınları ve insan hakları aktivistleri, duruşma öncesinde Adliye önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Basın açıklamasını okuyan kayıp Fehmi Tosun’un kızı Jiyan Tosun, Galatasaray Meydanının kendileri için önemini ve mücadeledeki kararlılıklarını şöyle vurguladı: “Bizler bir insana yönelmiş en vahşi saldırı olan gözaltında kaybetme gerçeğini hatırlatmak, unutturmamak için 699 hafta boyunca Galatasaray Meydanında, Türkiye’nin en uzun barışçıl buluşmalarını gerçekleştirdik. O meydanda, inkâra karşı hakikatin tarihini yazdık. Galatasaray’ı bir hafıza mekânına çevirdik. … Biz Galatasaray Meydanından vazgeçmeyiz. Çünkü Galatasaray Meydanı çeyrek asırdır hayatımızın bir parçasıdır. Kayıplarımızı ararken o meydanda yaşlandık, çocuklarımız o meydanda büyüdü, torunlarımız o meydana doğdu. Mezarsız sevdiklerimizin mezarlarına bırakamadığımız karanfilleri götürdüğümüz yerdir o meydan, mezar yerimizdir. Galatasaray Meydanı kendi yazdığımız tarihimiz ve hafızamızdır, bedeli ne olursa olsun vazgeçmeyeceğiz!” Gözaltında kaybedilen Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren ise, “Bu dava, Galatasaray meydanının Cumartesi Anneleri’ne yasaklanması devletin bütün bu kayıpları üstlenmesi anlamına geliyor. ‘Evet, biz yaptık siz de sesinizi çıkarmayın’ dediler. Bizce açıkça bu davanın anlamı bu” dedi.
Kayıp yakınları duruşmayı kendi düşüncelerini ifade etmenin bir platformuna dönüştürdüler
Boynunda ağabeyi Hasan Ocak’ın fotoğrafını taşıyan Maside Ocak şöyle konuştu: “Ağabeyim işkenceden geçirilip boğulmuştu. Hiç kimse yargılanmadı, «Türk polisi işkence yapmaz» diyen savcılar oldu. Biz 26 yıldır adalet istiyoruz, Galatasaray’da biz bir aile olduk, Berfo Anne’nin tabutunu uğurladık. Tek isteğimiz vardı, mezar istemek nasıl suç olabilir, aklım mantığım almıyor. Yasalardaki hakkımızı istiyoruz, ama ne sevdiklerimize ulaşıyoruz ne hakkımızı kullanıyoruz. O meydana gittiğimde 19 yaşındaydım, şimdi 45 yaşındayım.”
Hasan Ocak’ın kardeşi Ali Ocak şöyle devam etti: “Biz 26 yıldır bu tür suçların açığa çıkarılıp sorumluların cezalandırılması için Galatasaray Meydanında buluşuyorduk. Ancak adalet bir türlü sağlanmadı. Gözaltında kaybettiklerimizin sorumlularının bulunmasını istemek suç mu? Şimdiye kadar bizi duyan olmadı. Biz faillerin yargılanmasını istiyoruz. Etkin soruşturma yürütülmesini istemek nasıl engellenebilir? Bu hukuksuz iddianameyi reddediyoruz.”
Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren, “Ağabeyim 1980 darbesinden sonra gözaltına alındı. Gözaltına alındığına dair tanıkları vardı ama devlet tarafından gözaltına alındığı hep inkâr edildi. O tarihten beri annem ve babam inanılmaz bir mücadeleye girdi. Hep oğullarını beklediler ama gelmedi. O tarihten bu yana ağabeyim gözaltında. Ne ölüsünü ne dirisini görebildik. Annem abimin elbiseleri yarın gelecek gibi tuttu. Bu devlet böyle bir devlet. Galatasaray Meydanı şimdi utanç meydanıdır. Biz bir daha kimse kaybedilmesin, barış ve demokrasi olsun diye oturduk orada. Hâlâ da bunu talep ediyoruz. Bedeli ne olursa olsun adalet talep etmeye, kayıplarımızın akıbetini sormaya devam edeceğiz” dedi.
Rober Koptaş, “Biz ters kelepçeyle, darp edilerek gözaltına alındık. Bu tutumun yargılanması gerekiyor. Toplanmak, gösteri yapmak bir vatandaşlık hakkı. Bunun suç olmadığını düşünüyorum. Otobüste kaba dayağa, hakarete maruz kaldık. Asıl yargılanması gereken bu muameledir” diye konuştu.
Çocuklarının kemiklerini, bir mezar taşını isteyen annelerden biri olan Emine Ocak, 700. hafta eylemi sırasında iki yanında iki polisle gözaltına alınmıştı. Bu fotoğrafın ortaya çıkmasına sebep olan zalimler sandılar ki baskıyla, şiddetle, işkenceyle, gözaltılarla hak arayan anaları, babaları, kardeşleri, çocukları susturacaklar, yıldıracaklar. Şimdi de açtıkları davayla göz korkutmaya çalışıyorlar. Ama nafile! O gün 82 yaşında olan Emine Ana, polisin eyleme katılanları gözaltına aldığını görünce “Beni de alın” diye haykırmıştı. Yılların yüreğinde biriktirdiği acılardı Emine Ana’yı dirençli kılan… Evladının kemiklerine, mezar taşına kavuşma özlemiydi, katillerinden hesap sorma azmi ve inancıydı… Emine Ana ve daha nice ananın direngen, inatçı tutumları, cellâtlara olan öfkeleri, mücadele azimleri soldurulamadı, tersine daha büyük bir inançla, kararlıkla çocuklarına, torunlarına taşındı. Toplumun vicdanında bu davanın hüküm giymiş tarafı zalim egemenlerdir ve daha şimdiden tarihin sayfalarına bir kara leke olarak yazılmıştır.
link: Marksist Tutum, Cumartesi Anneleri Davası: Zulüm Sökmeyecek!, 28 Mart 2021, https://marksist.net/node/7329
Çelişkiler Çağı: Uzayda Yolculuk, Texas’ta Felâket
Rejim Yalpalıyor ve Saldırıyor