Mart ortasında hafta sonuna girilirken başlayan ve hafta sonu geceleri alınan kararlarla devam eden bir dizi olağanüstü adım rejimin sıkışıklığının olağanüstü boyutlara ulaştığını ilan etmiş oldu. Dört bir yandan köşeye sıkışmış rejim can havliyle bir taraftan yalpa yaparken diğer taraftan saldırganlığını arttırmaktadır. İnsan hakları mücadelesinin Türkiye’de son dönemdeki sembol isimlerinden Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, aynı gün içinde HDP’ye kapatma davasının açılması, dört ay önce bir skandalla getirdikleri Merkez Bankası başkanının gece yarısı kararnamesiyle görevden alınması, yine aynı gece Meclis onaylı önemli bir uluslararası sözleşme olan İstanbul Sözleşmesinden bir imzayla çekilinmesi, Gezi Parkının tam bir hileyle İstanbul Büyükşehir Belediyesinden gasp edilmesi, belediye başkanlarının yetkilerine yeni kısıtlamalar getirilmesi, Diyarbakır’ın il sınırlarının değiştirilmesi, Kanal İstanbul müteahhitlerine devlet güvencesi anlamına gelen karar… Siyasetten ekonomiye, kadın sorunundan kent sorunlarına tüm bu baskı, gasp ve kamu yağması adımları 72 saat içinde atıldı. Bu yıkıcı kış fırtınası, Mecliste bir direniş başlatan Gergerlioğlu’nun sabaha karşı Meclisten polis marifetiyle yaka paça çıkarılması ve hafta başında döviz ve borsada yaşanan çalkantılarla devam etmiş, salgındaki yeni patlamalı yükselişle de birleşmiştir.
Rejim bu adımlarla anayasa, yasa, sözleşme, uluslararası sözleşme, kural, teamül tanımadığını bir kez daha, ama bu kez tüm ülkeyi saran ağır kokusuyla genel bir kanalizasyon patlaması biçiminde sergilemiş oldu. Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesinin tümüyle uyduruk bir kumpas olduğu alenidir. 6 yıl önce tanınmış bir haber sitesindeki haberi retweet ettiği gerekçesiyle bir milletvekilinin hapis cezası almasının ve dokunulmazlığının düşürülmesinin tümüyle keyfi olduğunun herkes farkındadır. Üstelik haberi yapan web sitesi olsun, bunu retweet eden başka insanlar olsun, şimdiye kadar bu nedenle hiç kimse kanuni işleme konu olmamıştır. HDP için açılan kapatma davasının da bomboş, çelişkili ve mesnetsiz savlarla dolu bir dosyaya dayandığının ortaya çıkması uzun sürmemiştir. Çoğu geçmişte beraatle sonuçlanmış davalara ve temel bir suçlama olarak “milli meselelerde devletin yanında durmamak” gibi görülmemiş ve tanımlanmamış bir “suça” dayanan, absürtlüklerle örülü bir iddianamedir söz konusu olan dosya. Benzer bir keyfilik garabeti İstanbul Sözleşmesinden Cumhurbaşkanı imzasıyla çıkılmasıdır. “Ben imzaladım oldu” demektedir sultan. Ancak parlamento kararı ve onayıyla varlık kazanan bir uluslararası sözleşmenin rejimin şefinin imzasıyla kaldırılması, tüm diğer uluslararası sözleşmelerin de onun keyfine kaldığını gösterdiği gibi, bunlar anayasa hükmü statüsü taşıyan sözleşmeler olduğundan, özünde anayasanın da herhangi bir maddesinin ya da bütününün saray tarafından feshedilebileceği anlamına gelmektedir. Gezi Parkının yüzyıllardır mezarda yatan adı sanı bilinmeyen bir vakfa atıfla gasp edilmesinin de benzer bir keyfilik anlamına geldiğini uzun boylu anlatmanın gereği yoktur.
Rejimin birçoğunu hafta sonu gece baskını şeklinde attığı bu adımlar hiç kuşkusuz işçi sınıfına, emekçi yığınlara, ezilenlere ağır bir saldırı anlamını taşıyor. Bu bakımdan, ezilen geniş emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükleri açısından olsun, geçim şartları açısından olsun önemli kayıplar, gerilemeler söz konusudur. Ama bunlar rejimin güç kazandığını göstermiyor, aksine onun zayıflıklarına işaret ediyor. Rejim korkmakta, telaşlanmakta, soğukkanlılığını yitirmekte, şuursuzlaşmakta ve yalpalamaktadır. Bu savrulmalar ve saldırganlık, ona dayanak noktası olarak hizmet eden asli alanlarda zayıflamasından, bir başka deyişle altındaki toprağın kaymasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda en başta sayılması gereken unsur kitle desteğinin kritik düzeylerin altına inmiş olmasıdır.
Eriyen kitle tabanı, genişleyen muhalefet
Son saldırı dalgası içinde HDP’yi hedef alanlar ile İstanbul Sözleşmesinden çekilme hamlesi ve muhalefet belediye yönetimlerini iş yapamaz hale getirmeye, boğmaya dönük olanlar esasen rejimin eriyen kitle tabanını toparlamaya ve büyümekte olan muhalefet cephesini dağıtmaya, onun güç kazanmasını önlemeye dönük hamlelerdir. Aslında kitle tabanındaki gerilemeyi durdurmak ve toparlamak için yapılanların geçmişini son 1-2 yıla kadar uzatmak mümkündür. “Yerli ve milli otomobil”den Karadeniz’de doğalgaz keşfine, uzaya gitme projesine dek varan örnekler büyük oranda kitle tabanının moralini yükseltmeyi ve AKP’nin sözde umut aşılayıcı, vizyon sahibi dinamizmini göstermeyi amaçlıyordu. İktidarda olduğu uzun dönemde oy desteğini aldığı geniş emekçi yığınları yanında tutmada sansasyon yönü ön planda olan büyük ve heyecan verici proje ve gelişmeleri başarıyla pazarlayan AKP, son yıllarda aynı numaraların eskisi gibi işe yaramadığını görmeye başladı. Oysa emekçi kitlelerin algısında bu tür unsurların olumlu bir rol oynayabilmesi için öncelikle ekonomik durumun ve geçim şartlarının algıda makul bir düzeyi tutturması temel şarttır. Bu temel bozulduğu, kitleler yoksullaşmaya, borçlar artmaya, işsizlik artışı kronik hal almaya başlayınca uzay gazı istenen heyecan ve bağlanmayı yaratmaz oluverir.
İşin doğrusu AKP uzun iktidar yıllarının, semirmenin birikimiyle tabanda artan hoşnutsuzluğun boyutlarını uzun süre yeterince doğru algılayamadı. Hemen her düzeyde yağmadan ceplerini doldurmakla meşgul kadrolar alıştıkları kolay seçim zaferlerinin sürgit devam edeceği zehabına kapılmışlardı. 2015’teki sarsıntının ardından rüzgârı tersine döndürmeyi başarsalar da esasta 2019 yerel seçimleri tüm baskı ve hilelere rağmen pabucun pahalı olduğunu gösterdi. O günden bu yana Erdoğan’ın bu konuyu ciddiye aldığı aşikârdır. Hele AKP içinden çıkan kadroların kurduğu yeni partilerin de ortaya çıkması ve bunların muhalefet blokuna yönelmeleriyle bu sorunun daha da vahamet kazandığını görüyorlar. Benzer bir sürecin MHP-İYİP ikilisi düzleminde de yaşanmakta oluşu, yani MHP’nin kitle desteği erirken İYİP’in desteğinin artması bu gidişatı daha net daha kesin kılmaktadır. Şu an herkes farkında ki, asgari ölçülerde kurallı bir seçim yapılacak olsa mevcut iktidar koalisyonu kaybedecektir.
Bu nedenle, daha önce de değerlendirdiğimiz gibi, doğalgaz kaynak keşfi ya da uzaya gitme gibi “vizyoner” atraksiyonların yetersiz kaldığını gören rejim Gare operasyonu örneğinde olduğu gibi savaş kartını da kullanmaya yeltendi. Ama birçok açıdan zorlama olduğu anlaşılan planlamanın bir fiyaskoyla sonuçlanmasına mani olamadı. Operasyonun ardından kabartmaya çalıştığı şovenist hezeyan dalgasına muhalefeti de istediği gibi angaje edemeyince başarısızlık katmerli hale geldi. Ardından HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması dalgası kabartıldı, ama bu da eski günlerde olduğu gibi güçlü bir yankı bulmadı, istim kazanmadı. Muhalefet cephesi bu ataklar karşısında genel olarak bütünlüğünü korudu denilebilir.
İşte Gergerlioğlu ve HDP’nin kapatılması hamlesi bu başarısızlıkların ardından geldi. Tüm saldırılara, şeytanlaştırmaya, şovenist/militarist provokasyonlara ve adeta “hükmü yok” muamelesi görmesine rağmen HDP’nin kitle desteğinde pek bir azalma olmaması, muhalefetin onca sünepeliğine karşın HDP’nin resmen olmasa da gayri resmi olarak muhalefet ittifakına yakın durması rejim için en büyük karın ağrılarından biriydi. Son belediye seçimlerinde görüldüğü gibi sandıkta etkili bir güç olmayı sürdüren HDP’nin kapatılması ya da fiilen işlemez hale getirilmesi, önümüzdeki seçimlerde (eğer yapılacak olursa!) muhalefete önemli bir darbe vurulması anlamına gelecektir. Öte yandan, kapatma işinin, iktidar koalisyonunun baraj altına düşen ortağı MHP’ye can suyu verme boyutu taşıdığını da gözden kaçırmamak gerekir. Eriyen tabanının toparlanması, özellikle İYİP’e doğru kaymanın geri çevrilmesi, koalisyonun bu cephesi için hiç kuşkusuz önemli.
HDP hamlesinin nasıl MHP’nin tabanındaki erimeyi durdurma ve toparlama, İYİP’in yükselişini kesme, muhalefet partilerini ve ittifakını sarsma gibi boyutları varsa, İstanbul Sözleşmesi hamlesinin de özellikle AKP yönünden benzer boyutları vardır. AKP tabanındaki erime artık çekirdek kitleye kadar yaklaşmış durumdadır. Tarikatların ve İslamcı kadroların huysuzlandıkları bir sır değildir. Saadet Partisine ve belki de AKP saçıntısı yeni partilere doğru kaymalar yaşanmamasına, aksine bu partilerin tabanını avlamaya dönük bir hamledir Sözleşmeden bir gece darbesiyle çıkış oldubittisi. AB’nin bu noktada bir basınç uygulayacak durumda olmaması da rejimin elini kolaylaştırmıştır. Zaten Erdoğan bu adımın öncesinde de özellikle Saadet Partisini hedef alan hamleler yapmıştı. “94 ruhu”ndan dem vurulması, Oğuzhan Asiltürk’ün bizzat ziyaret edilmesinin yanı sıra partinin tabanını ve kadrolarını çekmek için AKP İstanbul il başkanlığına parti dışından bir Milli Görüşçünün getirilmesi bu hamlelerdendi. Doğrusu bu girişimlerin Saadet içinde bir karışıklık ve giderek saflaşma yarattığı görülüyor. Benzer bir taktik daha önceki günlerde İYİP’e barış çubuğu uzatılması anlamına gelen çağrılarla MHP cephesinde de izlenmiş, ama bir sonuç alınamamıştı. Saadet operasyonunun nereye varacağını ise önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Ekonomi
Rejimin altındaki toprağın kaymasında söz edilmesi gereken ikinci husus ekonominin durumu ve gidişatıdır. Ekonomik gerileme öncelikle yukarıda bahsettiğimiz kitle desteğinin azalması ve kritik düzeylerin altına inmesinin temel sebebini oluşturmaktadır. Ama bunun ötesinde rejimin hareket alanını ve kabiliyetini kısıtlamakta, esnekliğini elinden almaktadır. Her iki yön birlikte, ekonomik faktörün rejimin dayanaklarının zayıflaması bahsinde en önemli ayağı oluşturduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Kapitalizmin küresel ölçekli derin krizi elbette ekonomik durumun kötüleşmesinin temel belirleyenidir. Bu yönüyle tüm ülkelerde ekonomik durum kötüleşmekte, işçi-emekçi kitlelerin sefaleti ve acıları artmaktadır. Ancak Türkiye’ye özgü olarak durumu daha da ağırlaştıran, katmerli kılan özel bir yön bulunuyor: rejimin izlediği ekonomi politikaları. Bu özgül politikalar sonucu Türkiye dünyada enflasyonun, faizin ve döviz kurunun, cari açığın en yüksek olduğu, hazine rezervlerinin en kötü olduğu birkaç ülke arasına girmiştir. Göreli gerileme anlamında Türkiye dünyada başa oynamaktadır. İşsizlik, hayat pahalılığı, yoksulluk inanılmaz bir hızla artmaktadır. Kişi başı milli gelir Erdoğan’ın yeni rejiminin öncesinde çıkmış olduğu 12-13 bin dolarlar seviyesinden 7 bin küsur dolarlara düşmüştür. Erdoğan başkanlık sistemi için halktan oy ve yetki isterken “bu kardeşinize verin yetkiyi ondan sonra görün ekonomi nasıl yönetilirmiş” demişti. O vaatle kandırılan geniş kitlelerin pişmanlığı artıyor. Anketlerde başkanlık sistemine desteğin çoktan yüzde 40’ların altına inmesi, buna mukabil parlamenter sisteme dönülmesini isteyenlerin oranının da yüzde 60’ı bulması bunun doğrudan bir ifadesidir.
Erdoğan’ın iktidarı belirli bir sermaye fraksiyonunun iktidarıdır. Erdoğancı sermaye fraksiyonunun özgül ihtiyaç ve çıkarları ile sermayenin genel çıkarları arasındaki açı büyümüştür. İnşaatçılık, emlak yağması, kamu kaynaklarının dizginsiz ve denetimsiz talanı, dış sermaye girişinin ana adresi konumundaki Batı’yla çatışmacı ilişkiler vb. hususlar, faiz politikaları, Merkez Bankasının emir kulu haline getirilmesi, kamu bankalarının tüm ölçüyü kaçırarak dar bir sermaye fraksiyonunun arka bahçesi haline getirilmesi, giderek özel bankalara baskı uygulanıp sıkboğaz edilmeye başlanmaları gibi yaklaşımlar bu açı büyümesini somutlayan belli başlı çizgiler olarak şekillendi. Ne var ki bu politikalarla ciddi ölçüde semiren bu sermaye fraksiyonu bir noktada tıkanmaya başladı, deyim yerindeyse deniz bitti.
Bu çıkmaza gelindiğinde Hazine ve Maliye Bakanı yapılan damat öncülüğünde ekonomiyi canlandırmak için faizlerin gerçekçi olmayan biçimde düşürülmesi (yüzde 24’ten yüzde 8’lere), kurların buna karşılık yükselmesinin engellenmesi ve enflasyonu arttırmaması için piyasaya sürekli olarak döviz pompalanması sonucu Hazine ve Merkez Bankası rezervleri boşaltıldı. Üstelik ne döviz ne de enflasyon dizginlenebildi. Bunları gizleyebilmek için de bir yandan içeride ve dışarıda üstü kapalı ve dolambaçlı finansal işlemler yapıldı, diğer yandan da binbir türlü manipülasyonla istatistiklere takla attırıldı. Geldiği tıkanma noktasında, öz kaynakları nispeten zayıf ve borçluluğu çok fazla olan söz konusu sermaye fraksiyonunun ucuz krediye ihtiyacı diğer tüm kesimlerin ötesine geçti. Söz gelimi elde kalan yüz binlerce konutun satışı ancak ucuz kredilerle sağlanabilirdi, bu şirketlerin kaynak ihtiyacı ancak usulsüz ucuz kredilerle giderilebilirdi vb. Ancak, zorla faiz indirmeye dayanan, özel bankaların kaynaklarına da artan ölçüde tasalluta varan bu politikalar geçtiğimiz Kasım ayında bir çökme noktasına geldi. ABD’deki başkanlık seçimlerini de “en kötü senaryo” olarak Biden’ın kazanması Erdoğan’ın sıkışıklığını katladı denilebilir. Daha Biden seçilmeden başlayan temas kurma ve yoklama girişimleri de hüsranla sonuçlanınca, Erdoğan, lideri olduğu sermaye fraksiyonunun çekince ve endişelerine rağmen genel dengeler ve gidişattaki büyük bozulmayı dikkate alarak metazori bir politika değişikliğine gitti. Bu değişikliğe gönüllü değildi, ama her şeye rağmen eski politikayı sürdürme inadının kamu kasalarındaki kaynakları kurutması ve dışarıdan gelebilecek kaynağa engel olması nedeniyle bu adımı attı. Üstelik bunu skandal biçimde damadını harcama pahasına yaptı. O damat ki zaten uzun süreden beri AKP tabanı ve çevreleri dâhil çok geniş kesimlerin nefret ve alay konusu olmuş bir kişilikti ve Erdoğan tüm bu basınç karşısında adeta “kelle vermem”, “damadı yedirmem” inadıyla direniyordu.
Ancak Kasım ayında ekonomide yapılan politika ve yönetim değişikliği büyük bir çelişki barındırıyordu. Durumu düzeltmek için faizlerin arttırılması, Merkez Bankası başkanını bu noktada nispeten rahat bırakma, güvenilirliğini tümüyle yitirmiş İstatistik Kurumuna çeki düzen verme, daha şeffaf veriler sunma gibi adımlar kısa sürede dövizin ateşini bir nebze almaya ve dışarıdan sıcak para gelmesine yarayarak bir genel düzelme izlenimi vermeye başladıysa da, Erdoğan’ın kendi dayandığı sermaye fraksiyonunun altını oyma anlamına geliyordu. Hesaba göre bu politika değişikliğiyle kısa sürede kurlar düşecek, fiyat istikrarı oluşmaya başlayacak, dışarıda bol olan ve gidecek kârlı kapı arayan para akmaya başlayacak, ardından faizler de indirilecek ve eski “dolce vita” talana yeniden dönülecekti. Bununla bağlantılı olarak dışarından kaynak gelişini teşvik etmek üzere birbiri ardına imaj düzeltme paketleri de duyuruldu. Bando mızıkayla “yargı reformu paketi”, “insan hakları eylem planı” vb. ilan edildi. Hepsi boş teneke olan bu paketlere de elbette kimse kanmadı. Ne genel kötüleşmeyi düzeltecek boyutta bir dış sermaye girişi oldu, ne de kurlardaki düşmeye rağmen şirketler ve kişiler güvenip de ellerindeki dövizi bozdurdular. TÜSİAD gibi büyük sermaye kuruluşları ve uluslararası sermayenin organları bu adımları överken Erdoğancı sermayenin kurum ve yayınları feryat etmeye başladılar. Çabuk sonuç almayı umduğu hamlesinin kendi iktidarı ve bağlı olduğu sermaye fraksiyonu için yarardan çok zarar getirdiğini gören Erdoğan “bir gece ansızın gelerek” daha 4 ay önce atadığı ve sonraki günlerde övdüğü başkanı uçurdu. Böylece Merkez Bankası 20 ay içinde dördüncü başkanı görürken, topu topu dört ay içinde rejimin çelişkilerinin ne denli keskin olduğu bir kez daha ortaya dökülmüş oldu.
Kuyumcuların yarımşar kilo altınına gasp yoluyla el koymayı amaçlayan tasarının ifşa olması da rejimin ekonomide tam bir çaresizlik içinde kıvrandığını mükemmelen göstermiştir. Kasaların boşaltılmış olduğunun daha güzel bir ikrarı olamazdı. İktidardaki sermaye fraksiyonu fena halde dardadır ve nereye saldıracağını şaşırmıştır. Türkiye kapitalizminin hâlihazırda 435 milyar dolar dış borcu vardır ve kısa vadeli olanlar ile cari açığın durumu bağlamında bir iktisatçı şu alaycı değerlendirmeyi yapıyor: “Türkiye önümüzdeki 13 ayda yeniden finanse etmesi gereken 190 milyar dolar dış borç ve en az 10-20 milyar dolar cari açıkla Kırılganlar Listesi’nde yer almıyor. Ayrı bir liste var: ‘Doktor ne yerse yesin dedi’ listesi.” Şaka bir yana içte de borçlanma her düzeyde hızla yükselmiştir ve hormonlu kredi balonuyla bir süreliğine ertelenen iflaslar, çöküşler kapıdadır. Dünya ekonomisinin kriziyle birlikte düşünüldüğünde önümüzdeki dönemde işçi sınıfının daha ağır saldırılarla karşılaşacağı ve buna hazırlanmak gerektiği açıktır.
Artık enikonu bir siyaset figürü haline gelmiş olan ve Erdoğan’ın ve rejimin son dönemdeki eğilimlerini sembolik biçimde temsil ediyor görünen Ayasofya başimamı Mehmet Boynukalın tüm fırtınalı gelişmelerden sonra 22 Martta attığı Tweette Bakara suresinin son derece manidar bir bölümünü (155-157) alıntılamış: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler. İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” Boynukalın özellikle ekonomide atılan adımların ve önümüzdeki günlerde atılacak adımların Erdoğan’ı destekleyen emekçi kitleleri daha zorlu şartlara sürükleyeceğini “müjdeliyor” ve kitleleri Kur’an buyrukları doğrultusunda uslu olmaya davet ediyor.
Dışarıda sıkışma
Dış politika ve uluslararası ilişkiler alanında Erdoğancı politika emperyal özlemlere dayanan bir politikaydı. Alt-emperyalist bir konuma gelmiş Türkiye kapitalizminin genel olarak emperyal politikalar izlemesi bir anlamda eşyanın tabiatı gereğiydi. Nitekim bu eğilimler daha AKP’den önce Özal ve son dönemindeki Demirel’de ifade bulmaya başlamıştı. Ancak Erdoğancı politika çizgisi Türkiye’nin somutluklarına ve özgül konumuna oturmayan türde bir emperyal yönelimi ve tarzı esas alıyordu. Bu da onu, çapını aşan işlere heves etmesine yol açarak, maceracı adımlara sürükledi. Bu maceracılık her alanda tahribatı büyütme pahasına yakın zamana kadar iniş-çıkışlarla sürdürülebildi. Ancak burada da bir anlamda denizin bittiği yere gelinmiş görünüyor. Türkiye kapitalizmi 2015 öncesinde daha üst basamaklara tırmanmaya göz dikmişken, bugünün Erdoğan Türkiye’si esasen dış borçlar sayesinde alt-emperyalist konuma gelmiş bir ülkenin, bulunduğu basamaktan tepetaklak geriye yuvarlanmasına bir örnek oluşturuyor. Bu durum, alt-emperyalist ülkelerin kırılgan bir yapıya sahip olduklarına ve bir dönem yükselişe fırsat veren koşulların değişmesi halinde (derin bir ekonomik kriz ve buna eşlik eden olağanüstü derecede siyasi sıkışmışlık yaşanması) bu konumlarından geri kayma tehlikesiyle yüz yüze geleceklerine ilişkin tespitlerimizi doğruluyor.
ABD/Avrupa ile Rusya/Çin arasındaki çelişkilerden yararlanarak gemiyi yürütme hevesine dayalı Şark kurnazı politika daha önce de birkaç kez duvara toslamış, ama son tahlilde Trump’ın özgül konumunun doğurduğu boşluklar sayesinde kaçış kanalları bulunabilmişti. Ama bu durum her seferinde manevra alanının daha da daralmasına yol açarak ilerleyen bir süreçti. Trump’ın gidişiyle birlikte metazori geri adım süreci de başlamış oldu. Şimdi maceracı emperyal dış politikanın sürdürülebilmesi uğruna milyarlarca dolar para dökülüp alınan S-400 sistemi kurulmadan kenarda bekletiliyor. “Bunları kullanmayız, depoda çürümeye terk ederiz” diye ABD’ye boynu bükük uzatılan dal havada kalmıştır. Şimdi büyükelçi bile “bu S-400’ler gidecek” diye parmak sallıyor. ABD S-400’ler de dâhil olmak üzere kabarmış faturayı yavaş yavaş Erdoğan’ın önüne koyuyor. Türkiye-Yunanistan dengelerine her daim dikkat göstermiş olan ABD şimdi Türkiye’yi mahrum bıraktığı F-35’leri Yunanistan’a veriyor, Türkiye sınırına yakın bölgede askeri üssünü tahkim ediyor, Yunanistan’la Ege’de büyük askeri tatbikatlar yapıyor, Türkiye’nin Pakistan’a milyar dolarlık askeri helikopter satışını engelliyor, keza Suriye’de sınırın dibine askeri tahkimat yapıyor, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi çevreleyen Avrupa devletleri, İsrail, Mısır ve diğer Arap devletlerinin yanında yer alıyor. Suudi Arabistan bile Ege’de Yunanistan’la ortak askeri tatbikat yapıyor.
Tüm bunlar karşısında ve diğer sıkışma unsurlarının da basıncı altındaki rejim kaçınılmaz olarak geri adım sürecine girmiştir. Akdeniz’de caka satan gemiler bir süredir limanlara çekilmiş, Libya’da sahaya sürülmüş Suriyeli İslamcı çeteler geri çekilmeye girişilmiş, Mısır ve İsrail’den şefaat dilenilmeye başlanmıştır. Merkel, Doğu Akdeniz’deki kriz konusunda, “Türkiye’nin yumuşama işaretleri gösterdiğini” söylemiş, ABD de benzer bir değerlendirmeyle AB’den yaptırım planlarını ertelemesini istemiştir. Nitekim Erdoğan da yedi düvele meydan okuyan pehlivan edasından uzakta, son parti kongresinde “dış politikada dostları artıracak siyasi çözüm odaklı olacağız” demiştir. Elbette Erdoğan şimdilik Libya ve Doğu Akdeniz’de tavizler vererek diğer hususlarda elinin rahatlatılmasını istemektedir ve tavizlerini sınırlı tutmaya çalışacaktır. Ancak hemen her alanda sıkışmış olan rejimin fazla manevra sahasının kalmadığı şartlarda bu hasarı sınırlama çabasının başarısını zorlaştırdığı açıktır. Mısır’daki Sisi rejimi karşısındaki yalpalama ve yaltaklanma tutumu ve bunun karşısında muhatabın aşağılayıcı tarzı bu bağlamda çok şey anlatıyor.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdilerde Rusya’yla da Suriye’de iplerin gerildiği bir süreç yaşanıyor. Rusya ve Esad güçleri hem İdlib’te hem de Rojava’nın çeşitli konumlarında Türkiye’yi hedef alan saldırılar gerçekleştiriyorlar. Rejimin içte ve ABD ile Avrupa karşısında sıkışıklığının artmasını iyi değerlendiren Rusya Türkiye’nin İdlib konusundaki sözlerini yerine getirmede ağırdan alma, ipe un serme tavrına darbe indirme fırsatını kaçırmamıştır denebilir. Rejim Suriye’de hem Rusya hem ABD karşısında mevzi yitirmektedir. Irak’ın Suriye sınırına geçiş bölgesi niteliği taşıyan Gare’ye yapılan askeri harekâtın başarısızlığı sadece rehine kurtarma ve PKK liderliğinden kimi unsurları imha etme noktasında değildir. Bir hedef de Suriye’ye lojistik destek konusunda önemli bir geçiş noktası olan bu bölgede yerleşmek, hâkimiyet kurmak ve bu hattı kırmaktı. Başarılı olunsaydı Biden ipleri ele almadan önce çok önemli bir mevzi kazanılmış olacaktı.
Bu süreçte belki de en son ve çarpıcı gelişme Biden’ın Putin’e katil deyip bedel ödeteceğini söylemesi oldu. Bunun dolaylı olsa da ucu Erdoğan’a da uzanan bir mesaj olduğunu görmek zor değildir. Nitekim Erdoğan Putin’in bu sözlere verdiği cevabı sahiplenerek safını göstermek zorunluluğu duymuştur. ABD’deki yeni yönetimin Türkiye’deki rejimi özellikle Rusya’dan uzaklaştırma doğrultusunda çok daha fazla zorlayacağı görülüyor. Bunun bir etkisinin içeride rejimin farklı bileşenleri arasında sürtüşme ve gerilimin artması olacağını da bir not olarak eklemek gerekir. Sonuç olarak ortaya çıkan tablo tıpkı ekonomideki tablo gibi bir hüsran tablosudur. Bir bölge gücü olma, hatta giderek bir dünya gücü olma hevesiyle çıkılan yolda gelinen nokta neredeyse tüm bölge güçleriyle kavga, bu güçlerin birbirine yaklaşmasına yol açma ve bunlar tarafından giderek çembere alınma konumudur. Vizyon sahibi neo-Osmanlıcı dış politikanın azameti ve sefaleti!
* * *
Geçtiğimiz günlerde yapılan AKP genel kongresi, AKP ve Erdoğan’ın Türkiye’ye artık hiçbir şey vaat edemeyecek hale gelişinin adeta tescili oldu. Bu bir tükeniştir. Alâyıvalâyla gidilen ve sözde manifesto açıklanacağı söylenen kongrenin temel sloganının pek halim selim görünen “güven ve istikrar” olması kendi başına çok şey anlatıyor. Erdoğan’ın konuşmasında ülke sorunlarına dair hiçbir dişe dokunur değerlendirmenin ve çözüm önerisinin olmaması anlamlıdır. Dahası, konuşmanın belki de en çarpıcı noktası, Erdoğan’ın halktan ellerindeki döviz ve altını bozdurmalarını istemesiydi. Ülkeyi tarumar etmiş, kamuyu yağmalamış bir iktidar çaresizlik içinde, kuyumcuların altınlarını gasp etme girişiminden tutun halkın döviz ve altınlarına göz koymaya kadar düşmüştür. Halkın gözünü boyamak için maytap kabilinden bile “müjdesi” kalmamışa benziyor Erdoğan’ın.
Ülkenin üzerine bir karabasan gibi çöken bu rejim gitgide daha bütüncül, daha total biçimde boğucu bir etki yaratıyor. Dar bir sermaye fraksiyonu iktidarda kalmak için elinden ne gelirse yapıyor, deyim yerindeyse “Roma’yı yakmaktan” çekinmiyor. Şu an Türkiye siyasetinin başlıca belirleyeni Erdoğan liderliğindeki bu fraksiyonun her ne pahasına olursa olsun iktidardan düşmeme arzusudur. Anayasaymış, yasalarmış, devlet teamülleriymiş, hakmış, hukukmuş, uluslararası anlaşmalarmış, izanmış, ölçüymüş, ar duygusuymuş hepsi hak getire… Bu bakımdan önümüzdeki dönemde rejimin izleyeceği çizginin bir bileşeni yine milliyetçi ve dinci eğilimleri daha fazla okşama, bu eğilimleri temsil eden güçlere daha fazla alan açma olacaktır. En son orduya subay ve astsubay alımında “irticai faaliyet” engelinin kaldırılması da bu doğrultudadır. Bu aralar yeni bir anayasadan söz eden Erdoğan’ın, sunulacak taslakta İslama bir biçimde atıfta bulunma hamlesi yapması da şaşırtıcı olmayacaktır. Böylece, eğer yeni bir seçim olacaksa, buna gidilirken dini duyarlılıklar temelinde yeni ve büyük çaplı bir kutuplaştırma operasyonu yapması mümkündür.
Temel tespitimizin altını bir daha çizelim. Rejimin dayanakları genel olarak zayıflamaktadır. Mevcut çelişkileri ve dinamikleri içinde Türkiye’nin bu rejimi daha ne kadar taşıyacağı belirsizdir. Emekçi kitleler açısından da, sermaye sınıfının geneli açısından da, hâkim uluslararası dinamikler açısından da mevcut rejim gelecek vaat etmemektedir. İçeride çatlaklar büyümekte, rejim bileşenleri arasında uyumsuzluk ve sürtüşme artmaktadır. Ancak başta dediğimiz gibi sıkışıklığın artması yalpalama ve artan saldırganlık getirmektedir. Bu nedenle rejim baskıyı arttırmıştır ve buna devam edecektir. Arada 8 Mart’a, Newroz’a izin verilmesi ve Andımız’a ilişkin Danıştay kararı gibi hamleler büyük oranda mecburiyetten, kısmen de çeşitli cephelerde (kadınlar, Kürtler, Avrupa ve ABD) hasarı dengeleme niyetinden kaynaklanan göstermelik hamlelerdir. Nitekim rejim bunların hemen ardından Boğaziçili öğrencileri savunmak isteyen gençlere saldırıp onlarcasını gözaltına alarak performansında bir düşüklük olmadığını göstermiştir. Türkiye’de nispeten özgür bir mecra olan sosyal medyanın boğazlanması doğrultusunda önemli adımlar atıldığını da baskı listesine eklemek gerekiyor. Sosyal medya platformlarının sahibi dev küresel şirketlerin Türkiye gibi büyük bir pazardan mahrum kalmamak için rejimin şantaj ve kaprislerine teslim olmaya başladıkları görülüyor. En son Hindistan örneğinde olduğu gibi, kapalı kapılar ardında pazarlıkların yapıldığına hiç şüphe yoktur ve ifade özgürlüğünün bu cepheden de yeni darbeler alması şaşırtıcı olmayacaktır.
Dayanakları zayıflayan rejimin ayakta kalabilmesinin temel belirleyenleri sınıf hareketinin genel örgütsüzlüğü, düzen muhalefetinin genel pısırıklığı ve cesaretsizliğidir. Yine de bir yandan ekonomik krizin etkileri temelinde işçi-emekçilerin tepkileri artarken diğer yandan rejimin baskıları karşısında farklı kesimlerin tepkisi ve direnişleri filiz veriyor. Newroz’un gösterdiği gibi Kürt kitlelerde rejimin arzu ettiği gibi bir boyun eğiş ve HDP’den kopma ya da uzaklaşma yoktur; işçiler tekil durumlar halinde olsa da çeşitli bölgelerde sayısı giderek artan eylem ve direnişler yapıyorlar, 8 Mart’ın ve İstanbul Sözleşmesinden çekilme karşısında gösterilen tepkinin gösterdiği gibi kadın dinamiği de güçlenerek büyüyor, Boğaziçi örneğindeki gibi gençler cephesinde de bir kıpırdanma oluyor, küçük esnaf ve çiftçinin öfkesi burnundadır vb. Henüz cılız da olsa tüm bu kaynaşma içinde işçi sınıfının örgütlü gücünü büyütmeye çalışmak sınıf devrimcilerinin en başta gelen görevidir.
link: Levent Toprak, Rejim Yalpalıyor ve Saldırıyor, 28 Mart 2021, https://marksist.net/node/7330
Cumartesi Anneleri Davası: Zulüm Sökmeyecek!
Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi