Geçtiğimiz haftalarda (6-8 Nisan) Kırgızistan’da gerçekleşen kitlesel protestolar hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan bir halk ayaklanmasına dönüştü. Hükümetin birkaç gün içinde hızla gelişen protesto gösterilerini kanla bastırmaya kalkışması, bir yandan 100 kadar kişinin ölmesine ve 1000 kadar kişinin de yaralanmasına yol açarken, diğer yandan kitle hareketini kamçılayarak hükümetin yıkılışını ve devlet binalarının kitlelerce işgalini beraberinde getirdi. Devlet başkanı Kurmanbek Bakiyev ayaklanmayla birlikte gizlice başkentten kaçıp, kendisi için daha güvenli bulduğu ülkenin güneyinde tekrar ortaya çıksa da, sonraki günlerde ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Bakiyev’in başkent Bişkek’ten sıvışması ve hükümetin çökmesiyle birlikte bir-iki gün içinde burjuva muhalefet bir geçici hükümet kurulduğunu ilan etti. Geçici hükümetin ilk icraatları son aylarda elektrik, doğalgaz ve suya yapılan fahiş zamları geri almak ve özelleştirme yoluyla üç paraya Bakiyev’in efradına peşkeş çekilen büyük işletmeleri yeniden devletleştirmek oldu.
Kırgızistan’da yaşananlar doğal olarak akla hemen 5 yıl önce yaşanan “Lale Devrimi”ni ve genel olarak “renkli devrimler”i getirdi. Bu yaşanan da bir “renkli devrim” miydi? Ya da kimilerinin dillendirdiği gibi yaşananlar sahici bir devrim miydi? Protestolar sahici bir kitle hareketini mi ifade ediyor, yoksa küçük ve manipülatif grupların eylemleri midir? Ve dolayısıyla aslında yaşanan bir saray darbesi midir? Bu sorulara yanıt verebilmek için sürecin arka planına ve gelişimine kısaca göz atmakta yarar var. Öncelikle Kırgızistan’ın ve Kırgız halkının durumu hakkında bazı temel bilgileri ortaya koymak gerekli.
Kırgızistan, içinde yer aldığı Orta Asya bölgesinin genel niteliği olan yoksulluk ve mahrumiyet koşullarını fazlasıyla barındıran bir ülke. Hatta diğer bölge ülkelerinde belli bir avantaj yaratan petrol ve doğalgaz türü yeraltı kaynakları açısından da ülkenin pek zengin olmaması bu durumu daha da ağırlaştırıyor. Bu olumsuzlukların yanı sıra ülke Rusya ve Çin gibi iki büyük gücün arasında sıkışmış, nüfusu 5 milyon dolayında küçük bir ülke. Bu nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında, yüzde 22’si de günde 1 doların altında gelire sahip.
Kırgızistan, bağımsızlığını formel olarak ilan ettiği 1991 yılından 2005 yılına kadar Askar Akayev’in başkanlığında yönetildi. Hatta 2005’te yapılan seçimlerde yeni bir 5 yıl için seçilen Akayev eğer muradına erebilseydi bugüne kadar iktidarda kalmış olacaktı. Demokrasi kılığı altında ülkeyi yaklaşık 15 yıl yöneten ve bir 5 yıl için daha vizesini alan Akayev, 2005’teki bir ayaklanmayla iktidardan alaşağı edildi. Batı medyası bu ayaklanmaya “Lale Devrimi” adını takacaktı. Bir yandan Rusya, ABD, Avrupa ve Çin arasında kıvrak manevralar yapan, diğer yandan içerideki hoşnutsuzları idare eden Akayev’in oldukça başarılı bir manevracı olduğu anlaşılıyor. Tabii bu manevra kariyerinin hem motivasyonu hem de meyvesi, bol kişisel ve ailesel kazanç, çevresinin ve yeni yetme burjuvazinin belli bir kesiminin de ihyası idi. Ancak kaynaklar kıt ve buna mukabil iştahlar büyük olunca, belli bir noktadan sonra, bir yanda yoksul kitleler isyan noktasına gelirken bir yanda da yiyiciler cephesinde dışlananlar ya da payını tatmin edici bulmayanların kızgınlığı artar. Nitekim “Lale Devrimi” denilen hadise, egemenler içinde Akayev muhalifi durumuna gelmiş olanların halkın tepkisini kullanarak Akayev’i iktidardan alaşağı etmesiydi.
Yoksul kitlelerin öfkesini Akayev’e karşı yönlendirenlerin önemli bölümü gerçekte daha önce Akayev’le birlikte çalışmış olanlardı. Örneğin şu andaki geçici hükümetin başında bulunan Roza Otunbayeva 2005’teki “Lale Devrimi”nin de başını çekenler arasındaydı ve Akayev’in bir dönem dışişleri bakanlığını ve ABD ve İngiltere gibi önemli emperyalist merkezlerdeki büyükelçiliğini yapmıştı. Ancak o dönem Akayev’e muhalefet eden egemenler arasından sivrilen Kurmanbek Bakiyev oldu ve başkanlık koltuğuna o oturdu. Diğer muhalefet liderlerine yönelik bir tasfiye süreci yürüten ve nihayetinde bunu başaran Bakiyev, buna paralel olarak etkili makamlara kendi ailesi ve yakın çevresini yerleştirmeye koyuldu. Stalinist bürokrasiden bozma bu yeniyetme yoz burjuva çevre de kısa sürede özelleştirmeler, ihaleler, dış yardım ve anlaşmalar gibi yollarla sefih bir talan süreci yürüttü. Gemi azıya almış iştah, sonunda işi halkın kullandığı elektrik, su ve doğalgaz fiyatlarına bir çırpıda 4 kata varan zam yapılması noktasına kadar vardırdı. Ancak bu yılbaşında yürürlüğe sokulan zamlar yoksul halkta büyük bir tepkiye yol açtı.
Ne var ki Bakiyev’e yönelik hoşnutsuzluk ve hareketlenmenin tek dinamiği bu değildi. Bunun yanı sıra süreçte rol oynayan iki etmen daha bulunuyordu. Birincisi 2005’teki iktidar değişiminden sonra tasfiye edilen unsurların artan hoşnutsuzlukları ve çabalarının belli bir olgunluğa ulaşmasıdır. İkincisi ise aynı Akayev gibi, emperyalist güçler arasında manevralar yapan Bakiyev ve şurekasının bir noktada kırmızı çizgiyi geçerek Rusya’ya büyük bir kazık atması ve Rus egemenlerin hedef tahtası haline gelmesidir. Sonuç olarak aynı döngü, bir bakıma bu kez daha hızlandırılmış biçimde tekrar yaşandı. Böylece Akayev’in 15 yıllık saltanatına karşılık Bakiyev’inki ancak 5 yıl sürebildi. Bakiyev ve ekibi “Lale Devrimi”nde halka vaat ettiklerinden hiçbirini yerine getirmedi. Bu tayfanın yönetimden dışladığı unsurlar burjuva muhalefete geçtiler. Bakiyev’in halk kitlelerini ve muhalefeti oyalama amacıyla yaptığı manevralar ancak 5 yıl sürebildi. Hem kitleler hem de burjuva muhalefet eskiye göre daha idmanlıydı. Henüz yeterince oturmamış, istikrar kazanmamış bir devlet aygıtının varlığı da elbette işleri kolaylaştırıyordu.
Ayaklanmaya doğru
Sonuç olarak tüm bu etmenler birbiriyle iç içe geçerek yaklaşık olarak son bir yılı içeren süreç içinde Bakiyev ve yakın şurekasının gidişini hazırlamıştır. Geçen yılın Mart ayında Rusya’ya giderek orada bir anlaşma imzalayan ve dünyaya ülkedeki Amerikan askeri üssünün kapatılacağını duyuran Bakiyev, ABD ve Türkiye’nin bastırmalarıyla (2009 Mayısında Abdullah Gül Kırgızistan’a ziyarette bulundu) karardan dönünce bu süreç bir anlamda başlamış oldu. Bakiyev’in dönüşü elbette sadece bastırma ve ricayla olmadı. ABD üs için verdiği kirayı astronomik biçimde arttırmaya razı olmuştu. Sonuç olarak Rusya, ABD üssünün kaldırılması koşuluyla hibe ettiği paranın iç edilmesi ve söylenenin tam tersinin yapılması karşısında Bakiyev’e cephe aldı ve pek muhtemelen ülke içindeki burjuva muhalefetle de el altından işbirliği yapmaya başladı. Temmuzda yapılan seçimler muhalefet açısından sonuç vermeyip Bakiyev hile ve baskı yoluyla yüzde 90’lar düzeyinde bir oyla yeniden başkan seçilince, muhalefetin “Lale Devrimi” benzeri yöntemlere yönelme eğilimine girdiği tahmin edilebilir. Ancak seçim süreci dahil olmak üzere burjuva muhalefetle Bakiyev arasındaki birçok sert çarpışmada tüm çabalara rağmen kitleler bu yola girmemişti. Birçok gösteri pek zorlanmadan bastırılmış, muhalefet liderleri de değişik defalar hapse atılmışlardı. Bu arada Rusya da ekonomik yaptırımlara başlamış ve ucuza sattığı benzinin fiyatını yükseltmişti.
Ama asıl dönemeç noktası Bakiyev çetesinin bu yılbaşında elektrik, doğalgaz ve suya yaptığı fahiş zamlar oldu. İlk zamlı faturalar Şubat ayında gelmeye başlayınca öfke de kabarmaya başladı. Durumun tehlikeli olabileceğini sezinleyen Bakiyev, Mart ayında geleneksel bir kurum olan Kurultayı toplamayı gündeme getirdi. Sözde halkın ileri gelenleriyle devlet yönetiminin bir araya gelerek sorunları konuştuğu ve halkın kendi sorunlarını devlete anlattığı bir kurum olan Kurultay elbette bir düzmeceydi.
Buna karşılık burjuva muhalefet kendi alternatif Kurultay’ını topladı ve asıl Kurultay’ın da bu olduğunu ilan etti. Birkaç bin kişinin katıldığı bu Kurultay’da yoksul halkın öfkesi yansımasını bulmaya başlıyor ve sonuçta zamların ve özelleştirmelerin geri alınması, anayasanın değiştirilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, politik tutsakların serbest bırakılması gibi talepler ortaya çıkıyordu. İlk olarak ülkenin kuzeyindeki Talas şehrinde patlak veren geniş protesto gösterileri işte bu kurultay sürecinin bir devamı olarak ortaya çıkmış oldu. Ertesi gün başkent Bişkek’e sıçrayan gösteriler daha da şiddetlenince, Bakiyev hem kitleler üzerine ateş açılmasını emretti hem de muhalefet liderlerini tutuklattı. Ancak beklenenin aksine bu hamleler kitlelerde bir kırbaç etkisi yarattı ve gösteriler hem ülkenin büyük bölümüne yayıldı hem de bir ayaklanmaya dönüştü. Böylece iki gün içinde Bakiyev makamını bırakıp Bişkek’ten kaçmak zorunda kaldı.
Özetle belirtmek gerekirse sürecin asıl dinamiği, yolsuzluklar ve talan nedeniyle hoşnutsuzluk ve öfkesi artmakta olan kitlelerin son zamlarla çileden çıkması olmuştur. Özellikle kuzey ve orta bölümleri olmak üzere, ülkenin büyük bölümüne yayılan ve yoksul emekçi kitlelerin geniş ölçüde katıldığı bir kitle ayaklanması yaşanmıştır. Dolayısıyla bu, Amerikancı “renkli devrimler” benzeri sınırlı bir kitle hareketliliğiyle gerçekleştirilen saray darbesi değil, bir halk ayaklanmasıydı. “Renkli devrim” süreçlerinin belirgin bir özelliği, sokaklara dökülen kesimlerin genellikle öğrenciler olması, daha ziyade başkentlerle sınırlı kalması ve şiddet boyutunun daha sınırlı olmasıdır. Oysa yukarıda kabaca anlattığımız gibi, burada yaşananlar geniş yoksul kitlelerin katıldığı, ülkenin önemli bölümünde karakolların basıldığı, devlet binalarının işgal edildiği, 100 kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin de yaralandığı bir halk ayaklanması durumunu yansıtmaktadır. Büyük olasılıkla burjuva muhalefet, kitle hareketinin yer yer silahlı bir nitelik kazanan bir halk ayaklanması noktasına varmasını beklemiyordu. İşin 2005’teki “Lale Devrimi” gibi daha yumuşak biçimde hallolabileceğini düşündüler. Fakat aradan geçen yıllar boyunca sıdkı sıyrılmış yoksul emekçi halkın öfkesi burjuva muhalefetin koymak istediği uslu sınırları aştı. Zaten tam da bu nedenle, geçici hükümeti oluşturan burjuva muhalefet liderleri öfkeli kalabalıkları zapturapt altına almakta büyük güçlük çekmekte, her fırsatta ısrarla sükûnet çağrısı yapmaktadırlar. Aynı nedenlerle, yapılan zamlar ve tepki çeken büyük özelleştirmeler hemen geri alınmıştır. Yine de yoksulların devlet binalarına ve mağazalara yönelik saldırıları ve el koymalar birkaç hafta boyunca sürmüştür.
Diğer taraftan, Amerika’yla askeri üs anlaşmasını yenileyip süreyi uzatan ve Rusya’ya “madik atan” bir liderliğin devrilmesinin bir Amerikan işi olduğu söylenemez. Nitekim Rusya kurulan geçici hükümeti derhal tanımış ve her türlü yardıma hazır olduğunu ilan etmişken, ABD hükümeti tanımamış ve “endişelerini” bildirmiştir. Elbette bundan sonra şekillenecek yeni burjuva yönetimlerin ABD ile ilişkileri için şimdiden kesin bir şey söylenemez. Büyük olasılıkla gelecek yeni yönetimler de eskiler gibi ABD, Rusya ve Çin arasında manevralar yapmaya, birini diğerine karşı koz olarak kullanarak kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışacaktır. Yine de şu aşamada Rusya’nın bir hamle üstünlüğü kazandığı açıktır. Fakat ülkede yaşanan süreci Amerikancı “renkli devrimlere” karşı Rusya’nın tezgâhladığı simetrik bir “karşı-renkli devrim” gibi nitelendirmek de doğru değildir. Rusya’nın ülke içindeki burjuva muhalefetle belli bir işbirliği içine girdiği tahmin edilebilirse de, yukarıda açıklanan nedenlerle yaşananları herhangi bir yabancı devlet komplosuna indirgemek mümkün değildir. Kaldı ki, nasıl “Lale Devrimi” pürü pak Amerikancı bir rejimle sonuçlanmamış, aksine belirgin Amerikancılar Bakiyev tarafından süreç içinde tasfiye edilmiş ve son bir yıla kadar Bakiyev genelde Rusya’ya yakın durmuşsa, şimdi gelen ve gelecek burjuva iktidarların da mutlak Rusçu olacağı söylenemez.
Öte yandan bu gelişmeleri bir devrimmiş gibi değerlendirmek de bir başka yanlıştır. Yaşanan şey, hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan bir halk ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma ne toplumsal düzeni ne de siyasal rejimi değiştirmiştir. Şu anda geçici iktidar koalisyonunu oluşturan ve sosyal demokrat adını taşıyan birden fazla partiyi de barındıran muhalefet cephesi içinde burjuva ufkun ötesine uzanan hiçbir unsur bulunmamaktadır. Bu tür unsurların ve örgütlülüklerin yokluğu koşullarında, doğal olarak tepkiler esasen zamlara, yolsuzluğa ve çürümeye karşı öfkeyle sınırlı kalmakta, daha öteye uzanan bütünleyici toplumsal ve programatik talepler ortaya çıkmamaktadır. Bu durum da yönelimsizliğe ve kısa süre sonra da umutsuzluk ve çaresizlik içinde bir bitkinliğe yol açmaktadır.
Orta Asya ülkeleri ve emperyalist rekabet
Küçük Baltık cumhuriyetleri (Litvanya, Letonya ve Estonya) hariç tutulursa, hemen bütün Sovyet sonrası bağımsızlık kazanan ülkelerde egemenler genel olarak ikili bir konumda olageldiler. Çöküş döneminden bu yana bu egemenlerin bir yüzleri Rusya’ya diğer yüzleri Batı emperyalizmine, yani esas olarak ABD emperyalizmine bakmıştır. Onlar küresel emperyalist güç oyunundan kendilerine bir iktidar devşirebilmek için kendi olanak ve yetenekleri dairesinde bu oyunun küçük oyuncuları olarak devrede yer aldılar ve bu esas itibariyle halen de böyledir. Bu genel çerçevenin söz konusu ülkelerdeki önemli siyasal değişimleri anlamak için gerekli temeli oluşturduğu unutulmamalıdır. Bu çerçeve dahilinde buralardaki egemenler arasında küresel emperyalist güç dengelerinin akışına ve değişimlerine göre farklılaşan tutum ve ayrışmalar olmuştur.
Bu ülkelerin, coğrafi konumları ve tarihsel kökleri gereği Rusya’dan bıçakla kesilmiş gibi ayrılmalarının ve ona tümüyle sırtlarını dönmelerinin oldukça zor olduğu açıktır. Belki buna yeteneği olduğu söylenebilecek Ukrayna gibi Avrupa sınırında ve iri bir ülkenin bile bunu hâlihazırda başaramaması yeterince önemli bir kanıt niteliğindedir. Zira son dönemde Ukrayna’da yaşananlar Rusya’nın bu ülkeyi yeniden kendi yörüngesine alma konusunda önemli aşamalar kaydettiğini göstermektedir.
SSCB’nin çöküşünü takip eden yaklaşık 15 yıllık sürede Rusya’nın yaşadığı zayıflama ve sorunlar bu ayrılan cumhuriyetlerin egemenlerinin Amerikan ve Batı emperyalizmine doğru meyillerini güçlendiren bir etmen oldu. Ancak hem Amerikan emperyalizminin genel gerilemesi hem de bu arada Rusya’da rejimin gitgide kendini güçlendirip tahkim etmesi, dengelerde önemli değişimlere yol açmaktadır. Şüphesiz ne “boşluk” döneminde Rusya’nın mutlak bir kaybı ve ABD emperyalizminin mutlak kazanımı vardı ne de sonrasında tam tersi. Burada göreli dengelerden ve genel tablodan söz etmekteyiz. Tek tek her bir ülke için somut durumlar ve iç dengeler de ayrıca farklılıklar göstermektedir.
ABD emperyalizmi SSCB’nin çöküşü sonrası kazandığı mevzileri daha belirleyici biçimde pekiştirmek ve ileri götürmek için uzun zamandır çalışmalarını yürüttüğü ve sonradan “renkli devrimler” olarak adlandırılan süreçlerle bir dizi ülkede iktidara doğru “bitirici” hamleler yaptı. 2000-2005 yılları arasında gerçekleşen bu süreçlerin sonucunda Sırbistan’dan Ukrayna’ya, Gürcistan’a kadar birçok ülkede Amerikancı liderlikler iktidara geldiler. Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”nde de Amerikancıların dahli bulunmakla beraber burada diğerlerindeki türde Amerikancı bir iktidar çıkmadı. Ancak özellikle 2000’lerle birlikte toparlanması hız kazanan Rusya son beş yıl içinde bu ülkelerin büyük bölümünde konumunu bir biçimde güçlendirerek “renkli devrimleri” bir anlamda geri devşirmeye başladı. Aynı şekilde Çin’in de küresel düzeyde dev adımlarla güçlenmesi ve buna paralel olarak ABD (ve Avrupa) emperyalizminin küresel düzeyde genel bir gerileme yaşıyor olması da bu sürece katkıda bulunuyordu. Bugün genel anlamda bu eğilimler sürmektedir ve esasen Kırgızistan’da Rusya’nın elde ettiği avantaj da bu genel sürecin bir parçasını oluşturmaktadır. ABD Orta Asya bölgesinde tesis etmeyi başardığı askeri üslerden Özbekistan’dakini bu sürecin bir parçası olarak kaybetmiş ve yukarıda anlattığımız gibi Kırgızistan’dakini de kaybetme noktasına gelmişti. Eğer Rusya ve Çin’in ağırlığı son yıllardaki gidişata uyumlu olarak artmaya devam ederse, Kırgızistan’daki üssün de kapatılması pekâlâ gündeme gelebilir.
Bişkek’in hemen dışındaki bu üs her ne kadar ABD’nin Afganistan’daki operasyonları için lojistik destek üssü olarak lanse edilse de, üssün bunun yanı sıra ve kuşkusuz çok daha önemli olarak Rusya ve Çin’e karşı gözetleme-dinleme gibi faaliyetler için kullanıldığına şüphe yoktur. Kırgızistan’ın buradaki özgünlüğü yeryüzünde hem Amerikan hem de Rus askeri üssü bulunduran tek ülke olmasıdır. Kırgızistan’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’nün üyesi olduğunu ve ekonomik olarak daha ziyade Rusya ve Çin’le ilişki içinde olduğunu hatırlayacak olursak, küçük ve kaynakları kıt bir ülke için bu ikili durumun sürdürülmesinin zor olacağı açıktır.
Sonuç olarak, Orta Asya ülkelerinin bürokrattan bozma yeniyetme burjuva egemenlerinin bir yandan bu güç oyununu oynamak bir yandan da Rusya’dan asla tümüyle kopamamak şeklindeki konumları bir nesnelliği ifade etmektedir. Genel olarak yoksul olan bu ülkelerde emekçi kitleler sefaletin ve baskıcı diktatörlüklerin yükü altında onulmaz acılar çekiyorlar. Bu ülkelerin hepsinde nüfusun ciddi bir bölümü iş bulmak için Rusya’ya gidiyor ve aileleri Rusya’dan gönderilen paralarla güç belâ geçimlerini sağlayabiliyorlar. Bu ülkelerin egemenleri de eğitimlerini Rusya’da almış, Rusça konuşan egemenler. Dahası, ta SSCB döneminde yerleştirilen ekonomik yapılanma, bu ülkelerle Rusya arasında ciddi ekonomik bağımlılık ilişkileri anlamına geliyor. Elbette zamanla buralar bu bağımlılığı azaltma yönünde çaba harcadılar, ancak özgün kökleri olan bu karşılıklı bağımlılığın nesnel zemini ortadan kalkmış değildir. Kırgızistan ve eski Sovyet cumhuriyetleri arasındaki ekonomik ilişki ve bağımlılık konusunda önemli bir nokta da, Kırgızistan’ın bölgedeki 5 ülke için son derece önemli olan su kaynaklarına sahip olmasıdır. Ülkedeki hummalı baraj çalışmalarının temel güdüsü de bu kaynağı bir koz olarak kullanma isteğidir. Bunun başka çatışmalı ilişkiler için bir zemin döşediğini belirtmeye gerek yoktur. Nitekim bu çevre ülkeler çoktandır bu barajlar konusunda seslerini yükseltmekte ve su üzerinde söz hakkı istemektedirler.
* * *
Yoksul emekçi kitlelerin örgütsüz kalkışmasının nice örneklerinden biri yaşanmıştır Kırgızistan’da. Ve bu tür kalkışmalarda hep olduğu gibi bir kez daha egemenler bundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmışlar ve kitleler yine eski düzenin temellerine dokunmayan bazı küçük düzenlemelerle idare etmeye mahkûm kılınmışlardır. Sınıf bilinçli işçilerin buradan bir kez daha hatırlamaları gereken ders, şüphesiz örgütlülüğün önemi ve bu düzen var oldukça ayaklanmaların ve devrimlerin devrinin asla geçmediğidir. Bu dersin bir uzantısı da, kuşkusuz egemenlerin ancak kitlelerden korktukları zaman reformlar yapabildikleri, tavizler verdikleridir.
Kırgızistan’da yaşanan süreçler dolayısıyla hatırlanması gereken önemli bir nokta, sosyalistlerin çoğunun göz ardı ettiği, hatta aksini savunduğu bir noktadır. Bugün Kırgızistan ve diğer SSCB artığı ülkelerin çoğundaki yozlaşmanın, çürümenin, zorbalığın, mafyatizmin, soysuzlaşmanın kökleri önceki dönemde yatmaktadır. Bu sefil tablo, uzun yıllar boyunca kitlelere sosyalizm diye yutturulan Stalinist bürokratik diktatörlüklerin yarattığı kirli miras ile çağımızın çürümüş kapitalizminin en iğrenç yönlerinin bir bileşimidir. Bugün kendini açıkça ömür boyu şef ilan edenler de, aile hanedanlıkları kuranlar da, ülke zenginliklerini hiçbir kural tanımaksızın yağmalayanlar da, her türlü Bizans entrikalarını çevirenler de, mafyatik zorbalığı kural haline getirenler de, çiğ bir sefahat içinde yuvarlananlar da eskinin “sosyalist” liderleriydi. Geçmişin bürokratik egemen sınıfı burjuvaya dönüştüğünde ortaya çıkan kapitalizm böyle bir şeydir işte!
link: Levent Toprak, Kırgızistan’da Halk Ayaklanması, 20 Nisan 2010, https://marksist.net/node/2436
Irak Seçimleri, Nükleer Zirve ve “Barışçıl Emperyalizm”
Nükleer Silahsızlanma mı?