Devrimler nadir olaylar olmakla beraber, kapitalizmin tarih sahnesine çıkış süreciyle birlikte, özellikle de 20. yüzyılın başlamasıyla hızlanmış olan tarih, birçok devrime sahne olmuştur. Bu devrimler arasında, şimdi 93. yılını kutladığımız Ekim Devriminin ayrı bir yeri bulunuyor. Ancak 72 gün yaşayabilmiş Paris Komünü bir yana bırakılacak olursa, tarihte ilk kez ezilen ve sömürülen kitleler, sömürücü sınıflardan herhangi birisinin peşine takılmaksızın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda hareket ediyor ve ilk kez kendi sınıf iktidarlarını kuruyorlardı. Tarihte daha önceki devrim süreçlerine katılan emekçi kitleler mutlaka egemen sınıfların belli bir kesiminin diğerlerine karşı güttüğü hedeflerin gerçekleşmesine yardımcı olma rolüne mahkûm oluyorlardı. Keza Ekim Devriminden sonra da yeryüzünde sayısız devrimler yaşanmış, ama ya bu olgu özgün biçimler altında tekrarlanmış ya da devrim süreçleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu nedenle abartma olmaksızın diyebiliriz ki, Ekim Devrimi tarihin şimdiye kadar gördüğü en köklü toplumsal devrimdir ve hâlâ aşılamamıştır.
Marx 1848 Martından sonra Alman devriminin kendisini ispatlayan güdüklüğü karşısında acımasız eleştirilerini yöneltirken, onu İngiliz ve Fransız devrimleriyle karşılaştırmış ve bu devrimlerin kendi çağlarını karakterize eden evrensel niteliğini vurgulamıştı. Bu evrensel karakter hiç şüphesiz Ekim Devrimi için çok daha fazlasıyla geçerlidir. Ekim Devrimi, kapitalizmin çürüme çağında, insanlığın önüne tarih tarafından konmuş temel sorunların çözümü yolunda yapılmış emsalsiz bir atılımdı.
Bu müstesna niteliğine rağmen Ekim Devriminin günümüzde yeterli ilgiye mahzar olmuyor gibi görünmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Bu tümüyle sınıf mücadelesinin ve sınıflar arası güç dengesinin mevcut durumunun bir yansımasıdır. Burjuvazinin uzun yıllardır süren pervasız karşı-devrimci saldırıları, Ekim Devriminin güncel önemine ilişkin yaygın bir bilincin oluşumuna darbe vurmuştur. Ancak bu asla kalıcı bir durum değildir. İşçi sınıfı mücadele ettiği ölçüde tarihsel hafızasına kavuşmaktadır.
Gerçekte Ekim Devrimini ortaya çıkaran temel itkiler işçilerin derinlerde yatan sınıf güdülerinde yaşamaya devam etmektedir. Bunun içindir ki düzen ideologları, yıllar boyunca devrim düşüncesinin defterini dürdükleri yolundaki zafer naralarına rağmen rahata erememişlerdir. Nitekim 2000’li yıllar boyunca özellikle Latin Amerika ülkelerinde yaşananlar da buna işaret etmekte ve devrim ejderhasının toprağın altında kıpırdamaya başladığını göstermektedir.
Dünya kapitalist düzeninin uzun yıllardır onu ve temsil ettiği değerleri hedef alan ağır ideolojik saldırılarına rağmen, Ekim Devriminin idealleri ve hatırası insanlığın derin hafızasından silinememiştir. Sadece kapitalist düzenin saldırıları mı? Sovyetler Birliği’nde ve benzer rejime sahip ülkelerde egemen olan Stalinist bürokrasinin karşı-devrimci mirasına ne demeli? Gerçek şu ki, egemen Stalinist bürokrasi, işçi sınıfının kurtuluşu davasına ve sınıfsız toplum özlemine burjuvazinin hiçbir saldırısının veremeyeceği zararı vermiştir. Burjuvazi Ekim Devriminin açıktan düşmanıydı, ama Stalinist bürokrasi kendisini onun sahibiymiş gibi gösteren, onun ideallerinin taşıyıcısıymış gibi gösteren çok daha zararlı ve sinsi bir düşmandı.
Devrimci parti
İnsanlık tarihinin en heyecan verici hadiselerinden biri olan Ekim Devrimi engin deneyimlerle doludur. Bu bakımdan onu pek çok yönden ele alıp incelemek mümkündür. Toplumsal, siyasal, tarihsel bakımlardan sözü edilebilecek sayısız yönlerden tutun da, sanat üzerindeki etkisine kadar tüm bu zenginliği layıkıyla kucaklamak zordur. Ancak bugün tüm insanlığın yaşadığı yakıcı, can alıcı sorunlar bağlamında özellikle odaklanılması gereken nokta Ekim Devriminin farkını doğuran halkayı belirginleştirmektir. Bu nokta Ekim Devrimiyle bağlantılı tüm temel siyasal sorunların gelip düğümlendiği noktadır ki, o da, açıklamaya çalışacağımız üzere, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesi yani devrimci partisi sorunudur.
Örneğin Rus Devriminin son tahlilde Rusya’nın geriliği ve devrimin izole olması sonucu yenilgiye uğradığı tespiti doğru bir tespittir. Ama iş bununla bitmemektedir. Meseleyi sadece bu yönden koymak fazla yol aldırmaz. Meselenin düğüm noktasına bizi götürecek daha kritik bir soru şudur: Rus Devrimi neden izole oldu? Neden başta Almanya olmak üzere Avrupa’da devrimler başarılı olamadı ve dolayısıyla Rus Devriminin imdadına yetişemedi? İşte bu gibi sorulara yanıt aradığımızda dönüp dolaşıp varacağımız nokta devrimci önderlik, devrimci parti sorunu olmaktadır.
Eğer Ekim Devrimi başarısız bir devrim olsaydı, bugün çok az insanın hatırlayıp sözünü ettiği 1918 Alman devrimi gibi bir şey olurdu muhtemelen. O halde onun belirleyici yönü, açıktır ki, başarılı olması ve işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurabilmesiydi. Bu farkı yaratan şeyse, işçi sınıfının Bolşevik Parti gibi bir öncü devrimci partisinin olmasıydı. Olayların tüm gelişim süreci en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir ki, Lenin ve onun inşa ettiği Bolşevik Parti olmasaydı Ekim Devrimi gerçekleşemez, işçi sınıfı kendi iktidarını kuramazdı. Dolayısıyla Ekim Devriminin sırrını çözmek isteyenlerin en çok üzerinde durması gereken konu, tastamam devrimci önderlik, devrimci parti sorunudur.
Bu yalnızca bugün yıldönümü dolayısıyla andığımız Ekim Devrimini anlamak için değil, aynı zamanda ve şüphesiz çok daha yakıcı olarak, günümüzün sorunlarına çözüm bulmak bakımından da büyük bir zorunluluktur. Diğer bir ifadeyle, buradaki mesele sadece tarihsel bir mesele değil, güncel bir meseledir. Örneğin 2000’li yılların başından bu yana Latin Amerika’nın birçok ülkesinde devrimci durumlar oluşmasına kadar varan kitle seferberlikleri ve sert sınıf mücadeleleri olduğu halde, bu mücadeleler işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanmamıştır. Böylece işçi kitleleri harekete geçiren sorunlar temelde çözümsüz olarak kalmaya devam etmekte ve bu da kitlelerde kayıtsızlaşmaya, moral bozukluğuna yol açabilmektedir.
Ekim Devrimi bugünkü takvime göre aslında Kasım ayında gerçekleşmişti. 1917 Kasımından tam bir yıl sonra 1918 Kasımında bu kez Almanya’da işçiler Rusya’daki sınıf kardeşleri gibi göğü fethe çıktılar. Dövüşkenlik ve beceri açısından Rusya’daki kardeşlerinden eksikleri yoktu. Ama Lenin sadece birkaç hafta önce şu uyarıda bulunmuştu: “Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci bir parti olmamasıdır. Scheidemannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Webbler ve hempaları gibi hainlerin partileri, ya da Kautsky gibi uşak ruhlular var. Devrimci parti yok Avrupa’da. Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor.”
Lenin’in uyarısı haklı çıktı ve ne yazık ki Alman işçilerinin devrimci atılımı başarıya ulaşamadı. Böylece iki Kasım arasındaki fark da açıkça ortaya çıkmış oldu. İlk bakışta bu, sorunu basite indirgemek gibi görünebilir. Ancak konu tüm karmaşıklığı içinde düşünüldüğünde, çok sayıda nedensel ilmiğin dönüp dolaşıp devrimci parti sorununda düğümlendiği görülür. Devrimci parti sorunu tüm karmaşıklığı içinde ve doğru biçimde kavrandığında varılacak sonuç budur.
Nasıl bir parti?
Bu da bizi nasıl bir parti sorusuna getirmektedir. Modern sosyalizmin 150 yılı aşkın mücadele tarihinin teorik ve pratik birikimleri bu soruya net bir yanıt vermek için fazlasıyla yeterlidir. Ve tüm bu birikim bize bu sorunun yanıtının Lenin’in bundan yaklaşık yüz yıl önce temellerini atmaya başladığı Leninist parti anlayışında yattığını göstermektedir.
Bugün Leninist parti dendiğinde kendine sosyalist diyenlerin bile çoğunun yüzünü buruşturduğu biliniyor. Son zamanlarda oluşturulmuş olan genel kanı Leninist parti anlayışının artık tarihte kalmış demode bir anlayış olduğudur. Buna göre, dünya çok değişmiştir ve bu anlayış günümüz dünyasının gerçekliklerine uygun düşmemektedir. Hatta internet gibi iletişimi ve etkileşimi kolaylaştıran yeni teknolojik imkânlar sayesinde merkezi bir örgütlülüğün bile önemini yitirdiği ve bıraktık Leninist partiyi, genel olarak parti örgütlenmesinin bile gereksiz hale geldiği yolunda düşünceler giderek daha yaygın dillendirilebilmektedir.
Bu düşüncelere zemin döşeyen temel bir olgu, şüphesiz Stalinist bürokrasinin egemenliğindeki Sovyetler Birliği’nin (ve diğer benzeri rejimlerin) çöküşünün, Leninist parti anlayışının da güya yanlışlığının ispatı gibi gösterilmeye çalışılması olmuştur. Stalinizmin Lenin’in temsil ettiği proleter devrimci mirasın bir olumsuzlaması olduğu gerçeğini, dolayısıyla ikisi arasında bir süreklilik değil, aksine gerici yönde bir kopuş olduğunu burada anlatma gereği duymuyoruz. Bu konuda diğer birçok yazı bir yana, temel eser olarak Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabına bakılabilir.
Leninist parti anlayışı hakkındaki bu olumsuz yaklaşımlar ve aynı yöndeki daha birçok düşünce, politik pratiğin ve teorik keşfin ürünü olmaktan çok, dünya ölçeğinde ağır bir gericilik döneminin yarattığı basıncın ifadesidir. İşçi sınıfına ve Marksizmin bilimsel müktesebatına kendisini dayandırmayan küçük-burjuva anlayışlar sözüm ona çağa uygun mucizevî çareler aramaya koyulmuşlardır. Burjuva ideolojisinin korkunç ağırlığına direnerek Leninist bir yol tutturmak son derece zorlu bir süreç olduğundan, bu tarih kesitinde sesi daha çok çıkan söz konusu kesimler, kolay çözümler, kestirme yollar aramakta, kendi siyasi varlıklarını bir biçimde sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Sosyalistlerin büyük bölümü Ekim Devrimine hararetle sahip çıktığı halde, bunların çoğu Ekim Devrimi deneyimini derinlemesine irdelemekten ve onu Ekim Devrimi yapan kilit unsuru teşhis etmekten ısrarla kaçmaktadır. Bu yaygın bir durumdur. Çünkü Ekim Devrimi hakkında konuşmak kolay, ama onun gereklerini yerine getirmek zordur. Ve devrimi gerçekten isteyen onun aracını da istemek zorundadır. Bu bakımdan Leninist parti anlayışının gerçekte ne olup ne olmadığına açıklık getirmek bir gerekliliktir. Burada bunu en azından bazı temel çizgiler itibarıyla yapmaya çalışacağız.
Doğru teori, sağlam örgüt, proleter sınıf temeli
Rusya’da işçi sınıfının burjuvaziyi alaşağı edip kendi iktidarını kurabilmesinde sonucu tayin eden şey, ona doğru bir yol göstericilik yapabilen Bolşevik Parti’ydi. Bolşevik Parti’nin bunu başarabilmesinin üç temel nedeni bulunuyordu. Birincisi, “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” ilkesinin Bolşevik Parti’de hayat bulmasıydı. Buradaki fikri şöyle de ifade edebiliriz: istediğiniz kadar becerikli ve kapasiteli bir örgüte sahip olun, doğru fikirleriniz, doğru bir yönelişiniz ve taktik kavrayışınız yoksa, başarıya ulaşmak mümkün değildir. İkincisi, Bolşeviklerin, devrimci fikirleri sindirmiş, yıllar içinde ter akıtılarak, taş üstüne taş konarak inşa edilmiş bir devrimci örgüte sahip olmalarıydı. Bu olmadan, istediğiniz kadar doğru ve güzel fikirlere sahip olun, bunların hayata geçmesi, kitlelerde ete kemiğe bürünmesi söz konusu olamaz. Ve üçüncüsü, Bolşeviklerin tümüyle işçi sınıfının içine kök salmış olması, işçi sınıfının organik bir parçası olmalarıydı.
Leninist parti sorunu basitçe bir “örgütlenme tekniği” sorunu değildir. Bu sorun her şeyden önce proleter devrimin doğası sorunuyla doğrudan bağlantılıdır. Proleter devrim, tanımı gereği yeni bir sömürücü sınıf egemenliği yaratma uğruna değil, tüm sınıfların ve devletin ortadan kalktığı bir düzene geçiş sürecini başlatmak üzere gerçekleştirilecek büyük bir tarihsel eylemdir. Böylesi bir eylem dar bir azınlığın “kurtarıcı” eylemi olamaz, o emekçi kitlelerin kendi eseri olmak zorundadır. Emekçi yığınların aktif katılımı olmaksızın ve bunu ifade eden bilinç sıçramaları olmaksızın proleter devrimler gerçekleşemez. Nitekim başarılı ve başarısız tüm proleter devrim deneyimlerinde geniş emekçi yığınların etkin bir katılımına ve hayranlık uyandırıcı işler başaran öz-örgütlülüklerin pıtrak gibi çoğalıp yaygınlaşmasına tanık oluruz. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır sözünün anlamı budur.
Bu bağlamda ikinci önemli nokta, bu tarihsel eylemin asıl taşıyıcı ve önder gücünün işçi sınıfı olmasıdır. Yani esas olarak köylülüğe ya da kentli ara emekçi katmanlara dayanan kitle seferberlikleri sınıfsız topluma giden yolu açamazlar. Dolayısıyla Leninist parti ya da örgütlenme herhangi bir sınıf içinde hayat bulabilecek, işçi sınıfından bağımsız bir “örgütsel biçim” değildir. Leninist örgütlenme anlayışının kesin bir proleter sınıfsal içeriği vardır ve bundan arındırılamaz. Aynı şekilde büyük oranda öğrencilerden ve küçük-burjuva aydınlardan oluşan yapılanmaların da, söylemleri ne olursa olsun, Leninist anlayışa uygun olmaları mümkün değildir.
Bu son nokta özellikle önem taşımaktadır, çünkü Leninist parti anlayışına ilişkin yanlış algılamalara ve karalamalara zemin oluşturan birçok pratik bu alanda üremiştir. Uzun yıllar boyunca dünyanın dört bir yanında (çoğunlukla ara katmanların büyük yer kapladığı azgelişmiş ülkelerde) proleter sınıf temeline oturmayan küçük-burjuva devrimci yapılanmalar ortaya çıkmış ve bunlar Lenin’in yolundan gittiklerini iddia etmişlerdir. Lenin’in partisinde asla söz konusu olamayacak bir varoluş sergileyen bu küçük-burjuva örgütlenmeler, aslında kökleri ta Blanqui’ye uzanan ve Rusya’da da küçük-burjuva Narodnik devrimcilerin temsil ettiği bir geleneğe dayanıyorlardı. Lenin’in geliştirdiği öncü parti ve “dışardan bilinç” gibi kavramların yanlış yorumu ve çarpıtılması üzerine kendisini temellendiren bu tür oluşumların kendilerini Leninizm kılığında sunması geniş emekçi kitlelerde yanlış algılamaların oluşmasına yol açmıştır.
Söylemleri ne olursa olsun, proletarya sosyalizminin değil, fakat küçük-burjuva sosyalizminin bir ifadesi olan bu tür oluşumların genel ve temel bir özelliği, kendilerine kerameti kendinden menkul bir öncülük/önderlik vasfını yüklemeleri ve bu inançla emekçi kitlelere karşı lafazan, ultimatomcu, hotzotçu tutumlar benimsemeye eğilimli olmalarıdır. Küçük-burjuva devrimciliğinin bu çeşidinin eğilimi, kitlelere yol göstermeye çalışmak, onların bilinç ve örgütlülüğünün gelişmesini sağlamak değil, onlara buyurmaktır.
Bu anlayış, sosyalist devrimin asıl olarak kendi eylemleriyle, özellikle de askeri eylemleriyle gerçekleşebileceğini düşünür. Yani kitlelere güvenmez. Bunun değişik versiyonları ortaya çıkmıştır. Meselâ Çin’de ortaya çıkan Maocu komünist parti örgütlenmesi böyledir. Çin devrimi kuşkusuz kitlelerin desteğine dayanmıştı. Ancak bu destek işçi sınıfından ziyade köylü yığınların desteğiydi. Bu destek bir ölçüde geniş bir yoksul köylü yığınının ordu içinde askeri örgütlenmesi biçiminde, bir ölçüde de pasif destek biçimde olmuştur. Örneğin büyük kentlerde işçilerin grev yapmaları bizzat Maocu KP tarafından engellenmiştir. Sonuç olarak işçi devrimlerinde görülen konsey tipi öz-örgütlülüklerin oluşumu ve işçi sınıfının aktif ve bağımsız eylemi söz konusu değildir. Ve bunun sonucunda ortaya çıkan rejim de işçi demokrasisinden eser taşımayan bir bürokratik diktatörlük rejimi olmuştur. İşçilerin, devletin sahibi olan bürokrasi tarafından kolektif olarak sömürüldüğü bir diktatörlük.
Aslında işçilere bu güvenmeme ve onların devrimci inisiyatifini engelleme niteliği sadece bu tür yapılarda değil, sanki bunun tam aksini savunuyormuş gibi bir duruş içinde olan sosyal-demokrat/sosyalist partilerde de söz konusudur. Özü gereği parlamentarist olan bu sosyal-demokrat anlayış da geniş emekçi yığınlara, “sizin kendi öz-örgütlülüklerinizi yaratmanıza, bu yapılar aracılığıyla inisiyatif göstermenize, karar süreçlerinde bulunmanıza gerek yok” der. Bunun yerine “siz bana seçimlerde oy verin, ben parlamentoda sizi temsilen, sizin hayrınıza olacak düzenlemeler için uğraş veririm” diye vaatte bulunur. Bu anlayış parti üyeliğini mümkün olduğunca geniş tutarak, en geri bilinçli işçilerin de partiye üye yapılmasını sağlayarak, ortalama bilinç düzeyinin düşük kalmasını garantiye almaya çalışır ve böylece tepedeki bürokratik kastın manevra alanını genişletir. Tabanda bilinç ne kadar düşükse, yaratıcı, verimli ve gerçek anlamda demokratik bir tartışmanın olma imkânının da o kadar düşük olacağı ve olduğu açıktır. Ezkaza bu partilerin içinde işçileri daha devrimci, mücadeleci bir yöne doğru çekmeye çalışanlar çıkarsa da, o cicili bicili demokratik/özgürlükçü maskeler fırlatılıp atılır ve bürokratik sıkıyönetimle bu tür unsurlar temizlenir. Diğer taraftan herhangi bir vesileyle işçilerin daha mücadeleci bir yola meyletmeleri halinde bu partilerin bütün uğraşı, işçilerin inisiyatifini, eylem coşkusunu boğmak, enerjiyi pörsütüp boşa çıkarmak, oluşan yeni bilinç kıvılcımlarını doğar doğmaz yok etmeye çalışmak oluverir.
Peki işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı temel ilkesi, onun bir devrimci partiye ihtiyaç duymadığı anlamına gelir mi? Hayır gelmez. Birincisi, eğer adına layık bir partiden bahsediyorsak, bu parti işçi sınıfının dışında bir örgüt değil, bilakis onun kendisine ait ve onun içinde bir örgüt demektir. İkincisi, devrimci partinin belirleyici olmaması anlamında işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin kurtuluşa yetmemesi gerçeğidir. Yani işçi sınıfının kendiliğinden eylemiyle ulaşabileceği bilincin sınırları vardır ve bir devrimci parti ihtiyacı da esasen buradan kaynaklanır. Tüm tarihsel deneyimin açıkça gösterdiği gibi proleter devrim kitlelerin kendiliğinden eylemiyle ve bu eylemin bilinç sınırları içinde başarılamaz. Devrimin gerçekleşmesi için başarılması gereken zorlu ve kapsamlı görevler kitlelerin kendiliğinden hareketinin otomatik bir ürünü olarak çözüme kavuşturulamaz. O nedenle, bilinç unsurunun öneminin ve bunun sürekliliğinin sağlanması için kendiliğindenliğin gelgitlerine bağımlı olmayan bir örgütlenmenin zorunluluğunun kavranması şarttır.
Yukarıda bahsettiğimiz küçük-burjuva devrimciliği anlayışı kendini proletaryanın yerine koyma sonucunu verirken, kendiliğindenliğe tapınma da bilinçli örgütün görevlerinin küçümsenmesine, örgütsüzleşmeye ve proletaryanın yenilgisine yol açar. Lenin’in ünlü “proletaryanın iktidar mücadelesinde örgütten başka silahı yoktur” sözü bu gerçekliğin özlü bir anlatımından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu şey, ne kendini işçi sınıfının yerine koyan ve esasen ondan kopuk dar ikameci bir örgütsel anlayıştır ne de kendiliğindenliğe bel bağlayan örgütsüzleştirici bir anlayış. İşçi sınıfı kendi bağrından çıkan ya da kesin sınıfsal intiharını yaparak onun mücadele saflarına katılmış diğer sınıfsal kökenlerden gelen, deneyimle sınanmış, güvendiği komünist öncülerinin örgütlü yol göstericiliğine ihtiyaç duyar. Ancak böylesi bir yol göstericilik onun bağrında taşıdığı engin potansiyelin tüm boyutlarıyla açığa çıkmasını sağlar. Ancak böylelikle proleter devrim başarıya ulaşır, sınıfsız topluma giden yol açılır.
Böylesi bir rolü ancak öncü bir parti oynayabilir. Bu nedenle Leninist parti anlayışı kesinlikle bir öncü parti anlayışıdır.
Leninist parti öncü partidir
Öncü parti kavramının küçük-burjuva devrimciliği tarafından yanlış yorumlanması ve çarpıtılması ile ilgili soruna yukarıda değindiğimiz için konunun o yönüne burada girmeyeceğiz. Öncü parti anlayışının karşısında ise kitle partisi anlayışı yer alır. Kitle partisi anlayışı kulağa daha sempatik gelebilirse de, yukarıda örneğini verdiğimiz sosyal-demokrat partilerin niteliği ve tarihsel sicili ortadadır. Milyonları kucaklayan Alman Sosyal Demokrat Partisi bugün 92. yıldönümü olan 1918 Alman Devriminde ve Alman işçi sınıfının takip eden birkaç yıl içindeki tüm devrimci kalkışmalarında sınıfa ihanet ederek karşı-devrimci rolünü oynamıştır. Bu durum, sonrasında faşizmin zaferine giden yolu da döşeyerek milyonlarca emekçinin canına mal olmuştur. Bir başka örnek, bizzat Rus Devrimi deneyiminden verilebilir. Menşevikler tam da Lenin’e karşı “kitle partisi” anlayışını savunuyorlardı ve Bolşevik/Menşevik ayrışması asıl olarak bu temelde gerçekleşmişti. Hemen her aşamada Bolşeviklerden çok daha geniş bir üye kitlesine sahip olmakla beraber, Menşevikler devrim anı gelip çattığında devrimi burjuvazinin kucağına oturtmak için uğraşmışlardır. Uzun yıllar aynı partinin iki kanadını oluşturan bu iki eğilimin vardığı noktalar böylesine farklıdır.
Gerçeklik bu olduğu halde, bugün Lenin’in mirasını sürdürme savında olan nice sosyalist çevre, kitle partisi sözünü ağzından düşürmemektedir. Bu çevreler ya Lenin’in savunduğu öncü parti anlayışının devrinin geçtiğini söylüyorlar, ya da allem edip kallem edip kendi Menşevik anlayışlarını Lenin ile uyum içindeymiş gibi göstermeye çalışıyorlar. İşçi sınıfının devrimci çıkarları açısından her iki yol da yanlış ve sakattır.
Kitlelerin gerçek özlemlerini ve devrimci potansiyellerini harekete geçirebilmek için onları ileriye çekebilecek, geri bilinç biçimlerine, ortalamaya teslim olmayacak bir irade gereklidir. Bu, bilinç düzeyi olarak kitlenin üstünde kalmayı başarabilen bir örgütlülüğün işi olabilir. Bu da öncü parti demektir. Kitle partisi demek ise, bilincin sulandırılması, ortalama bilinç düzeyinin düşüklüğü demektir, ortalama bilince boyun eğmektir. Böylesi bir örgütlülüğün ileriye çekme gibi bir işlevi olamaz.
Çünkü bilinç sınıfın geniş kitlesi içinde dağınık ve eşitsizdir. Bir sınıfa ait olduğunun dahi farkında olmayan sayısız işçiden tutun, devrimci komünist bilinçli işçilere kadar geniş ve çok çeşitli bilinç düzeylerini içeren bir yelpaze söz konusudur ve bu düzey farklılıklarını oluşturan sayısız etmen vardır. Birbirinden çok farklı bilinç düzeylerine, büyük bilinç eşitsizliğine dayanarak etkin ve yönlendirici bir politik irade birliği oluşturmak mümkün değildir. Böylesi bir çeşitlilik ve eşitsizliği tek bir siyasal partide kucaklamaya kalkışan bir partinin devrimci bir rol oynaması söz konusu olamaz.
Şüphesiz işçi sınıfının içine gömülmüş bir parti olarak devrimci partinin, nihai devrimci rolünü oynayabilmek için, sınıfın bütünü ile etkileşim içinde olmasına ve ona fiilen yol gösterebilmesine yetecek kadar geniş bir kitlesi olmak zorundadır. Ve bunun bir avuç insan olmayacağı açıktır. Bolşevik Partinin tarihine baktığımızda devrimci yükseliş dönemlerinde, tam da genel sınıf bilincinin kitlesel düzeyde ve sıçramalı yükselişi nedeniyle, partinin üye sayısının çarpıcı biçimde artarak on binlere ve giderek yüz binlere vardığını görürüz. Ama bu durum, tam da, ölçünün nicelikten ziyade bilinç düzeyi olduğunu ortaya koyar.
İşçi sınıfı hareketinin önündeki çok yönlü sorunlara devrimci çözümler üreterek yol gösterebilmek için gerekli tartışma da, ancak bilinç düzeyi yüksek bir partide cereyan edebilir. Çünkü gerçek anlamda demokratik ve nitelikli bir tartışmanın şartı bilinçtir. Diğer taraftan bu sürecin ikinci ayağı da, yine ancak Leninist parti anlayışı tarafından hayata geçirilebilecek niteliktedir. Lenin’in de vaktiyle belirttiği gibi “devrimci teori son şeklini ancak pratik içinde alabilir”. İşçi sınıfının derinliklerine kök salmamış, onun gerçek anlamda bir parçası olmamış bir örgütlenmenin, teorisini pratiğe geçirme, test etme ve tüm bu sürecin sonunda düzeltme olanağı yoktur. İşçi sınıfının dışında olanların, ona uzak bir hayat sürenlerin böylesi süreçleri var etmeleri düşünülemez. Bu ancak buna yetenekli, yetişmiş proleter devrimci kadrolarla mümkün olabilir. Leninist anlamda parti, teori ile pratiğin birliğini temsil eder, bu birliği cisimleştirir.
Teorinin pratiğe geçmesi aynı zamanda yüksek bir irade birliğini ve disiplin anlayışını gerektirir. Gevşek, laçka yapılanmaların sınıf mücadelesinin zorlu görevleriyle baş etmeleri beklenemez. Bu disiplin kişiye dışarıdan zorla dayatılan bir disiplin değildir. Leninist parti anlayışına dair bu noktaya kadar açıklamaya çalıştığımız boyutların içinden gelip süzülen doğal bir disiplindir. Bu bağlam çerçevesinde Lenin baştan bu yana tüm anlattıklarımızı özetlercesine şunları söylüyor:
“Proletaryanın devrimci partisinin disiplini nasıl korunmaktadır? Nasıl denetlenmektedir? Nasıl güçlendirilmektedir? Önce, proletarya öncüsünün sınıf bilinciyle ve onun kendini devrime adamasıyla, onun sağlamlığı, özverisi ve kahramanlığıyla. İkincisi, çalışan insanların en geniş yığınlarıyla, başta proletarya ile, ama aynı zamanda çalışan insanların proleter olmayan yığınlarıyla belirli ölçüde bağ kurma, en yakın ilişkiler sürdürme, ve –eğer dilerseniz– onların içinde erime yeteneğiyle. Üçüncüsü, bu öncü tarafından uygulanan siyasal önderliğin doğruluğuyla, geniş yığınların, doğru olduklarını kendi öz deneyimleriyle görmeleri kaydıyla, siyasal strateji ve taktiklerinin doğruluğuyla. Bu koşullar olmaksızın, görevi burjuvaziyi devirmek ve toplumun tümünü değiştirmek olan gerçekten ileri sınıfın partisi olma yeteneğindeki bir partide, disiplin sağlanamaz. Bu koşullar olmaksızın, disiplini yerleştirmek için yapılan bütün girişimler, kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğrar ve laf ebeliği ve soytarılıkla sonuçlanır. Öte yandan, bu koşullar birden ortaya çıkmaz. Bunlar ancak uzun çaba ve çetin deneyimlerle yaratılırlar. Bunların yaratılması, bir dogma olmayan, ancak son biçimini gerçek yığın hareketinin ve gerçek devrimci bir hareketin pratik eylemiyle yakın ilişkisi içinde alan, doğru devrimci teoriyle kolaylaştırılır.” (“Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı)
Bu sözlerin son bölümü bugünün güncelliğine mükemmelen bağlanmaktadır. “Bunlar ancak uzun çaba ve çetin deneyimlerle yaratılırlar” diyor Lenin. Ne yazık ki sosyalistlerin büyük bölümü, bugün çok daha çetin olan bu çabalardan uzak durmakta, ter akıtmaktan kaçınmaktadırlar. Bu kesimler işçi sınıfı içinde iğneyle kuyu kazarcasına devrimci çalışma yapmak, ağır tahrifata uğramış teorik mirası yeniden canlandırmak, adanmış kadrolar yetiştirmek gibi görevlerden kaçıyorlar ve bunun yerine “kitle partisi”, “çok kanatlı parti”, “çatı partisi” gibi değişik adlarla gündeme getirilen türlü türlü “proje”leriyle kolay başarı yolu arıyorlar. Ama uzun yıllardır sürdürülen bu çabalar sosyalist mücadeleyi ilerletmek bir yana, çok daha gerilere savurmuştur. Dünya işçi sınıfının değişik bölgelerde yeniden hareketlenmeye başladığı 2000’li yılların taze deneyimi de Leninist parti anlayışına uygun devrimci önderlikler olmadıkça yeni Ekim Devrimlerinin başarılmasının mümkün olmadığını tekrar tekrar göstermektedir. Öyleyse görev zorlu yoldan gitmek, ter akıtmaktır.
link: Levent Toprak, Ekim Devrimi ve Devrimci Parti, 1 Kasım 2010, https://marksist.net/node/2522
Zoraki Demokratlar, Statükocular ve İkiyüzlülük
Alaattin Karadağ Cinayetinde Mahkeme Katilleri Aklama Uğraşında