Myanmar’ın işçi ve emekçi halkları bir kez daha askeri bir darbeyle karşı karşıya kaldı. Kasım 2020’de yapılan seçim sonuçlarını uyduruk bahaneler öne sürerek tanımayan generaller, 1 Şubat itibariyle yönetime el koyduklarını açıkladılar. Darbeyle birlikte, seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanmış olan Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) partisinin liderleri ve hükümetin başındaki Aung San Suu Kyi tutuklandı. Ordu bir yıllığına olağanüstü hâl ilan etti ve sonrasında seçimleri yenileyeceğini duyurdu.
Ancak son birkaç haftada yaşanan gelişmeler, ordunun işinin bu kez kolay olmayacağını göstermektedir. Darbe ertesinde sağlık emekçilerinin başlattığı sivil itaatsizlik eylemleri şimdiden on binlerce kişiye ulaştı ve polis şiddetine rağmen kitlesel protestolar devam ediyor. Bu da göstermektedir ki dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Myanmar’da da işçi ve emekçi kitleler artık egemenlerin keyfi ve baskıcı yönetiminin devam etmesine, haklarının ve özgürlüklerinin gasp edilmesine izin vermek istemiyor; bu köhnemiş, baskıcı, yozlaşmış ve kokuşmuş rejimin gitmesini ve köklü bir değişimi arzuluyorlar.
Darbe süreci ve nedenleri
Myanmar darbelere ve askeri diktatörlüğe yabancı olmayan bir ülkedir. İngiliz sömürgesiyken 1948’de bağımsızlığını kazanan ülkede 1962 yılında ordu bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Ordu o vakitler darbenin gerekçesi olarak farklı etnik ve ulusal kimliklere sahip halkların özerklik istemesini ve bunun “ülkenin birliğini ve kimliğini bozma tehlikesi”ni göstermişti.
“Günümüze dek varlığını koruyan askeri rejimi başlatan bu darbenin ardından, her ülkenin kendine göre «sosyalizm» modelleri ürettiği o günün dünyasında, çeşniye eklenenlerden biri de «Burma sosyalizmi» olacaktı. Tüm alanlarda bedelli millileştirmelere ve devletleştirmelere gidildiği ülkede, askeri bürokrasinin egemenliğinde ve Çin’i model alan bir despotik bürokratik diktatörlük hâkim kılındı. 1964’te tüm partiler kapatılırken, askeri cuntanın («Devrim Konseyi») 1962 yılında kurduğu Birmanya Sosyalist Program Partisi (BSPP) tek parti haline geldi. 1973’te ise ülkenin adı resmen Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Adı lâfzen «sosyalizm» olan bu devletin elbette sosyalizmle ya da bir işçi devletiyle en ufak bir alâkası yoktu; tıpkı Çin’de, Stalinist SSCB’de, Küba’da ve diğer bürokratik diktatörlüklerde de olmadığı gibi. Tepede despotik bürokratik bir devlet aygıtı ve ona egemen olan bürokrasi, aşağıda bu sınıf tarafından sömürülen işçiler ve köylüler! İşte «sosyalizm» denen şey buydu ve bu ucube, gerçekte sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan sosyalizme en az kapitalizmin olduğu kadar uzaktı.”[1]
1988 yılına kadar devam eden bu despotik-bürokratik diktatörlük döneminde Myanmar dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline geldi. Ancak bir yandan aşırı yoksulluğun, öte yandan siyasi baskıların yarattığı huzursuzluk sonucu tek parti döneminde de eksik olmamış olan protestolar hız kazandı ve 1988 yılında “8888 Ayaklanması” olarak bilinen kitlesel gösteriler patlak verdi. Rejim binlerce göstericiyi katletmesine rağmen protestoları bastıramayınca generallerden biri darbe yaptı ve bir yıl sonra seçimlere gidilerek çok partili sisteme geçileceğini ilan etmek zorunda kaldı.
“Eski cuntanın başarısız kalması üzerine bir darbeyle iktidarı ele geçiren yeni askeri cuntanın kanlı bir şekilde bastırdığı bu ayaklanma, ülke tarihinde önemli bir dönemeç noktası teşkil ediyordu. Zira bu ayaklanmanın ardından, 1989’da ülkenin resmi adı Myanmar Birliği[2] olarak değiştirilmiş ve böylelikle «Burma sosyalizmi» maziye karışmıştı. Ne var ki, bu, sürecin burjuva demokrasisine doğru ilerlemesi anlamına gelmeyecekti. NLD 1990 yılında yapılan seçimlerde ezici bir çoğunluk elde etmesine rağmen, cunta iktidarı NLD’ye terk etmedi ve eskinin sömürücü bürokratlarının yeni burjuvalara (çoğu asker üniformalı) dönüştüğü totaliter bir kapitalist rejime geçildi.”[3]
Ne var ki bu süreç askeri rejim için sancısız geçmedi. 2007’deki fiyat artışları zaten yoksulluktan inleyen halkın tekrar sokaklara dökülmesine neden oldu. Budist rahiplerin önderliğinde “Safran Devrimi” adıyla anılan bu ayaklanma yine katliamlarla bastırılsa da hem egemen sınıf içinde ciddi ayrılıklara hem de yurtdışından gelen yaptırımların artmasına neden oldu. İçerden ve dışarıdan (asıl olarak da Batı’dan) gelen basınca dayanamayan askeri diktatörlük, 2008’de “disiplinli demokrasi” adını verdiği demokrasiye geçiş sürecini başlatmayı kabul etti ama kendi vesayetini garanti altına almak için de bir anayasa değişikliğine gitti. 2008 anayasası ordunun vesayet rejiminin temel dayanaklarını, kurumlarını oluşturuyor ve gerektiğinde ordunun yönetimi almasına olanak sağlıyordu. Zaten ordu bugün gerçekleştirdiği darbeyi de 2008 anayasasının kendisine verdiği güya “ülkenin birliğini koruma” hakkına dayandırmaktadır. Bu anayasaya dayanarak ve ordunun kurdurduğu Birlik Dayanışma ve Kalkınma Partisini (USDP) seçimlerin galibi ilan etmek üzere yapılan 2010 seçimleri NLD tarafından boykot edildi. Yine de 2010’la birlikte askeri yönetim resmen sona erdi ve görüntüde parlamenter bir rejime geçilmiş oldu. Aung San Suu Kyi’nin[4] ev hapsi sona erdi ve aktif siyasete dönmesine izin verildi. Ulusal İnsan Hakları Komisyonu kuruldu, siyasi mahkûmlara genel af ilan edildi, işçi sendikalarının kurulmasına ve grev hakkına onay veren yasalar çıkartıldı, basındaki sansür gevşetildi.
Sonuç olarak 2020 seçimlerine kadar gelen süreci kabaca 1962-1990, 1990-2010 ve 2010 sonrası dönem olarak üçe ayırmak mümkündür. Ülke, SSCB başta olmak üzere “sosyalizm” diye bilinen bürokratik diktatörlüklerin çökmeye başladığı ve Çin’in “piyasa sosyalizmi” adı altında bir tür kapitalistleşme sürecine girdiği 90’lara kadar, ordu generallerinin tepesinde oturduğu bürokratik despotik bir diktatörlük altında yönetilmiştir. 90’lardan itibaren ordunun tahakkümünde bir devlet kapitalizmine geçilmiştir. 2010’dan itibaren ise ordu içerden ve dışarıdan gelen siyasi basınçlar ve ekonominin gidişatı nedeniyle bir yandan kendi vesayetini koruyabileceği ama öte yandan da burjuva demokrasisine kontrollü bir geçişi başlatacağı bir süreç öngörmüştür. Bu süreçte ABD ve genel olarak Batılı güçler NLD’yi, Çin ve Rusya ise orduyu desteklemişlerdir. Dolayısıyla Myanmar’daki “demokrasiye geçiş” sürecini emperyalist güçlerin kapışmasından bağımsız ele almak mümkün değildir. Tarihsel olarak Rusya ve özellikle de Çin’e yakın duran ordu, 2008’den itibaren dünyadaki genel ekonomik ve siyasi konjonktür uyarınca Batı’yla da arasını düzeltecek bir siyaset izlemeye başlamıştır. Kuşkusuz bu, ülkenin Çin’in nüfuzundan çıktığı anlamına gelmiyordu fakat Çin’in Batılı ülkelerle siyasi ilişkilerine paralel bir rota izlenmesi anlamına geliyordu. 2010 seçimlerinden sonra Myanmar 1997’de katıldığı ASEAN’ın[5] başkanlığına aday gösterilmiş, ABD başkanlarından Bill Clinton ülkeyi ziyaret etmiş, NLD 2012 ara seçimlerine katılmış, uluslararası bağımsız gözlemci kuruluşların bu seçimleri izlemesine izin verilmişti.
Ne var ki, ülkeye kapitalizmin girişi ve gelişimiyle birlikte kaçınılmaz olarak yaşanan modernleşme, halkın artık otoriter ve baskıcı rejimler altında yaşamak istememesi, burjuvazinin önemli bir kısmının iyiden iyiye Batı’nın yörüngesine girmesi ve benzeri gelişmeler askeri vesayetin artık ülkeye dar gelmesi sonucunu doğurmuştur. Bu tabloya, ABD’nin Çin’i kuşatma stratejisinin bir sonucu olarak pek çok Güneydoğu Asya ülkesine el atması ve buralarda Batı yanlısı iktidarları işbaşına getirmek yönünde politikalar izlemesini de eklemek gerekir. Nitekim bu koşullar altında gerçekleşen 2015 genel seçimlerinde NLD toplam oyların %86’sını alarak iktidara gelmiş, Aung San Suu Kyi de başbakanlık mevkiine denk düşen “devlet danışmanlığı”[6] görevini üstlenmiştir.
Kuşkusuz halkın bu denli yüksek oranda NLD’ye oy vermesinin sebebi ekonomik sorunların çözülmesi ve siyasal alandaki köklü reform isteğiydi. Ancak NLD halkın bu isteklerini gerçekleştiremediği gibi, 2016 sonuyla 2017 başlarında Arakanlı Müslüman halka karşı gerçekleştirilen katliamlara da ortak olmuştur.[7] Ordunun vesayetini kırmak amacıyla anayasa değişikliği girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bu koşullarda gerçekleşen 2020 genel seçimlerinde yine de NLD toplam oyların %82’sini alarak bir kez daha ezici bir çoğunluk elde etmiştir. NLD’nin kendi vesayet rejimini zayıflatmasından endişe eden ordu yönetimi ise seçimlerin hemen ardından, “seçimlerde hile yapıldığı” yönünde şüpheleri olduğu gerekçesiyle soruşturma yapılmasını istemiş ve NLD hükümetini sıkıştırmaya başlamıştır. Ordu ve onun kurdurduğu kukla Birlik Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) sözcüleri, seçimlerin hemen ardından, ellerindeki her yolu kullanacaklarını açıkça beyan ederken, aslında kendi yaptıkları 2008 anayasasının verdiği yetkiye dayanarak gerekirse darbe yapacaklarını ima etmiş oluyorlardı. Çünkü NLD ordunun vesayetini zayıflatmaya veya kırmaya dönük bir anayasanın hazırlığı içindeydi. Normalde anayasa değişikliği için mecliste %75’in üzerinde bir oy alınması gerekiyor ve ordu 2008’de yürürlüğe koyduğu vesayet anayasasına dayanarak meclisteki toplam koltuk sayısının %25’ini elinde tutuyordu, ama son seçimlerden sonra ordunun belirlediği vekillerden bir kısmının da NLD’ye destek vermesi söz konusuydu. Ayrıca buna genelkurmayın ve darbeci cuntanın başı olan Min Aung Hlaing’in kendi görev süresini uzatmak, Arakan Müslümanlarına yönelik katliamlardan dolayı Uluslararası Ceza mahkemesinde yargılanmamak gibi niyetlerini de eklemek gerekir. Bu sebeplerle yeni meclis göreve gelmeden birkaç gün önce ordu 8 milyondan fazla mükerrer ve hatalı oy kullanıldığı iddiasıyla ve yine 2008 anayasasının kendisine verdiği yetkiye dayanarak yönetime el koyduğunu açıkladı.
Bu arada darbe ertesinde ordu seçilmiş parlamenterlere başkenti terk etmeleri için 24 saat süre verirken, NLD’nin 134 parti liderini ve milletvekilini, yüzlerce siyasi aktivisti, muhalif rahibi ve gazeteciyi de gözaltına aldı. Bu gözaltı dalgasına darbe karşıtı protesto düzenleyen üniversite öğrencilerinin liderleri de eklendi. Aung San Suu Kyi de dâhil olmak üzere, gözaltına alınan veya tutuklanan muhaliflerin çoğunun yeri bilinmiyor. Ordu kuvvetleri NLD bürolarına baskınlar yapmaya başlamış durumda.
Şimdi güya Yargıtay ordunun sunduğu kanıtları inceleyecek ve seçimlerde usulsüzlük yapılıp yapılmadığına karar verecek. Üstelik seçim kurulu ordunun usulsüzlük yönündeki tüm iddialarının asılsız olduğunu zaten açıklamış, seçimlere katılan bağımsız gözlemciler de usulsüzlük olmadığı yönünde bir rapor yayınlamış olduğu halde... Ancak ordunun denetimindeki yargının bağımsız bir karar vermesi mümkün değil. Ayrıca ordu seneye yapacağı seçimleri garantilemek amacıyla Birlik Seçim Komisyonunu (bizdeki YSK’ya denk düşen bir kurum) lağvederek yenisini kurdu ve başına da eski bir askeri hâkimi atadı. Seçilmiş hükümetin yerine de Devlet İdare Konseyi (SAC) adıyla 11 üyelik bir hükümet/kabine oluşturdu. Bu yeni kabinenin 8 üyesi askerlerden ve kalan 3 “sivil” üyesi de ordu yanlısı siyasetçilerden oluşuyor. Ordu, eyalet ve bölge meclisleri için de benzer şekilde atamalar yaptı. Yargıda, eğitimde, ekonomi yönetiminde, merkez bankasında da NLD yanlısı isimler görevden alınarak yerlerine ordu yanlısı kişiler atandı. Böylece ordu, aslında 2015 seçimleriyle birlikte sarsılmaya başlayan gücünü pekiştirmiş ve NLD ile arasındaki zımni uzlaşmaya da son vermiş oldu. Bu da Myanmar’da egemen sınıflar içindeki iktidar kapışmasının, Batı’yla Çin arasındaki emperyalist kapışmayla da birleşerek derinleşeceği anlamına geliyor.
Darbeye karşı tepkiler
Öncelikle belirtmek gerekir ki, ordu bir darbeyle iktidarı tekrar gasp etmiş olsa da bunu elinde nasıl tutacağı yahut istediği vesayet rejimini ne ölçüde sürdüreceği çok net değildir. Bir kere köprünün altından çok sular akmış ve hem Myanmar’ın ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısı hem de dünya konjonktürü epeyce değişmiştir. Siyasi güç halen ordunun elinde olsa ve ekonomik alanda ciddi bir ağırlığı bulunsa da Batı yanlısı burjuvazi önemli ölçüde yol almıştır ve toplum artık eskisi gibi Çin benzeri bir rejim altında yaşamaya razı değildir. Ordunun içerde başlayan protestolara ek olarak yurtdışından da artan baskılarla karşı karşıya kalacağı açıktır.
Nitekim darbenin hemen ertesinde aralarında İngiltere, Hindistan, Avustralya ve Almanya’nın yanı sıra AB ve BM’nin de yer aldığı ülkelerin dünya liderleri Myanmar’daki darbeyi kınadılar. BM Genel Sekreteri darbe ve Myanmar’ın seçilmiş liderlerinin tutuklanmasının “Myanmar’daki demokratik reformlara ciddi bir darbe” olduğunu söyledi. Dahası, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) Myanmar’daki darbeye karşı bir uluslararası tepkiyi görüşmek üzere acil bir toplantı yapacaktı ama Çin ve Rusya bunu engellediler. Dünya Bankası darbenin Myanmar’ın ekonomik gelişimini olumsuz etkileyeceğini açıklarken bazı uluslararası tekeller Myanmar’daki yatırımlarını ve operasyonlarını durduracaklarını açıkladılar. Myanmar’daki en büyük dış yatırımcı pozisyonundaki Japonya Aung San Suu Kyi’nin ve diğer politik tutukluların salınmasını istedi, demokrasiden yana olduklarını, ordunun bir an önce demokratik süreci başlatmasını istediklerini duyurdu. ABD’nin çiçeği burnunda başkanı Biden ise darbeyi ülkenin demokrasiye geçiş sürecine ciddi bir saldırı olarak nitelendirdi ve ordunun bir an önce politik tutukluları serbest bırakarak seçim sonuçlarını kabul etmesi gerektiğini açıkladı. Ardından da darbeci generallere, iş ortaklarına ve ailelerine yönelik bir dizi yaptırımı onayladığını ifade etti.
Asıl önemli noktalardan birisi ise, birçok siyasi yorumcunun da ifade ettiği gibi, bu darbeyle birlikte aslında Biden’ın başkanlığının da Çin tarafından test edilmiş oluşudur. ASEAN üyesi olan ve ABD’nin Çin’i kuşatma stratejisinin önemli hedeflerinden bir olan Myanmar’da ABD ve Batı yanlısı bir rejimin kurulması hedefinin sekteye uğraması mümkündür. Öne çıkmasa da darbenin arkasındaki güçlerden en önemlisinin Çin olduğu açıktır. Eğer ordu darbe yapmasaydı askeri vesayeti zayıflatacak adımlar atılacak ve bu da Çin’in bu ülkedeki nüfuzunu önemli ölçüde azaltacaktı. Sonuç olarak ABD’nin alacağı tutum, Güneydoğu Asya’daki ABD politikalarına da projeksiyon tutacaktır.
İşin bir diğer önemli boyutu da şu anda Batı yanlısı rejimlerin işbaşında olduğu pek çok Güneydoğu Asya ülkesinde özellikle askeri bürokrasi içinde güçlü Çin yanlısı kesimlerin bulunuyor oluşudur. Tayland, Filipinler ve Endonezya gibi ülkeler bu gruba örnek verilebilirler. Nitekim bu ülkeler durumun Myanmar’ın içişleri olduğunu ve karışmayacaklarını belirtmişlerdir. Myanmar’ın Batı’yla arasını düzeltme ve parlamenter rejime geçiş sürecinin tersine çevrilmesi ve darbecilerin başarılı olmaları, bu ülkelerdeki Çin yanlısı kesimlerin de cesaretlenmesine yol açabilir.
Bölgede ABD ile Çin arasında süren emperyalist hegemonya mücadelesinde, ABD müttefikleriyle birlikte Güneydoğu Asya’daki önemli deniz ticareti yollarını (örneğin Malakka Boğazı) Çin’e kapatmayı planlıyordu. Buna karşı Çin de Hint Okyanusu ve özellikle Myanmar üzerinden Çin’e uzanan bir koridor oluşturmayı planlamıştı. Myanmar bu konumuyla Çin açısından önemli bir jeostratejik değer taşımaktadır. Bu kapsamda Çin ile Myanmar arasında 2003’te doğalgaz, 2017’de de petrol boru hattının inşasına başlanmıştı. Bu hatlara paralel olarak da bir hızlı tren yolu inşa edildi. Bu kapsamdaki ilginç bir örnek de Arakan eyaletinde (rejimin Müslüman nüfusa yönelik ciddi bir kırım uyguladığı ve kitlesel göçlere zorladığı bölge), Çin’le yürüyen bu projelerle bağlantılı bir Özel Ekonomik Bölge kurulmasıydı.
Darbe karşıtı gösteriler
Myanmar’da bugünlerde yaşanan sürecin bir boyutunu, yukarıda özetlemeye çalıştığımız şekilde, emperyalist kapışmayla iç içe geçmiş biçimde egemen sınıf içi iktidar kavgası oluşturmaktadır. Daha önemli boyutunu ise Myanmar’ın onyıllardır askeri diktatörlük altında ezilen ve artık köklü bir değişim isteyen acılı halklarının durumu oluşturmaktadır. Mevcut konjonktürde işçi ve emekçi sınıflar, ordunun açık veya örtülü diktatörlüğünü istememekte, haklı olarak NLD’nin parlamenter rejimini tercih etmektedirler.
Kitleler, ordunun bir darbeyle %80 gibi önemli bir oy oranıyla kendilerinin seçtiği hükümeti devirmesine göz yummayacaklarını şimdiden ortaya koymaya başlamışlardır. Darbenin hemen ertesinde, devlet hastanelerinden yüzlerce doktor ve hemşire 3 Şubat’ta sivil itaatsizlik hareketi başlatarak darbeden bu yana tutuklananların serbest bırakılması yönünde çağrıda bulunmuştu. Binlerce kamu çalışanı da bu sivil itaatsizlik eylemine katılmıştı. Sivil İtaatsizlik Hareketinin facebook sayfasına göre, 5 Şubat sabahı ülke genelinde 79 ilçede 91 devlet hastanesi, 18 üniversite ve kolej ve 12 devlet dairesinde binlerce kamu çalışanı, doktor, hemşire, öğrenci, profesör ve öğretmen greve gitti. Büyük şehirlerdeki pek çok üniversite öğrencisi, askeri hükümet bünyesindeki derslere katılmayacağını söyledi. Aralarında Myanmar Öğretmenler Federasyonunun da bulunduğu öğretmen grupları sivil itaatsizlik kampanyasına katılacaklarını açıklarken, bu tür bir eylemi koordine etmek üzere kurulan bir Facebook sayfası 180 binden fazla takipçi topladı. Tüm Burma Öğrenci Birliği Federasyonu diğer hükümet çalışanlarını grev yapmaya çağırdı.
İnsanlar her akşam 20.00’da ülke genelinde alkışlarla, evlerinin ışıklarını açıp kapatarak, korna çalarak, tencere tava çalarak sivil itaatsizlik eylemlerine desteğini gösteriyor. Myanmar’ın çok saygı duyulan eski öğrenci liderleri de insanları darbeye karşı çıkmak için askeri işletmelerin boykot edilmesi de dâhil olmak üzere sivil itaatsizlik hareketine katılmaya çağırdılar. Birçok çiftçi ve işçi örgütü de grev hazırlığında olduğunu duyurdu. Çinli firmalarla ortak biçimde ordunun işlettiği bakır madenlerinde çalışan yüzlerce işçi, iş bırakarak darbeye karşı olduklarını açıkladılar. Sivil İtaatsizlik Hareketinin temel talepleri arasında darbe sonrası tutuklanan herkesin serbest bırakılması, seçilmiş milletvekillerinin görevlerine geri dönmesi ve meclisin açılması bulunuyor. Hareketin sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada da “askeri rejimin siyasi meşruiyeti tanımamasından ötürü biz de onları hükümet olarak tanımıyoruz. Gayrimeşru askeri rejimin emirlerine uymayı reddediyoruz” ifadeleri kullanıldı.
Darbenin üçüncü gününde ise başını NLD’ye bağlı güçlerin çektiği on binlerce gösterici gün boyunca ülke genelinde sokaklara döküldü. Askeri cunta, protestoları durdurmak, insanların bir araya gelmesini engellemek amacıyla 24 saatliğine interneti kesti ama 2007’deki “Safran devrimi”nden bu yana en kitlesel gösterilerin gerçekleşmesini engelleyemedi. Myanmar’ın büyük kentlerinden Yangon’da başlayan gösteriler hızla diğer kentlere de yayıldı. Bazı yerlerde göstericiler polis karakollarının önünde kamp kurmaya başladılar. Birçok yerde halk 1988’deki ayaklanmadan hatırlanan devrimci şarkıları söylerken, sadece Yangon’da 100 bine yakın insanın gösterilere katıldığı dile getiriliyor.
Protestoların büyümesini ve yayılmasını engelleyemeyen cunta ise önce Yangon ve Mandalay şehirlerinde sıkıyönetim ilan etti. Ardından da ülke genelinde akşam 20.00’dan sabah 04.00’a kadar sokağa çıkmayı ve 5 kişiden fazla insanın bir araya gelmesini yasakladığını duyurdu. Bu yasaklar da insanların protestolara katılmasını durdurmadığı için 8 Şubattan itibaren polis ve ordu birlikleri göstericilere karşı plastik mermi ve tazyikli su kullanmaya başladılar. Ancak polis ve ordunun şiddeti arttırması da protestoları engelleyebilmiş değil. Hatta kimi yerlerde bazı polislerin göstericilerin saflarına geçtiği veya kitlelerin barikatları aşmasına izin verdiği yönünde de raporlar bulunuyor. Zaten pek çok yerde de göstericiler polis ve askerleri kendi saflarına çekmeye çalışıyorlar.
Kitleler protestolarını sürdürürken ülkedeki çeşitli siyasi partiler de protestoları ve sivil itaatsizlik eylemlerini desteklediklerini açıkladılar. Ordunun kurdurduğu bir iki parti haricindeki tüm siyasi partiler seçim sonuçlarının tanınması gerektiğinde ısrar ediyorlar. Seçimleri kazanmış olan Ulusal Demokrasi Birliğinden yaklaşık 70 milletvekili ise, başkenti terk etmeyi reddederek kurdukları sembolik mecliste yemin töreni düzenlediler. Yakın dönemde hükümetle Ulusal Ateşkes Anlaşmasını (NCA) imzalamış olan ayrılıkçı gruplar ve partiler de tüm siyasi mahkûmların serbest bırakılmasını ve seçim sonuçlarının tanınmasını istiyorlar.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Myanmar’ı eskisi gibi keyfi bir diktatörlükle yönetebileceklerini zanneden generaller, bu kez beklemedikleri bir tepkiyle karşılaşmış durumdadırlar. İşçi ve emekçi kitleler bir kez daha geriye dönülmesini ve Çin’deki gibi bir rejim altında yaşamayı istemiyorlar. Protestolara ve sivil itaatsizlik eylemlerine katılan kitleler, ordu ne kadar sertleşirse sertleşsin sivil bir yönetim yeniden kurulana kadar boyun eğmeden protestolara devam edeceklerini ifade ediyorlar. Cuntanın demokratik bir şekilde seçimleri yeniden yapacağına da kimse inanmıyor. 1988’den bu yana yaşanan süreç herkesin hafızasında yer etmiş durumda ve bu isyanın anıları halkın hafızasında tekrar canlanıyor. Fakat tıpkı o zaman olduğu gibi bugün de işçi sınıfının bağımsız bir siyasi güce ve örgüte sahip olmaması hareketin burjuva liberal kanalların dışına çıkmasının, dolayısıyla emekçi kitlelerin gerek ekonomik gerek siyasal özlemlerine kavuşmasının önünde devasa bir engel olarak dikilmeye devam ediyor.
[1] İlkay Meriç, Myanmar ve Emperyalizmin İkiyüzlülüğü, Kasım 2007, marksist.com
[2] Bu değişiklik Birleşmiş Milletler tarafından kabul gördüğü halde ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya ve İrlanda tarafından kabul edilmemiştir. Amerikan ve İngiliz medyasının egemenliğinde dünyaya pompalanan haberlerde ülkenin adının halen Burma olarak geçmesinin nedeni budur. Bu kaynaklardan beslenen Türk medyasında Burma/Birmanya/Myanmar karışıklığının hüküm sürmesi de aynı nedenden kaynaklanmaktadır. Bu isimlerin hepsi de ülkede yaşayan ve çoğunluğu oluşturan Birman halkının adından türetilmiştir.
[3] age
[4] Aung San Suu Kyi, Myanmar’ın bağımsızlığının sembol isimlerinden Aung San’ın kızıdır. Aung San, Myanmar Silahlı Kuvvetlerinin kurucusu ve “ulusun babası” olarak anılan kişidir. Burma Komünist Partisi ile Burma Sosyalist Partisinin de kurucularındandır. Başlangıçta İngiliz emperyalizmine karşı verilen direnişte Japonya’nın yardımları nedeniyle Japon saflarında yer almış ama II. Dünya Savaşının sonlarına doğru Japonya’nın kaybedeceğini anlayınca müttefik devletlerin safına geçerek Japon işgaline karşı savaşmıştır. Savaştan sonra Anti-faşist Halkın Özgür Birliği’ni kurmuş ve 1947’deki seçimleri de kazanmıştır. Ancak ülke bağımsızlığını resmen kazanmadan hemen önce kendisi ve diğer parti yöneticileri suikast sonucu öldürülmüştür. Aung San’ın kızı olan Aung San Suu Kyi ise, Oxford’da eğitim görmüş, BM’de Myanmar’ı temsilen 3 yıl görev yapmış, 8888 Ayaklanmasında da orduyu eleştiren bazı emekli generallerle kurulan NLD’nin başına geçmiş, 1990-2012-2015-2020 seçimlerini kazanmış, 1989-2010 yılları arasında siyasi mahkûm olmuş, 2016-2020 arasında “devlet danışmanlığı” görevini yürütmüştür.
[5] ASEAN (Güneydoğu Asya Uluslar Birliği), ABD’nin Vietnam savaşını kaybetmesi ve Güneydoğu Asya’da “komünist genişleme”nin önlenebilmesi amacıyla 1967’de Filipinler, Malezya, Tayland, Endonezya ve Singapur bir araya getirilerek kurulmuş ekonomik ve siyasi bir birliktir. Doğu Blokun’un çökmesinin ardından Brunei, Vietnam, Laos, Myanmar, Kamboçya gibi ülkeler de Birliğe dahil edilmiştir. Myanmar 1997’de bu örgüte katılmıştır.
[6] 2008 anayasasına göre çocukları başka ülke vatandaşı olanlar başbakan veya devlet başkanı olamıyor, bunu aşabilmek için NLD 2015 seçimlerinin ardından “devlet danışmanlığı” adıyla aslında fiilen başbakanın görevini üstlenen bir makam oluşturmuştu.
[7] Konuyla ilgili detaylı bilgi için Kerem Dağlı’nın AKP’nin Arakanlı Müslüman “Sevdası” ve Demet Yalçın’ın Arakan Sorunu ve Egemenlerin İkiyüzlülüğü yazılarına bakılabilir.
link: Kerem Dağlı, Myanmar Halkı Darbeye Direniyor, 13 Şubat 2021, https://marksist.net/node/7261
Dayanışma ve Mücadele Bizleri Kurtarır!
Tabletle Verip Vergiyle Alarak Eğitimdeki Hangi Sorun Çözülür?