“Üretici değil satıcıyız” ve “köprü ülke Türkiye” masalı
Uyuşturucu belâsını insanlığın başına saran ve ondan her yolla faydalanmaya çalışan burjuvazinin, bir yandan da sözde “uyuşturucuyla mücadele” kampanyaları düzenlemesi boşuna değildir. Bu sayede hem kendi pisliğinin üzerini örtmekte, hem de güya bu tür yasadışı işlerle uğraşan mafyatik ve “terörist” örgütlenmelere karşı mücadele adına en bariz polis devleti uygulamalarını hayata geçirmektedir. Sahte argümanlarla yürütülen ideolojik propagandanın bu noktada önemli bir işlevi vardır. Bu işlerde en az ABD kadar deneyimli ve maharetli olan TC devletinin icraatları ve yalanları bunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Gazeteler her fırsatta Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde transit hattı oluşturduğunu, Avrupa’da en çok uyuşturucunun Türk polisi tarafından yakalandığını yazarlar. İşte yalanlar dizisi buradan başlamaktadır. Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde sadece “köprü ülke” olduğu apaçık bir yalandır. Bu yalanla burjuvazi, uyuşturucu müptelâlarının klasik lafı olan “satıcı değil kullanıcıyım” misali, esas suçun uyuşturucuyu üreten ülkelerde olduğunu ima ederek kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Bu zehri üretmekle satmak arasında ne gibi bir günah farkı olduğu tartışmaya bile değmez bir konudur. Ama daha önemlisi, Türkiye’nin dünyanın sayılı uyuşturucu üreticilerinden biri olduğu gerçeğinin gizlenmesidir.
Zamanında Osmanlı devleti dünyanın bir numaralı afyon üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı ve en kaliteli afyon da (morfin oranı en yüksek anlamında) Anadolu topraklarında yetişiyordu. Osmanlı’nın daimi müşterileri İngiltere ve Almanya, hammadde niteliğindeki afyonu Osmanlı’dan alıp işliyor ve satıyorlardı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Türkiye, bu konudaki dünya liderliğini korumaya devam etti. Yaklaşık 40 vilayette afyon üretimi yapılıyor ve dönemin toplam yıllık üretimi olan 800 tonluk miktarın yaklaşık 550 tonu Türkiye’den dünyaya ihraç ediliyordu.[1] Üstelik bu miktarın tıbbi amaçlarla kullanılan kısmı 400 tonu geçmiyordu. Afyonun, morfinin ve eroinin üretimi ve satışı, o yıllarda halen yasal olduğu için tam anlamıyla anarşik bir üretim söz konusuydu. Bu durum fiyatların da düşük seyretmesine yol açıyor, bu da kullanıcı sayısının hızlı biçimde artmasını sağlıyordu.
20’li yılların sonlarına doğru, asıl kârın eroin üretimi ve satışında olduğunu gören Türkiye, Avrupa ve ABD’de yasaklamaların başlamasını da fırsat bilerek İstanbul’da birbiri ardına eroin fabrikalarının açılmasına izin verdi. Fabrikalar o kadar iyi para kazanıyordu ki, yabancı yatırımcılar bile ruhsat almak için sıraya girmeye başlamışlardı. Sadece ilk etapta kurulan 4 fabrikanın yıllık cirosu bile, bugünün rakamlarıyla 90 milyon lirayı buluyordu. 30’lu yıllara gelindiğinde, Milletler Cemiyeti’nin hazırladığı ve uyuşturucu madde üretimini ve ticaretini yasaklayan/sınırlayan anlaşmayı imzalamayan tek ülke Türkiye idi. Eroin ticaretinden elde edilen kârlar, Türkiye’nin büyük bunalım yıllarını atlatmasında önemli bir rol oynamıştı.
Bu yüzden de İstanbul tüm dünyanın uyuşturucu merkezi haline gelmişti. Türkiye dünyanın morfin ve eroin ihtiyacının %65’ini tek başına karşılıyordu. Nüfusu 1 milyon civarında olan İstanbul’da uyuşturucu bağımlılarının sayısı 100 bini geçmişti. Eczanelerin yanı sıra bakkallardan kahvelere kadar her yerde eroini rahatlıkla bulmak mümkündü. Hastaneler eroin bağımlılarıyla dolup taşıyordu ama ne gam, burjuvazi tatlı ve kolay yoldan gelen paraların tadını çıkartıyordu. O kadar ki, dönemin CHP’sinin önemli isimleri, bakanlar, meclis başkanları ve kimi gazete patronları bile (dönemin meclis başkanı Hasan Saka, önce içişleri sonra dışişleri bakanı olan Şükrü Kaya, Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi, başbakan Celal Bayar vb.) işin içindeydiler. Ya fabrikalara ortaktılar yahut işin ticaret kısmıyla ilgileniyorlardı. Bu yüzden de artan uluslararası baskıya rağmen, uyuşturucu üretimi ve satışıyla ilgili uluslararası anlaşmalar bir türlü imzalanmıyor, denetleyici tedbirler hayata geçirilmiyordu. Amerika’da içki yasağının tam gaz sürdüğü dönemde Amerikan mafyasıyla işbirliği içindeki İstanbul, tüm dünyayı eroine boğuyordu. TC’nin İstanbul merkezli bu faaliyetleri 30’lu yılların sonuna kadar sürdü ve nihayetinde uluslararası baskıya dayanamayan devlet, afyon üretimi ve satışını tekeline almayı kabul etti ve eroin fabrikalarını kapattı. Tabii el altından kaçak üretimi ve satışı organize etmeyi de ihmal etmeyerek. Öyle ki, BM istatistiklerine göre tüm dünyada 1945-51 yılları arasında basılan 17 yasadışı laboratuvardan 7’si Türkiye’deydi.
İlerleyen yıllarda Türkiye’nin afyon üretimi azalarak devam etti, hatta 12 Mart döneminde ABD’nin basıncına dayanamayan Nihat Erim hükümeti tarafından kısa bir süreliğine tamamen yasaklandı. Fakat ardından gelen Ecevit hükümeti üretimi tekrar başlattı. Morfin ve eroin imalatı ise kaçak yollardan devam ediyordu. 30’lu yılların eroin fabrikalarında çalışmış kalifiye işçiler, şimdi yeraltına çekilerek kaçak imalathanelerde üretimi devam ettiriyorlardı. 60’lı ve 70’li yıllarda, ABD’nin izinden giden TC, uyuşturucu ticaretini istihbarat birimlerinin kontrolüne soktu. Bu amaçla, faşist çetelerden teşekkül eden Ülkücü mafya bizzat devlet eliyle derlendi ve uyuşturucu piyasasında bu kesim hâkim kılındı. Bu döneme ilişkin, devlet ve Ülkücü mafya işbirliğini gösteren pek çok örnek vermek mümkündür.
1972 yılında MHP Niğde senatörü Kudret Bayhan, Fransa-İtalya sınırında yakalandı ve aracından 146 kilo baz morfin çıktı. Başlayan soruşturmada işin içinde yine MHP’li vekil Sami Binicioğlu’nun ismine ulaşıldı. Aynı yıllarda MSP Diyarbakır vekili Halit Kahraman da Almanya’da uyuşturucu taşırken yakalandı. AP’li vekil Zekeriya Kürşat da İsviçre sınırında paçayı ele verecekti. MHP’nin Avrupa örgütlenmesinden sorumlu olan Lokman Kondakçı, 1978 yılında içişleri bakanlığına verdiği ifadesinde eroin kaçakçılığını organize biçimde yaptıklarını, MHP Bakırköy ilçe teşkilatının başkanının işleri yürüttüğünü, partinin de yardımcı olduğunu anlattı. Eroinden elde edilen parayla faşist çeteler besleniyor, silah alınıyor ve devrimci güçlere yönelik kanlı eylemler tezgâhlanıyordu. Tabii tüm bu işler devletin ilgisi ve bilgisi dâhilinde yürüyordu. MİT ajanları işin içinde, hatta çoğu durumda başındaydı. Abuzer Uğurlu gibi mafya babaları hem MİT adına çalışıyor ve böylece piyasanın kontrolünü sağlıyor, hem kendi işlerini görüyor, hem de kontr-gerilla faaliyetlerini finanse ediyorlardı. 12 Eylül’ün MGK üyesi Tahsin Şahinkaya’nın bile bu kişilerle ciddi bağlantıları vardı ve tarihe de dünyanın en zengin hava kuvvetleri komutanı olarak geçti.
Ülkücü mafya ve MİT elele
80’li yıllar ise uyuşturucu ticareti başta olmak üzere her türlü kaçakçılığın sıçrama yaptığı bir dönem oldu. 12 Eylül’ün faşist cuntası devrimcileri, ilerici ve demokratları, işçi önderlerini idam sehpasına yollayıp, hapislerde, işkence tezgâhlarında ezerken; mafya babaları göstermelik olarak alınıp kısa sürede serbest bırakıldılar. 24 Ocak kararlarıyla yaratılan liberal ortam, kara para akışını ve kaçakçılığın finansmanını da kolaylaştırdı. Dönemin gündemi haline gelen hayali ihracat teşvikinden mafya patronları da önemli ölçüde yararlandılar ve pıtrak gibi çoğalan bankerlerle ciddi ilişkiler geliştirdiler. Mafyanın büyümesi, finansman sıkıntısının aşılması için hisseli işleri de beraberinde getirdi. Hayali ihracatçılar, altın kaçakçıları, döviz ve silah kaçakçıları, hammadde ve elektronik eşya kaçakçıları artık ortaktılar. Mafya patronları bu işlerden elde ettikleri büyük paralarla yasal işlere girişiyorlar ve böylece hem parayı aklıyor hem de sisteme dâhil oluyorlardı. Sanayi ve finans kesiminin önde gelen patronları ve yöneticileri ile yasadışı işlerin patronları arasında güçlü ilişkiler kuruluyordu. Türkiye’nin ekonomik gücü arttıkça, Türk mafyası da dünyada önemli bir güç haline geliyordu.
Bu arada devlet de, istihbarat örgütleri ve kontr-gerilla örgütlenmeleri aracılığıyla Türk mafyasının önünü açıyordu. Uyuşturucu kaçakçıları içindeki Ermeni, Rum, Yahudi veya yabancı kökenliler özellikle afişe edilerek ve bunların Türk düşmanı oldukları lanse edilerek bir yandan uyuşturucu kaçakçılığının “dış kaynaklı bir komplo” olduğu propaganda ediliyor, öte yandan da Kürt mafyasının safdışı edilmesine yönelik hazırlıklar yapılıyordu. Faşist cuntaya göre, 1980 öncesinde “terörün”, yani devrimci hareketin yükselmesinin sebebi de yabancı silah kaçakçılarının tezgâhıydı. Özellikle güneydoğudaki Ermenilerin silah, uyuşturucu ve altın kaçakçılığını ASALA ile birlikte organize ettikleri ve “Kürt ayrılıkçı hareketini” de finanse ettikleri tezi işleniyordu. Cuntaya göre ’80 öncesinde silahlı hareketlerle amaçlarına ulaşamayan şer odakları, şimdi de gençliği uyuşturucu vasıtasıyla ele geçirmeye çalışıyor ve böylece de terörü canlandırmaya çalışıyorlardı.
12 Eylül faşizminin popüler adamlarından İstanbul emniyet müdürü Şükrü Balcı, mafya babalarıyla yakın ilişki içerisinde hem trafiği kontrol ediyor hem de kaçakçıları haraca kesiyordu. Bu şahıs, aynı zamanda, polis içinde rüşvet mekanizmasını kurumsallaştıran ve bir sisteme bağlayan kişi olarak da biliniyordu. Rüşvetler bir havuzda toplanıyor ve rütbelerine göre polislere dağıtılıyordu. Balcı, ABD’de uluslararası polis akademisini bitirmiş, kontr-gerilla eğitimi almış, 12 Mart döneminde de solculara yapılan ağır işkenceleri organize etmişti. Kendisinden sonra adamları bu ekolü emniyet teşkilâtı içinde devam ettirdiler, örneğin Ünal Erkan ve Mehmet Ağar da kendisinin yetiştirdiği “güzide” devlet adamlarındandı.
Nitekim 90’lı yıllarla birlikte, Kürt özgürlük hareketindeki yükselişe de paralel olarak, hızlı bir operasyona girişildi ve Kürt babalar birbiri ardına öldürülerek “ortalık temizlendi”. Bu operasyona zemin sağlamak amacıyla medyada, Türkiye’deki uyuşturucu ticaretini PKK’nin yaptığına dair haberlerde olağanüstü bir artış yaşandı. Operasyona paralel olarak yoğun bir karalama kampanyası da yükseltilmişti. İktidarı ANAP’tan devralan Çiller-Ağar hükümeti döneminde MGK’nın stratejisi, Kürt hareketine karşı kontr-gerilla faaliyetlerini yükseltmek ve bunu da uyuşturucu parasıyla finanse etmekti. Bu iş için, başını İbrahim Şahin, Korkut Eken gibi kontracıların çektiği özel birimler oluşturuldu. Cem Ersever gibi JİTEM’ciler bizzat bu ticareti yönetiyordu. JİTEM elemanları, dokunulmazlıklarını da kullanarak bizzat resmi plakalı araçlarla uyuşturucu taşıyorlardı. Bir yandan Kürtlere yönelik seri cinayetler işleniyor diğer yandan da JİTEM kontrolünde gerçekleştirilen uyuşturucu sevkiyatı PKK’nin üzerine yıkılmaya çalışılıyordu. Koruculuk sistemi de bu işler için sıklıkla kullanılıyordu.
Tüm bu çabaların en doğrudan sonucu, 90’lı yıllardan itibaren uyuşturucu kullanan gençlerin sayısındaki hızlı artış oldu. Devlet, her ne kadar sorunun kaynağını “yozlaşmış Batı kültürü”, “yozlaşmış gençlik”, “terörist suç örgütleri” olarak göstermeye çalışsa da, durum apaçık ortadaydı. Egemen güçler, bir yandan gençlik içinde uyuşturucu madde kullanımının önünü açıyor, diğer yandan da bunun sonucu olan insanlık dramlarını afişe ederek, kendi polis devleti uygulamalarına gerekçe haline getiriyorlardı.
Düzen güçlerinin hedefi muhalif gençliktir!
Gelinen noktada burjuva devletin bu bilinçli politikaları sonuç vermiş, uyuşturucu madde kullanımı önemli boyutlara ulaşmıştı. 80’ öncesinde gençliğin yaygın biçimde politik hareketler içinde örgütlü olması ve devrimci kültürün uyuşturucu madde kullanımı ve benzeri yoz alışkanlıklara geçit vermemesi uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasının önünde önemli bir engeldi. Sonrasında ise uyuşturucular gençliğin içindeki muhalif damarı bastırmak için özellikle kullanıldı. Devlet uyuşturucu satıcılarına hem göz yumuyor hem de önlerini açıyordu. Mafya zaten Ülkücü hareketle ve polis-devlet aygıtıyla iç içe geçmiş olduğundan bir taşla iki kuş vurulmuş olunuyor, hem gençliğin muhalif hareketlere kanalize olmasının önüne geçilmiş olunuyor hem de ciddi paralar kazanılıyordu.[2] Özellikle 17-25 yaş kuşağı içinde ve üniversiteli gençlik, işsizler ve genç işçiler içinde uyuşturucu kullanım oranı hızla artmaya başlamıştı. 1985 yılından itibaren hedef daha da genişletilerek liseli gençliğe de el atıldı. Uyuşturucu kullananların yaklaşık %40’ını 15-19 yaş arası gençler oluşturuyordu.
Bugünkü veriler gençliğin %3’ünün herhangi türde bir uyuşturucu maddeyi kullanır hale geldiğini göstermektedir. Bu oran, gelir grubunun alt sıralarına inildikçe, işsizlikle paralel olarak artmaktadır. Toplumun dışlanmış ve lümpen kesimlerinde ise %57’ye kadar çıkmaktadır. Polisin elindeki verilere göre uyuşturucu kullanma yaşı 11’e kadar düşmüş, ilkokul çağındaki çocuklar bile okul tuvaletlerinde esrar çeker hale gelmiştir. Örneğin işçi semtlerinden Zeytinburnu’ndaki bir ilköğretim okulunda yapılan araştırmada sigara kullanma oranı %87, alkol kullanma oranı %72, esrar kullanma oranı ise %32 çıkmıştır. Yeşilay’ın 40 ilde yaptığı anket çalışması da sigara kullanma yaşının 10’a, alkole başlama yaşının 11’e, uyuşturucuyla tanışma yaşının da 12’ye indiğini gösteriyor.
Çeşitli araştırmalar İstanbul’daki liselerde uyuşturucu kullanan öğrenci sayısının son 3 yılda %300 arttığını, eroin kullanımının da %100 arttığını göstermektedir. Hemen her okulun yakınında ve çevresinde uyuşturucu satılmakta ve kullanımı teşvik eden yerler bulunmaktadır. Uyuşturucular arasında insanı en hızlı tüketen ve genellikle kesin bir ölüme götüren eroinden kaynaklı ölüm vakalarında da ciddi bir artış sözkonusudur. Ölüm olaylarının en fazla olduğu İstanbul, Gaziantep, Van, Elazığ ve Antalya, aynı zamanda bu zehrin en çok üretildiği yahut ticaretinin yapıldığı bölgelerdir. Ayrıca 2009 yılı istatistiklerine dayanılarak hazırlanan bir rapora göre uyuşturucu kullananların %73’ünü 16-30 yaş grubu, yani genç kesim oluşturmaktadır. Bu rapor uyuşturucu belâsının asıl olarak 11-17 yaş grubunu hedef aldığını da açıkça göstermektedir. Bir diğer dikkat çekici unsur ise, kullanıcıların sınıfsal konumlarıdır. Yaygın kanının aksine, çocukları uyuşturucu kullanan ailelerin yarısından fazlası düşük gelirli aileler, yani emekçi aileleridir.
Bu tablo tastamam 12 Eylül faşizminin ürünüdür ve asıl hedefin işçi sınıfından gençler olduğu apaçık ortadadır. Çeşitli araştırma raporlarını biraz daha derinlemesine incelediğimizde bu olgu daha da güçlenmektedir. Örneğin İstanbul’da uyuşturucu kullanımının yaygın olduğu semtlerin başında Gazi Mahallesi gelmekte ve onu, Küçükçekmece, Tarlabaşı, Zeytinburnu, Mustafa Kemal (eski adıyla 1 Mayıs) Mahallesi, Gülsuyu, Tuzla, Ümraniye gibi semtler takip etmektedir. Gazi Mahallesinin başı çekmesi, işin özünü net biçimde deşifre etmektedir. Amaç topluma muhalif olan kesimlerden ve sınıflardan gençleri uyuşturucuya alıştırmak ve böylece pasifize etmektir. Sol ve devrimci düşüncelere potansiyel olarak yatkın olduğu düşünülen işçi gençliği, Alevi kesim, Kürtler vb. hedef tahtasındadır. Düzenin egemen güçlerinin yegâne amacı gençliğin devrimci mücadeleye veya muhalif hareketlere kaymasını engellemektir. Bu uğurda sönen hayatların, genç yaşta düşen fidanların hiçbir önemi yoktur.
İşçi gençliğin yeri devrimci mücadelenin saflarıdır!
İşsizliğin ve yoksulluğun hızlı artışı, milyonlarca genç için hayatı her gün daha da katlanılmaz hale getirmekte ve geleceğe dair en küçük bir umudu kalmayan bu gençler, çareyi uyuşturucu maddelerin verdiği geçici avuntularda arayabilmektedirler. Gittikçe çürüyen ve çürüdükçe toplumu yozlaştıran kapitalizm, hayatla yeni tanışmaya başlayan genç bedenler ve zihinler üzerinde dayanılması gerçekten güç acılar ve gerilimler yaratmaktadır. Bireyciliğin, bencilliğin ve acımasız bir rekabetin hâkim olduğu kapitalist toplumda yaşayan genç, kolaylıkla umutsuzluğa ve çıkışsızlığa düşebilmekte, üzerindeki baskının yarattığı iç sıkıntısıyla ya intihara sürüklenmekte ya da geçici bir rahatlama ve mutluluk sağlayan uyuşturucunun tuzağına düşmektedir.
Örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için gerçek çıkış yolunu göremeyen, büyük kentlere savrulmuş Kürt gençlerinin yahut varoşlara sıkışmış hayatlar yaşayan işçi gençlerin çok fazla seçeneği yoktur. En iyi ihtimalle fabrikalarda uzun çalışma saatlerinde ömürlerini tüketecek, kötü ihtimalle ise onu bile yapamayarak sefaletin pençesine düşeceklerdir. Üstelik buna bir de polis ve devlet terörünü, baskıcı uygulamaları eklemek gerekir.
İşte gençlerin tam da kendilerini yalnız ve boşlukta hissettikleri bu koşullarda devreye burjuva devletin bilinçli politikaları girmektedir. İçinde yaşadıkları bu bozuk düzene isyan edebilme potansiyelini taşıyan işçi gençlerin devrimci mücadeleye kanalize olmasından korkan devlet, gençliği pasifize etmenin bir aracı olarak uyuşturucu zehrini devreye sokar. Her okulun, her kahvenin ve sokağın köşe başında kolaylıkla bulunabilecek uyuşturucu satıcıları, bizzat polis eliyle işçi gençlerin yaşadıkları semtlere sokulur ve himaye edilirler. Başlangıçta bedava mal verilerek tuzağa düşürülen gençlerin bu bataktan kurtulması oldukça zordur. Uyuşturucu kullanan kişi ne politikayla ne de çevresiyle ilgilenir. Varını yoğunu bir sonraki “krizi” atlatmak için tüketir. Erkekler satıcı olur, kızlar fuhuşa sürüklenir. Bu da yetmez, Kürt illerinde sıkça yaşandığı gibi, ajanlaştırılmaya çalışılırlar.
İşçi gençliğin başına bu belâyı saran bizzat kapitalist düzen olduğundan, kurtulmanın yolu da düzene karşı mücadele veren devrimci hareketin saflarına katılmaktır. Örgütlü bir biçimde devrimci mücadeleye katılan genç, bilinçlendikçe içinde yaşadığı düzenin çelişkilerini ve bu düzenin yıkılması zorunluluğunu fark edecektir. Yaşadığı sıkıntıların asıl kaynağının kapitalist sistem olduğunu görecek ve bu sisteme karşı mücadele vermedikçe gerçek kurutuluşun olmayacağını kavrayacaktır. Ve bu mücadele, onun kendi benliğini bulmasını sağlayacak, aslında devasa bir sınıfın üyesi olduğunu, dolayısıyla da yalnız olmadığını fark etmesine vesile olacaktır. Mücadelenin kolektif karakteri içerisinde yalnızlığını unutan ve kendisi gibi kardeşleri tarafından sarıp sarmalanan gençler, umudun tükenmediğini, başka bir dünyanın pekâlâ mümkün olduğunu da yaşayarak anlayacaklardır. Tüm insanlığın kurtuluşu uğruna fedakârca kavga vermek, hayatlarının boşa akıp gitmemesini, aksine dolu dolu ve olabilecek en anlamlı biçimde geçmesini sağlayacaktır. Demek ki, işçi sınıfının gençlerinin önünde gerçekte tek bir seçenek vardır; devrimci mücadelenin saflarına katılmak ve her türlü pisliğin kaynağı olan kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmek için bir an önce harekete geçmek!
[1] Fikir vermesi bakımından belirtmek gerekirse, bir bağımlının günlük tüketimi ortalama 50 miligramdır. 800 ton afyon demek, yaklaşık 160 ton eroin demektir. Bu da yaklaşık olarak 8 milyon kullanıcının yıllık eroin kullanımına denk bir miktardır ve bu rakam, bahsi geçen dönemdeki kullanıcı sayısına göre bakıldığında çok yüksek bir değerdir.
[2] Türkiye’de uyuşturucu kaçakçılığından ve onunla bağlantılı yer altı ekonomisinin toplam yıllık cirosu 100 milyar dolar civarında seyretmektedir. Bu cironun yarıya yakını da uyuşturucu ticaretinden sağlanmaktadır.
link: Kerem Dağlı, Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor /2, 1 Temmuz 2010, https://marksist.net/node/2476