Derinleştirilerek devam ettirilen inkâr ve asimilasyon
1925’te başlatılan ve tüm Kürt coğrafyasında aralıksız devam eden askeri harekâtlar sonucunda, daha Dersim katliamına sıra gelmeden binlerce köy yakılıp yıkılmış, binlerce Kürt katledilmişti. Kürt köylüler eşkıyaya yardım ettikleri gerekçesiyle sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyorlardı. Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar başlıklı kitabın kimi bölümlerinde verilen sayılar, gerçekleştirilen katliamın boyutuna ilişkin çarpıcı veriler sunmaktadır. Örneğin “Bicar Tenkil Harekâtı” başlıklı bölümde, 1927 yılı sonbaharında Albay Mustafa Muğlalı (daha sonra orgeneralliğe kadar terfi ettirilen, 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüyü kurşuna dizen ve 2004 yılında Kürt halkına nispet yaparcasına adı bu ilçedeki jandarma kışlasına verilen cani) komutasında gerçekleştirilen bu harekâtta, sadece bir ay içinde 280 köyün yakıldığı, 2000’i aşkın Kürdün öldürüldüğü övgüyle dile getirilmektedir.
Bu süreçte devlet bir yandan imha harekâtına son sürat devam ederken, öte yandan inkâr ve asimilasyon politikasını da derinleştirilerek hayata geçirmeye çalışıyordu. Genelkurmay’a verilen raporlardan hareketle dönemin Genelkurmay Başkanının mütalaaları arasında yer alan 1930 tarihli aşağıdaki satırlar, Kürtlere ilişkin bu genel politikanın Dersim’e uyarlanmış haliydi:
İmha: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellâh (silahlı) kuvvetin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.”
Asimilasyon: “Dersim evvelâ koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı; Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen (kademeli olarak) öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”[1]
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1931 Kasımında hazırladığı raporda da ayrıntılı bir imha planının yanı sıra asimilasyona ilişkin şu vurgular vardı: “Dersim’de açılacak mekteplerle istikbalin Dersimlilerini bugünkünden daha medeni yumuşak hale getirmek ve Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Mektepler vasıtası ile Türk lisanı Dersim’de temin edilmelidir.”[2]
Birkaç yıl sonra Dersim’de onbinlerce Kürt korkunç bir şekilde katledilecek, binlercesi sürgün edilip batıdaki çeşitli illere dağıtılacak ve yukarıdaki raporlarda da öngörüldüğü üzere hızlı bir asimilasyon politikasıyla “Türklük içinde eritme” işlemine girişilecekti.
Kürt tarihinin, kimliğinin ve dilinin inkârının doruk noktası, Kürtlerin Türk olduğu yalanının sözde akademik çalışmalarla “kanıtlanmaya” girişilmesiydi. Dünyadaki faşizm rüzgârının da etkisiyle Kemalist rejimin güneş-dil teorisi, Türk tarih tezi gibi çeşitli türden zırvayı piyasaya sürdüğü 1930’lar, Kürt tarihi ve Kürt dili açısından da bilimsel inceleme adı altındaki binbir safsataya itibar edilmeye başlanmasıyla bir dönemeç noktası teşkil edecekti. Artık Kürtler Türk, Kürtçe de bir dil değil “lehçe” sayılacaktı.
1930 yılı başlarında, “İskâna Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi Uygulamasına İlişkin” gizli bir genelgeyle valilere şu görevler verilerek asimilasyonun alabildiğine hızlandırılması isteniyordu:
- Yabancı lehçelerle konuşan köylerin isim ve nüfuslarını belirlemek; bu tür köylerin küçük olanlarını civardaki Türk köylerine dağıtmak; yabancı lehçeli olanların köy ve mahalle kurmalarını önlemek; yabancı lehçelilerin bulundukları yerlerdeki memurları, mutlaka o yabancı lehçeyi konuşmayan Türklerden seçmek; Türkçe konuşmanın ve “som Türklüğe” mensup olmanın sadece şerefli değil aynı zamanda kârlı bir iş olduğunu göstermek; özellikle kadınlar arasında Türkçenin yaygınlaşmasına çalışmak; Türk kızlarının Türkçe konuşmayanlarla evlendirilmesini teşvik etmek.
- Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek.
- Kürt, Boşnak, Çerkez, Laz, Âbaza, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak vs. lakaplar vermemek, bu adlarla anılan köylerin adlarını değiştirmek.
Genelge şöyle sona eriyordu: “Özetle (bu nitelikteki unsurların) dillerini, geleneklerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak her Türke düşen milli ve önemli bir görevdir.”[3]
Görüldüğü gibi, Kürt ve Kürtçe dememek için kırk takla atan Türk egemenler, Kürtleri “Türkçe konuşmayanlar”, Kürtçeyi ise “yabancı lehçe” olarak kodlama yoluna gitmişlerdi. Türkçenin kadınlar arasında yaygınlaştırılmasına vurgu da devam etmekteydi. Bu asimilasyon yöntemine, bir başka asimilasyon yöntemi, Türk kadınların Kürt erkeklerle evlendirilmesini teşvik ederek doğan çocukların dillerinin analarının dillerinde yani Türkçe olmasını sağlama çabası eşlik ediyordu. Bunun yanı sıra, isim ve lakapların Türkçeleştirilmesi uygulamasına da start veriliyordu.
1933’e gelindiğinde, Kemalist rejim şaşalı bir onuncu yıl kutlaması gerçekleştirirken daha önce yurtdışına sürülmüş olan aydınların büyük bir bölümü için af çıkardı, ama aynı aftan sürgündeki Kürt aydınlar yararlandırılmadı. Bu aydınlardan biri olan ve hiçbir zaman ülkesine dönemeyip Şam’da ölecek olan Celadet Alî Bedîrhan onuncu yıl dolayısıyla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e bir açık mektup göndermişti. Kitap halinde de bastığı bu mektupta Bedîrhan, pek çok hususun yanı sıra Kürtlerin taleplerini ve bu halkı asimile etme çabalarının boşa olduğunu da dile getiriyordu:
“(...) Kürdistan çok eski bir tarihsel kavramdır ve milletim Kürtlerin eski bir tarihi, belli bir coğrafyası ve toplumsal bir örgütlülüğü vardır. (…) Resmi bir duyuru ile Kürdistan’ın varlığını, Kürtlerin tarihsel, ulusal, kültürel haklarını tanır ve açıklarsınız, işte o zamandır ki sorunun çözümüne doğru büyük ve önemli bir adım atılmış olur. (...) Paşa Hazretleri, yönetiminiz döneminde Kürdistan sorununu çözmek istiyorsanız; eşyanın tabiatına uygun tek yol budur. (…) Buna rağmen bunca deneyim ve başarısızlıklar göz önünde dururken göstermiş olduğum yol izlenmezse, Başkanlık amacınızın Kürdistan sorununu çözmek değil, tersine Kürdistan yangınını büyütmek olduğu ortaya çıkar. Paşa Hazretleri, Kürtleri eritmek veya esir etmek emin olunuz ki, onları öldürmekten daha zordur. Kürtlerin hürriyeti, tabiattan doğan bir çeliktir. Sadi-i Şirazi’nin dediği gibi, çelikle pençeleşenin sonu elini-kolunu yaralamaktır. (...) Her şeye rağmen Müslüman kanı dökerek Müslüman kurşunu ile ölen Anadolu yavrularına acımıyorsanız, biliniz ki Kürdün de damarlarında ölerek, öldürerek dökeceği kan her zaman için bolca mevcuttur.”[4]
Ancak TC egemenleri Kürt halkının taleplerine kulaklarını tıkayıp bildiklerinden şaşmadılar ve inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını tam gaz devam ettirdiler. Diyarbakır’da Birinci Umum Müfettişliği yapan Abidin Özmen, 1936’da hazırlayıp hükümete sunduğu bir raporda, bölgedeki Kürt nüfusun artış hızının tehlikeli boyutlarda olduğundan söz etmekte, bölgede Türklerin azınlık oldukları gerçeğini dile getirmekte ve çare olarak asimilasyonu önermekteydi:
“Türk camiası içinde kaynatmak istediğimiz kimseleri Kürtçe yerine Türkçe diliyle konuşur hale getirmek icap eder. Temsilin (asimilasyonun) yapılması için Kürtçe konuşmak meselesi üzerinde durmak icap eder. Halkevlerinin, bilumum memurların, devlet daireleri ve müesseselerinde çalışan bilumum memur ve müstahdemlerin Kürtçe konuşmalarına katiyen müsaade edilmemelidir. İşi olan köylü Türkçe bilmiyor ise köylü ile Kürtçe konuşmamalı, memur olmayan bir tercüman getirmeye mecbur tutulmalıdır. … Kürtçe konuşanlara karşı maddi ve manevi cezalar uygulanmalıdır.”[5]
Özmen’e göre, asimilasyona “Kürtlük için çalışanların ortada Kürt bulamaz duruma düşmelerine kadar” devam edilmeliydi. Bunun için de, Kürtçe konuşan memurlar cezalandırılmalı, doğunun belli bölgelerine Türk göçmenler yerleştirilmeli, bölgede Türklük aşılayacak azimli öğretmenler görevlendirilmeli, yatılı okullar kurulmalı, bu okullarda özel müfredat takip edilmeli, Halkevleri güçlendirilerek halka gazete, dergi okutulmalı, köylerde Türkçe konserler verilmeli, Kürtleri istismar eden kişiler seçilip bölgeden çıkarılmalı, her yıl 3 bin kişi batı bölgelerine gönderilerek 15-20 yıllık bir programla bu halk ortadan kaldırılmalıydı![6]
Cumhuriyet tarihi boyunca, benzer raporların ve bunların hayat bulduğu kanunların, kararnamelerin ardı arkası kesilmemiştir. 27 Mayıs 1960 darbesinden bir yıl sonra Bakanlar Kuruluna sunulan ve kabul edilen “Devletin Doğu ve Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Programının Esasları” adlı rapor da inkâr ve asimilasyonun çarpıcı bir örneğini teşkil etmektedir. İşte rapordan bazı pasajlar:
“Halihazır İskan Kanununu ve tatbikatını, tesbit edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyon temin edecek şekilde incelemek ve tadil etmek...”
“Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete [göçe] mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskan etmek...”
“Türkiye’de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskan sahalarına ayırmak...”
“Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi... kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkânları sağlanması...”,
“Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması…”, “Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması…”, “Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.”[7]
Görüldüğü üzere, memlekette Kürt yoktu, “kendilerini Kürt sanan” ama aslında Türk olanlar vardı! Fakat her ne hikmetse bunların İran ve Irak’ta aynı dili konuştukları insanlar Kürttü! Türk egemenler, 1925’te kabul ettikleri Kürt gerçeğini yıllar ilerledikçe “kendini Kürt sananlar”a evrilterek inkârda yaratıcılıkta sınır tanımıyorlardı.
Bakanlar Kurulunun başında yer alarak yukarıdaki raporu imzalayan darbe hükümetinin başbakanı Org. Cemal Gürsel (daha sonra cumhurbaşkanı olacaktı), yine o yıl yayınlanan bir kitaba (M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabı) yazdığı önsözde de inkârda ısrarı devam ettiriyordu:
“[Bu kitap] Doğu Anadolu’da yaşayan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türkten ayrı sayan; bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle saydığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. … Dünya üzerinde ‘KÜRT’ diye adlandırılacak müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. Kürtler yalnız vatandaşlarımız değil soydaşlarımızdır da…. Fakat devam eden kötü idare ve ihmaller, onların kapalı yaşama ihtiyatları, maalesef bu neticeyi doğurmuştur. Türk milletini ve Türk vatanını parçalayarak yok etme sevdasında olanlar, bundan faydalanmanın peşinde koşuyorlar.”[8]
Darbe hükümetinin inkâr ve asimilasyonu derinleştirmek üzere giriştiği faaliyetlerden biri de “Türkçe olmayan” yer adlarının değiştirilmesine hız vermekti. Bu dönemde on binlerce yer, dağ, nehir vs. adı değiştirilip yerlerine uydurma Türkçe adlar koyuldu.
Aslına bakılacak olursa, yer adlarının değiştirilmesi faaliyetine İttihat ve Terakki döneminde başlanmıştı. Enver Paşa, Başkomutan Vekili sıfatıyla 6 Ocak 1916 tarihinde yayınladığı bir genelgeyle, “Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hasılı İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, ilah. bilcümle isimlerin Türkçeye çevrilmesinin kararlaştırıldığını” duyuruyor ve bunun en kısa zamanda uygulamaya geçirilmesini istiyordu. Bu genelge o dönemde hayata geçirilmeye başlanmıştı. Cumhuriyet döneminde ise, “İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen yerler”e, Kürtçe, Arapça gibi İslam olan fakat Türk olmayan milletlerin diliyle anılan yerler de eklenecekti.
Bu amaçla 1957’de, İçişleri Bakanlığı bünyesinde, ordunun ve üniversitelerin de katıldığı Yabancı Adları Değiştirme Komisyonu kuruldu ve 1959’da İçişleri Bakanlığı’na köy adı değiştirme yetkisi verildi. “Aynı yıl iller bazında yeni yeradı listeleri yayımlanmaya başlandı. Hazırlıklar 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ertesinde semeresini verdi. Darbeyi izleyen dört ay içinde 10.000’e yakın yeni köy adı resmi kullanıma sokuldu. 1965’ten önce Türkiye’deki tüm yeradlarının yaklaşık üçte biri değiştirildi. Bazıları binlerce yıllık tarihe sahip olan 12.000 dolayında köy ve 4.000 dolayında bağlı yerleşim ile binlerce akarsu, dağ ve coğrafi şekil, bürokratik zihniyetin ürünü olan yeni Türkçe adlara kavuştu. Eski adları unutturmak için son derece katı politikalar izlendi. Bu adları (parantez içinde dahi olsa) gösteren haritaların basılması, yurda sokulması ve dağıtılması yasaklandı. Bu amaçla Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde harita sansür kurulu işlevi gören Harita Genel Komutanlığı oluşturuldu. Türkiye’de her türlü harita basımı ve satışı bu heyetin iznine bağlandı. Yerel bazda eski adları tanıtan yayınlar, bazen basit bir krokiyi “harita” saymak suretiyle toplatıldı.”[9]
Çok açık ki, bu korkunç bir kültür katliamıydı ve amaç Anadolu topraklarında “Türke” ait olmayan her şeyi tarihsel bellekten köklü bir şekilde kazımaktı. 20 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi de aynı yoldan ilerleyecekti.
12 Eylül faşizminden bugüne asimilasyon
12 Eylül faşist darbesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskılar doruğa çıkarıldı. Faşist cuntanın şefi Orgeneral Kenan Evren, “Kürtler Orta Asya’dan gelen Türk kavimlerinin bir koludur” diyerek TC’nin inkâr politikasını kararlılıkla devam ettirirken, faşist rejim asimilasyon konusunda çok daha atak davranacaktı. Öyle ki, bundan böyle çarşıda pazarda Kürtçe konuşmak bile gözaltına alınıp işkenceden geçirilmek için yeterli neden sayılacaktı. Faşist cuntanın hazırladığı 1982 Anayasası, “Düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz”, “Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dille yayın yapılamaz”, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğrenim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyen maddeleriyle, Kürtçe yasağını anayasal bir yasak haline getiriyordu. Anayasasın sözünü ettiği kanun da 29 Ekim 1983’te yürürlüğe sokuluyordu.
Türkçeden Başka Dillerde yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun başlığını taşıyan 2932 sayılı bu kanun, “Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması yasaktır” diyor ve “Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır” ifadesiyle bizzat Kürtçeyi yasaklı hale getiriyordu. Böylece konuşmak, yazmak, yayın çıkarmak, müzik eseri yayınlamak da dahil olmak üzere Kürtçenin kullanımı her alanda yasaklanıyor ve cezai yaptırıma tâbi tutuluyordu.
Yaklaşık sekiz yıl boyunca yürürlükte kalan bu yasa 1991 yılında kaldırılıp böylelikle Kürtçenin kullanımının önündeki çok önemli bir engel temizlenmiş olmasına rağmen, TC’nin inkârcı ve asimilasyoncu zihniyeti 90’lı yıllarda da kaskatı bir şekilde devam etmiştir. Hükümetler tarafından zaman zaman “Kürt sorunu çözülüyor” havası yaratacak girişimlerde bulunulsa da, bu dönem esas olarak Genelkurmay merkezli imha ve sürgün politikasının zirvede olmasıyla karakterize olan bir dönemdir. MGK aracılığıyla hükümetlere devlet politikasını empoze eden Genelkurmay, “Kürt yoktur” resmi söylemini ısrarla sürdürürken asimilasyon politikaları da revaçtadır.
Örneğin 1994 tarihli bir MGK raporunda, “Kürt dilinin kendi içinde bile büyük lehçe farklılıkları var. Kürt alfabesi olarak ortaya çıkartılan da uydurma. Bu yüzden Kürtçe eğitim gibi kültürel özerkliğe yönelik tedbirlere gerek yoktur” denmekte ve devamında tam da asimilasyona ilişkin tedbirler sıralanmaktadır: “Bölgede yatılı ilköğretim okulları açılmalı”, “Bu okullarda Türk kimliğini geliştirecek ders programları uygulanmalı, bu amaçla müfredat gözden geçirilmeli”, “Nüfus planlaması çok önemli bir konu olarak değerlendirilmeli”, “Altyapı eksiklikleri bir an önce giderilip, radyo ve TV atağına geçilmeli”.[10]
Yıl 2000. Aralık 1999’daki MGK’da alınan kararlar doğrultusunda hazırlanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” ve benzer “tedbirler”: Yatılı bölge okullarının güçlendirilmesi; kadınlara okuma-yazma öğretilmesi; TRT’nin eğitici ve öğretici yayınlarının artırılması…[11]
Nüfus planlaması adı altında Kürt nüfusun azaltılması çabası, Kürtçenin kullanılmasının çeşitli yasaklarla baskılanması, Kürtçe eğitime izin verilmemesi, yatılı bölge okullarında Türklük bombardımanı altında özel müfredatlı eğitim, kadınlara anadillerini unutturarak Kürt çocukları “Türkleştirilmiş” nesiller olarak garanti altına almak, radyo ve televizyon aracılığıyla resmi propagandanın beyinlere boca edilmesi… Görüldüğü üzere bunlar 88 yıllık TC’nin asimilasyon politikasının en temel ayakları olagelmiştir.
Bugün Kürtler çarşıda pazarda Kürtçe konuşabiliyor, Kürtçe kitap, gazete, dergi, CD vs. yayınlar yapılabiliyor olsa da, Türkiye’de Kürtçe eğitim verilen tek bir okul bile bulunmamaktadır. 1982 Anayasasındaki dil yasağına ilişkin maddeler 2001 yılında kaldırılmıştır ama bugün halen resmi kurumlarda ve Meclis’te Kürtçe konuşulamamakta, mahkemelerde Kürtçe savunma yapılamamakta, Kürtçe yer isimlerinin kullanılmasının önündeki fiili engeller devam etmektedir. Türkiye’nin imza attığı uluslararası sözleşmeler gereği 2006 yılında çıkarılan bir kanunla ailelerin çocuklara istedikleri ismi vermelerinin önü açıldıysa da, bu kez de Türkçe alfabede “X, Q, W, Î, Ê” gibi harflerin bulunmaması bahane edilerek Kürtçe isimler engellenmeye çalışılmaktadır.
1928 yılında çıkarılan ve Arap alfabesi yerine Türk alfabesinin geçirilmesini hükme bağlayan 1353 sayılı kanun, devletin bütün kurumlarında, şirketlerde, derneklerde, özel kuruluşlarda Türk harflerinin kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Kanun açıktır ki Arap harflerinin kullanımına son vermek üzere düzenlenmişti. Oysa aradan yetmiş yıl geçip de Kürtçenin yazılı olarak kullanımının önündeki yasal engeller kalkınca, dükkân tabelâlarında vs. hiç göze batmayan X, Q, W harfleri, Kürtler kullanınca birden göze batmaya başladı ve 1353 sayılı yasa hatırlanıverdi. Televizyon kanallarının adlarında (Show, Fox vs.) dahi var olup 24 saat gözümüzün önünde olan bu harfler Türkler için sorun sayılmazken, Kürtler için suç unsuru oluşturur oldu. Kürt illerindeki belediye başkanlarının belediyelerin yayınlarında ve ilanlarında bu harfleri kullandıkları için yargılanıp ceza almaları bunun sadece bir örneğidir. Bir başka çarpıcı örnekse, “Kürt açılımı”ndan aldığı cesaretle yeni doğan kızına “Helin Kürdistan” adını koyan ve bu isimle kimlik çıkartmayı başaran bir babanın 8,5 yıl hapse mahkûm edilmiş olması ve halen cezaevinde bulunmasıdır. Bu izansız ve insafsız cezaların örneklerine hemen her gün bir yenisi eklenmektedir.
Türk devleti, 1920’lerin başlarından bu yana sistemli bir asimilasyona maruz bırakmasına rağmen Kürt halkını kimliksizleştiremedi, aksine baskılar ulusal bilinci daha da pekiştirip çelikleştirdi. Yukarıda da alıntıladığımız gibi Celadet Alî Bedîrhan bundan 78 yıl önce Mustafa Kemal şahsında devlete seslenerek, neredeyse Kürt hareketinin bugünkü talepleriyle aynı talepleri dile getiriyor ve çözüm yolunu gösteriyordu: Kürdistan’ın varlığının ve Kürtlerin tarihsel, ulusal ve kültürel haklarının resmen tanınması! Bu yol izlenmezse sorunu çözmek bir yana yangının daha da büyüyeceğini ve çok kan akacağını dile getiriyordu.
Kürtlerin sesine kulak vermeyen TC, yüz binden fazla insanı katletme pahasına bildiğini okudu. Ancak Kürt halkı 80 yıl öncenin Kürt halkı değildir. Köprünün altından çok sular akmış, 1930-40’ların Kemalist rejiminin Kürdistan’ı bilinçli geri bırakma planlarına rağmen ileriki onyıllarda kapitalizm orayı da hallaç pamuğu gibi atmıştır. Son yirmi yılda kırın hızla çözülmesi geri aşiret bağlarını da çözmüş, böylelikle devletin Kürtleri baskı altında tutma mekanizmalarından biri de parçalanmış ve kapitalizmin gelişmesi, okuma-yazma oranının yükselmesi, televizyonun her eve girerek dünyayı insanların yanı başlarına getirmesi, iletişimin tahayyül edilemeyecek ölçüde kolaylaşması, Kürt ulusal bilincinde de patlamalı bir gelişmeye yol açmıştır. Egemenlerin 1930’larda bölgenin sanayileşmesinden, yani kapitalistleşmesinden duydukları korku boş değil ama faydasız bir korkuydu. Egemenler kaçamayacakları bir sorunu gerçekten çözmek yerine imha, inkâr ve asimilasyonla öteliyorlardı sadece. Ama sonunda gerçeklik yüzlerine şamarı indirdi: Bugün milyonlarca Kürt ulusal demokratik haklarını yüksek sesle talep ediyor, Kürtlerin neredeyse tümü kendini Kürt olarak tanımlıyor, Kürtçe konuşmaktan çekinmiyor, biz varız diye bas bas bağırıyor.
link: İlkay Meriç, Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları /2, Kasım 2011, https://marksist.net/node/2821