Ekim ayında bir asker daha ana ocağına dönemeden militarizme kurban verildi. Askerlik yaptığı Kıbrıs’ta bir arkadaşıyla tartıştığı gerekçesiyle ceza verilen ve “disko” diye adlandırılan disiplin koğuşunda gardiyan erler tarafından dövülen, susuz bırakılan, güneş altında kelepçeyle bekletilen er Uğur Kantar fenalaşıp 2,5 ay yoğun bakımda kaldıktan sonra öldü. Oğullarının ölümünü kabul etmeyen ve buna tepki gösteren aile bir de evlerini basan 20 kişilik bir Ülkücü faşist grubun bıçaklı, sopalı saldırısına maruz kaldı. Komşuların şikâyeti üzerine eve gelen polisler 80 yaşındaki dedeyi bile dövmekten çekinmeyen grubun kaçmasına göz yumarak bu saldırının organize olduğunu ispatlamış oldular.
Özellikle eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in “bir erimizi alnının ortasından vurduk” demesinden sonra, çocuklarını şüpheli bir şekilde kaybeden aileler dava açmaya başladılar. Artık aileler hesap soruyor. Hem şüpheli bir şekilde ölen çocuklarının hesabını soruyorlar hem de çatışmalarda ölenleri neye bedel olarak verdiklerini sorgulayarak, “şehit” diye cenazesi eve gönderilen fidanları için “bu vatana feda etmiyorum” diyebiliyorlar. İntihar ettiği iddia edilen oğullarının ölümlerinin gerçek nedenini öğrenmek için ordunun peşini bırakmıyorlar. Ama askeri bürokrasi kendine yakışanı yapıp en fazla birkaç haftada düzenlenen bir otopsi raporunu nerdeyse bir yıl boyunca bazı ailelere göndermiyor, aileler tehdit edilerek, yıldırılarak bu işin peşini bırakmaları sağlanmaya çalışılıyor.
Aralık 2010’da ailesine beş gün sonra izne geleceğini söyleyen er Cüneyt Kızılarslan “mevziye koşarken” vurularak öldürüldü. Cenazesi ailesine gösterilmeden gömüldü. Cenaze töreninde Adana valisi İlhan Atış gazetecilere, “askerimiz şehit ama nasıl olduğu konusunda bir şey diyemeyiz” diyordu. Ama bir yıl sonra generallerin “çok özel” bir toplantısında cinayetin nasıl işlendiği itiraf edilecekti. Alnının ortasından vurularak öldürülen er Cüney Kızılarslan’ın annesi hesap soruyor: “Ben oğlumu eve tabutla dönsün diye askere göndermedim!”
Bir şüpheli “askeri zayiat” da Batman’dan. Tam da Ermeni katliamının 96. yıldönümü olan 24 Nisanda şüpheli bir şekilde gerçekleşen ölümünü TSK’dan önce arkadaşlarının haber vermesiyle öğreniyor Ermeni Sevag Şahin’in ailesi. Annesi oğlunun ölümünden sonra şöyle diyor: “TSK, oğlum askere gittiğinde ‘oğlunuz bize emanet’ diye mektup göndermişti. Emanet böyle mi korunur? Üstelik özel bir emanetti; az sayıda kalan Ermenilerin özel emanetiydi. Sonuç olarak, oğlumun 24 Nisanda kaza kurşunu ile öldüğüne inanmıyorum. Kaldı ki, ‘kaza kurşunu’ açıklaması bir şey ifade etmiyor. Çünkü rütbelilerin esas işi kazaları önlemek olmalı. TSK bir açıklama yapmak durumunda.”
Mustafa Metin, 2004 yılında, Adapazarı’nda bağlı olduğu Piyade Tugayı’nda hayatını kaybetti. Cenazesi ailesine önce “suda boğuldu”, sonra “iple intihar etti” denilerek teslim edilmişti. Kendini iple astığı iddia edilen erin taburdan gönderilen sivil kıyafetlerinin üzerinde kan lekesine rastlandı. Mustafa’nın arkadaşı olduğunu söyleyen biri ailesine şu bilgileri veriyor: “Çocuğunuzu öldüresiye dövdükleri sırada üzerinde sivil elbiseler vardı, sonra onu bir malzeme deposuna götürdüler. Burada, bir üniforma giydirdiler ve intihar süsü vermek için astılar. Ardından, sivil kıyafetlerini attılar. Onlar gittiklerinde, ben elbiseleri topladım ve size ulaşması için gizlice çantasına koydum.”
Mardin Nusaybin İlçe Jandarma Komutanlığı piyade bölüğünde askerlik yapan Doğubeyazıtlı Nesim Tarhan’ın ailesine oğlunun görev yaparken intihar ettiği haberi veriliyor. Babası, “Biz kesinlikle oğlumuzun intihar ettiğine inanmıyoruz. Gece oğlumuzla konuştuk. Gayet normal bir hali vardı. Herhangi bir sorunu yoktu, biz çocuğumuzun öldürüldüğünü düşünüyoruz” diyor. Nesim Tarhan’la birlikte aynı köyden beş erin daha intihar ettiği iddiası, askeri bürokrasinin işçi, emekçi, Kürt çocuklarına karşı taşıdıkları hıncın ne boyutta olduğunu gösteriyor.
Geçtiğimiz Eylül ayında Maraş’ta şüpheli bir şekilde ölen (babası siyasi tutuklu olan) er Eren Özel’in ailesine oğullarının önce intihar ettiği, daha sonra ise bu ifade değiştirilerek vurulduğu söylendi. Aile gerçeği öğrenmek için 2. Ordu Komutanlığı önünde komutanlarla görüşmek isteyince polisler duruma müdahale ettiler, aile de oğullarının tabutuna sarılmış olan bayrağı nizamiyedeki askerlere verdi. Anne Zeynep Özel, “Ben oğlumu davul zurnayla gönderdim. Cenazesini aldım. Hiçbir anne bunu hak etmiyor. Sorumlular ortaya çıkarılsın. Oğlumun kanı yerde kalmasın” dedi. “Birileri hesap versin” diyerek tepki gösteren Amca Mahmut Özel, oğulları askerde ölen tüm ailelere “birleşelim” çağrısında bulunuyor. “Bunların bir hesabının olması gerek. Birileri hesap versin. Bir daha çocuklar ölmesin. Fakat her zaman yoksulların çocukları ölüyor. Askeri Morgun kapısında ‘Cennet Kapısı’ yazıyor. Bu cennet kapısından niye hep yoksulların çocukları geçiyor? Genelkurmay Başkanının, Başbakanın çocukları niye geçmiyor? Madem cennet kapısı paşaların çocukları geçsin. Biz böyle cennet istemiyoruz” derken de her şüpheli asker ölümünde yüreği yananların duygularına tercüman oluyor.
İnsan Hakları Derneğinin açıkladığı bir rapora göre son 20 yılda 2 tabura yakın asker şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Raporlarda 1991 ile 2001 yılları arasındaki 815, bundan sonraki 10 yıllık süreçte de 527 askerin “şüpheli” bir şekilde hayatını kaybettiği belirtiliyor. Sanki herhangi bir malzemeymiş gibi “Askeri zayiat” olarak TSK listelerinde yer alan asker ölümlerinin gerçek nedenleri ailelerine bildirilmiyor. Bu ölümler genellikle “kaza kurşunu”, “intihar”, “yüksekten düşme”, “elektrik ya da yıldırım çarpması”, “trafik kazası”, “eğitim sırasında mühimmat patlaması”, “yılan sokması” veya “kalp krizi” diye bildiriliyor.
Peki şüpheli intihar vakaları dışındaki intiharlardan ordu sorumlu tutulmayacak mı? İntihar eden erlerin psikolojisinin bozuk olduğunu söyleyen TSK, intihara eğilimli gençleri mi askere alıyor yoksa sapasağlam gelen gençlerin psikolojilerini bozacak bir ortam mı yaratıyor? Bir askerle yapılan röportaj yanıta ışık tutuyor: “Urfalı bir arkadaşım vardı. Tek kelime Türkçe bilmezdi. Çok dayak yediğine şahit oldum. Hep ceza verilirdi ona. Komutanlar en son sırt çantasına taş doldurmuştular. Onunla spor yaptırıyordular, o çantayla içtimaya çıkardı. Akşam uyuyana kadar çantayı çıkarmak yasaktı. Bu eziyetin tek nedeni de Türkçe bilmemesiydi.” Askerdeyken etnik kimliğinden dolayı baskıya uğramadığını söyleyen bu asker neden uğramadığını da şöyle ifade ediyor: “İlginçtir askerliği Ağrı’da yaptım ama bölüğümüzün yüzde doksanı Kürttü. Bilinçli bir şekilde bizi oraya göndermiştiler. Çatışma çıksa ölen iki taraf da Kürt olacaktı. Bölüğümüzün çoğunluğu Kürt olunca fazla sorun da çıkmadı.” (akt. M. Aydın, Kışlalarda Etnik Ayrımcılık ve İntiharlar, www.savaskarsitlari.org)
Kürt oldukları için, Türk olmadıkları için, Türkçe bilmedikleri için, solcu oldukları için, komutanın aşağılanmalarına tepki gösterdikleri için her fırsatta gözünün üstünde kaşın var denerek cezalandırılan sağlam gelmiş kaç erin psikolojisi bozulmaz? Eğitim sırasında sürekli küfür yiyen, aşağılanan, buna tahammül edemeyince hastanelik oluncaya kadar dövülen, kışlada olanların dışarı aktarılmaması için tehdit edilen, sürekli ceza verilerek askerliğini uzatmakla tehdit edilen, kimliğine dönük hakaretlere uğrayan kaç erin psikolojisi sağlam kalır? Disko denilen gün yüzü görmeyen tek kişilik hücrede, yediği bir ton dayağın ardından haftalarca bitler içinde yapayalnız geçirilen günlerden sonra yürüyemeyecek hale gelen bir genç, bir de uzun süre diğer erlerin onunla konuşması yasaklandığında ne kadar sağlam kalabilir? Çarşı izninin kaldırıldığı, ailelerin görüşlerinin engellendiği askerler ne kadar süre sağlam psikolojiye sahip olabilir?
Evlatlarının etini de kemiğini de “yüce Türk subayına” teslim eden aileler, oraya gönderdikleri çocuklarını aynen verdikleri gibi mi geri alıyorlar? Askerden döndükten sonra uzun süre hiçlik duygusundan kurtulamayan, kendisine ricayla söylenenler karşısında bile neredeyse hazrola geçip selam çakan, her cümlesinin sonunda “komutanım” diye hitap etmemek için büyük bir uğraş veren binlerce gencin psikolojisinin sağlam olduğunu kim iddia edebilir?
“Şüpheli asker ölümlerinin” araştırılmasını ve sonuçlarının biran önce kamuoyu ile paylaşılmasını isteyen BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık, son 20 yılda şüpheli ölen askerlerin çoğunun Kürt olmasına dikkat çekti. 1991-2001 yılları arasındaki şüpheli asker ölümlerinin, Kürt halkına dönük yürütülen topyekun bir savaşın bir parçası olduğu ortada. Kürt halkına karşı kin ve nefret kampanyaları yürüten ordu bürokrasisi, ailesinden kopardığı gençleri katlederek de intikam alıyor. Kürt halkına karşı savaşmak istemeyen Memduh Argöz’ün ölümü de bu örneklerden biri. Çatışmalara katılmamak için bedenini ateşe veren gencin yanmış bedeni ailesine teslim edildiğinde vücudunda iki kurşun vardı. Savaş cephesine piyon olarak süremedikleri için, kendini öldürmüş bir bedenden bile intikam alma yoluna gidilmişti.
Milliyetçilik şırıngasıyla zehirlenen Türk gençleri kışlalara gidene kadar askeri bürokrasinin kanlı yüzünü göremediler. Kürtleri ve azınlıkları yok sayan egemen zihniyet, kışlalarda topladığı tüm gençleri, düzene başkaldırmayan, amirlerinden, patronlarından korkan insanlara dönüştürmeye çalıştı. Kişilikleri ezilen gençler aynı zamanda haksız savaşta piyon olarak ileri sürülerek binlercesi yok edildi. Şimdi savaş yeniden tırmandırılıyor ve her gün gelmeye başlayan yeni ölüm haberleri anaların-babaların yüreklerini dağlıyor. Bu savaşta ruhunu, kişiliğini, bedenini kaybetme riski yaşayanların artık bu savaşa yüksek sesle karşı çıkması gerekiyor. Her iki halkın çektiği acıların sona ermesinin yolu, savaşa derhal son verilerek Kürt halkının demokratik haklarının tanınmasından geçiyor.
link: Aylin Dinç, “Şüpheli” Asker Ölümleri, Kasım 2011, https://marksist.net/node/2820
Wall Street İşgalleri ve ABD’de Polis Terörü
Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları /2