Tarihsel çıkışsızlığın Hollywood’a etkisi
Kapitalizmin günümüzde tarihi boyunca geçirdiği tüm krizlerden daha derin ve güçlü bir sistem kriziyle boğuşuyor olduğunu nicedir vurguluyoruz. Kapitalizmin tarihsel krizi olarak adlandırdığımız bu durumun sonuçlarına gündelik hayatın her alanında rastlamak mümkün. İçinden geçtiğimiz bu tarihsel kesitte yaşamın her alanı sistem krizinin etkisiyle yeniden şekilleniyor. Meselâ bugün parçalı bir şekilde yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının ve dünya genelinde olağan burjuva rejimlerden olağanüstü burjuva rejimlere geçiş furyasının başlıca nedeni, kapitalist sistemin tarihsel krizidir. Sistem krizine bağlı olarak burjuvazi büyük bir enerjiyle envanterindeki baskı aygıtlarını güçlendirmek ve giderek çeşitlendirmek için uğraşıyor. Böylece işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini pekiştirmeye çalışıyor. Fakat burjuvazi için baskı ve zor aygıtlarının önemi ne denli yakıcıysa, ideolojinin ve ideolojik aygıtların da önemi o denli yakıcı! Bugün ideolojisiyle de çürümüş ve köhnemiş bir sisteme uygun eğilimler geliştirmekte olan kapitalizm, elindeki ideolojik aygıtlar aracılığıyla örgütsüz kitleleri kolayca zehirleyebilmektedir. “Burjuva ideolojik aygıtların propaganda bombardımanı altında algıları biçimlenen ve gerçek bilgi kaynaklarına ulaşamayan kitleler, vicdanları titretecek en can yakıcı olayları dahi iktidarın empoze ettiği açıdan görebilirler.”[1] Elif Çağlı’nın kitlelerin yaşamına çöreklenen gece yarısı kâbusu olarak nitelediği köhnemiş ve tarihsel bir çıkışsızlık yaşayan kapitalizm, ideolojik üretim yaptığı her alanı kriz dönemine uygun bir forma sokmaktadır. Böylece her geçen güne sonsuz bir acının, yıkımın, zulmün, akıl dışılığın damgasını bastığı günümüz dünyasında, bu aygıtlar burjuvazi için zamanın ruhuna uygun muazzam roller oynamaktalar.
Meselâ, ABD emperyalizminin ideolojik aygıtı olan Hollywood! Pentagon (Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı), CIA (Merkezi İstihbarat Teşkilatı) ve ABD yönetimi ile stratejik ve organik bir ilişki içerisinde olan Hollywood, ürettiği filmleri büyük oranda siyasal sürecin ruhuyla örtüşen bir formda tasarlıyor. Üstelik öylesine devasa bir araç ki Hollywood, günümüzde dünya film üretiminin ve dağıtımının merkezi konumunda oluşundan ötürü, ABD emperyalizminin tüm dünyada kitlelerin bilincini manipüle etmesinde muazzam bir rol oynuyor. Kapitalizmin sistem krizinin ve sürüklendiği tarihsel çıkmazın sinemaya özellikle de Hollywood’a doğrudan bir etkisi olduğunu detaylı bir inceleme yapmadan bile fark edebiliyoruz. Hollywood sinemasının son dönemlerde ürettiği filmleri kabaca taradığımızda ezici çoğunluğunun süper kahramanların cirit attığı fantastik, savaş, kıyamet ve bilimkurgu temalı filmler olduğunu görürüz. Peki, bu tesadüf mü? Baştan söyleyelim bu tablo kesinlikle tesadüf değil, bir tercih! Peki, bu temaların tercih edilmesinin kapitalist sistemin tarihsel çıkışsızlığıyla ne ilgisi var? Hollywood’un büyük stüdyolarının fırınından çıkmış bu yapımlar, kriz içinde debelenen sistemin çıkarlarına uygun sinsi politik mesajların ve idealist düşüncenin en uç boyutlarının derin izlerini taşıyor. Tüm bu ideolojik bombardımana bilgisayar destekli görsel efekt silsilesi eşlik ederken kitlelerin bilinci dumura uğratılıyor. Art arda bu tür filmler üretilmesi, sistemi kurtarma planları yapan egemenlerin eliyle Hollywood’un zamanın ruhuna uygun şekilde kıyafet değiştirmesi olarak yorumlanmalıdır. Hollywood, bu temaları yeni icat etmedi kuşkusuz ama bu temalar beyaz perdeye yıllar içinde hâkim kılındılar. Dünya genelinde yüz milyonlarca emekçi giderek artan dozda bu temalara maruz kaldı. Üstelik uğruna para ve zaman harcayarak, canı gönülden isteyerek…
Çoğu insan bu filmleri bir bilimkurgu, fantastik, aksiyon, tarih, macera filmi olarak seyrediyor ve bu filmlerin ilgi çekici olmasının fizyolojik ve psikolojik sebepleri var. Yapılan araştırmalara göre film bittiğinde seyircinin nasıl hissettiği, benzer bir başka filmi izleme arzusunu oluşturacak veya yok edecek denli belirleyici! Aksiyon ve görsel zenginlik dolu, bol efektli bu tarz filmler, seyircide kalp atış hızından solunum ve kan basıncı artışına kadar pek çok etkide bulunuyor ve bu fizyolojik uyarılma uzun süre hafızalarda kalıyor! Filmin olay örgüsünün ve film kahramanıyla kurulan özdeşliğin seyircinin psikolojisine de etkide bulunduğu açık! Meselâ film bittiğinde seyircide bir rahatlama, gevşeme hissiyatı oluşması, bu filmlerin yüz milyonlarca insan tarafından beğeniyle izlenmesinin bir nedenidir. Bir başka önemli neden ise kaosun, krizin ve çatışmanın hayatın her alanına hâkim olduğu günümüz koşullarında, insanların kıyamet, savaş vb. film temalarını son derece gerçekçi ve ilgi çekici buluyor olmalarıdır. Tam da bu nedenle burjuvazinin fikirleri örgütsüz bireyleri çok kolay şekilde teslim alabiliyor. Korkunç bir karanlık akan tüm bu filmler, burjuvazinin insanlığın geleceği için olumlu bir projesi olmadığının somut bir göstergesini oluştururken, kitleleri uyuşturarak, algıları yöneterek patolojik bir toplum yapısına da davetiye çıkarıyor.
Hollywood’un vazgeçilmezi: Savaş filmleri
Hollywood yapımı savaş filmlerinin neredeyse tamamında ABD emperyalizminin açtığı tüm savaşlar haklı ve meşru gösterilirken, geçmişin kimi “ayıpları” da bir asma yaprağı misali örtülmeye çalışılıyor. “Gerçekler tarihsel bağlamından kopartılıp bugünkü emperyalist savaşla bağı kurularak ve emperyalist savaşı meşrulaştıracak öğelerle donatılarak çarpıtılıyor. Diğer taraftan ise filmlerde sürekli savaş sahneleri öne çıkartılıyor, kan gövdeyi götürüyor; böylelikle savaş, korkunç ölçüde yıkıcı ve yok edici bir gerçek olarak değil, alışıldık bir oyun gibi sunularak kanıksatılıyor ve toplum hissizleştirilmeye çalışılıyor.”[2] Örgütsüz oldukları için olaylara kendi sınıflarının penceresinden bakamayan dünya işçileri bu filmlerin ideolojik etkisiyle emperyalizmin çıkarlarına kolayca payanda edilebiliyorlar.
Savaş filmlerinin örgütsüz kitleler üzerinde bıraktığı etkiyi daha iyi kavrayabilmek için çarpıcı bir örnek üzerinde duralım. “Vietnam Savaşı neden çıktı, ABD’nin Vietnam’da ne işi vardı” gibi sorular yönelttiğimizde, örgütsüz kitlelerin önemli bölümünün yanlış cevaplar sıralamaya başladığını görürüz. Adeta bilinç çarpılması yaşayan bir kısım insana göre; ABD kendi çıkarları için Vietnam’a asker yollamamış, oraya özgürlük ve demokrasi götürmeye çalışmıştır. Fakat Vietnam’daki yerli halk ilkel, hatta yabanidir ve bu nedenle onca kahramanlığına rağmen ABD başarısız olmuştur. İşte bu yanılsama, daha doğru tabirle dezenformasyon, ABD’de oldukça yaygın bir kanıdır. Elbette bunun başlıca sebebi milliyetçiliktir fakat dünyanın farklı bölgelerinde de benzer düşünen insan sayısı hiç de az değil. Hatta tarih öylesine çarpıtılmıştır ki; ABD emperyalizminin Vietnam’da hezimete uğradığı son derece açık olmasına rağmen, bugün bile savaşın kazananının ABD olduğunu sanan insanlar vardır. Böylesi bir dezenformasyonun temel sebeplerini irdelediğimizde karşımıza popüler tabirle “Hollywood Etkisi” çıkıverir. Çünkü Hollywood etiketli çıkan ve dünya genelinde gişe rekorları kıran onlarca “Vietnam Savaşı” filminin verdiği bilinçaltı mesajı tastamam budur.[3]
Meselâ Rambo serisi… Vietnam’da ABD’nin hezimete uğramasının ve yapılan vahşetin ortaya çıkmasının etkisiyle o dönemde başta ABD olmak üzere dünyanın dört bir yanında savaşa karşı ciddi tepkiler gelişmişti. İşte bu tepkiyi yok etmek isteyen ABD burjuvazisi, Rambo’yu yarattı. Vietnam’da savaşmış, ama gadre uğramış ulusal bir kahraman teması bu açıdan biçilmiş kaftandı. Vietnam Savaşından yedi yıl sonra gösterime sokulan ilk Rambo filmi –İlk Kan (1982)– yoğun ilgi gördü. “Savaş karşıtı bir film” olarak lanse edilen bu savaş filmi, elbette burjuvazinin sinsi ideolojik mesajlarıyla doluydu. İlk film milyonlar tarafından izlenilip beğenilince, Rambo birkaç yıl içinde ikinci filmiyle –İlk Kan 2 (1985)– “yeniden merhaba” dedi. “Kahramanımız” yine Vietnam’daydı, yine “onurlu” bir görev peşindeydi ve yine haksızlığa, ihanete uğramıştı. Rambo’nun kitlelerin bilincinde bıraktığı imajın başarı getirdiğini gören egemenler, emperyalist hedefleri doğrultusunda Rambo’yu dünyayı turlamaya çıkardılar. Serinin devam filmlerinde kâh Afganistan’da kâh Myanmar’da boy gösterdi Rambo ve ilk iki film gibi bu filmlerin de zamanlaması oldukça manidardı![4]
Rambo, Hollywood aygıtının ABD’nin kirli çıkarları için ne denli muazzam roller oynadığının belki de en somut örneklerinden birisi olmuştur. Bir film kahramanlığının ötesine geçen Rambo, zamanla ABD emperyalizminin sembollerinden birisi haline gelmiştir. Aynı temsil ettiği yüz binlerce ABD askeri gibi Rambo da ulusal bir kahramana dönüştürülmüştür! İlk iki filmle toplumda oldukça yaygın olan Vietnam Sendromuna karşı mücadele eden egemenler, sonraki iki filmle de emperyalist hedefleri doğrultusunda Rambo’yu araçsallaştırdılar ve Rambo üzerinden tüm dünya toplumunu propaganda bombardımanına tuttular. Sonuç ne mi oldu? Hatırlayalım, zamanında Vietnam savaşına karşı bir tepki oluşmuştu, bu tepkinin de etkisiyle ABD Vietnam’dan çekilmişti! Fakat dünya genelinde on yıllar boyunca Rambo’yu izleyen kitleler onunla özdeşleştiler! Onunla birlikte savaştılar, onunla yaralandılar, onunla iyileştiler, ondan öğrendiler... Peki, Rambo kime karşı savaşıyordu? ABD emperyalizminin askeri olarak yoksul halklara karşı! Emekçilerin bu savaştaki çıkarı neydi peki? Koca bir hiç! Bu acı gerçekler gözlerden saklanmıştı ve zamanla unutturulmuştu. Kitlerin algısı yeniden şekillendirilmişti. Meselâ ABD savaş boyunca Vietnam’da yaşayan insanların üzerine 6 milyon ton bomba atmış ve yüz binlerce masum Vietnamlıyı öldürmüştü fakat ne hikmetse masum olan ABD ordusuydu. Nitekim zalim ile mazlumun yer değiştirdiği, gerçek ile yalanın ters yüz edildiği Rambo filmleriyle, toplumun yenilgi algısı manipüle edildi ve ABD’nin ulusal gururu restore edildi. Aynı zamanda ABD’nin emperyalist hamleleri dünya işçilerinin, emekçilerinin bilincinde gerekçelendirildi ve meşrulaştırıldı. Netice olarak Vietnam’da savaşı kaybeden ABD, beyazperdede kazanmış oldu!
Rambo filmleri sadece bir örnektir, benzer etkiye sahip yüzlerce savaş filmi mevcuttur. Üstelik ABD burjuvazisi için amaç sadece savaşı meşru ve haklı göstermekle de sınırlı değildir. Çekilen savaş filmleriyle orduya katılımın özendirilmesi ve arttırılması da önemli bir hedeftir ki zaten bu filmler bu amaca da fazlasıyla hizmet etmekteler. Buna da bir örnek verecek olursak; Tom Cruise’un bir donanma pilotunu oynadığı Top Gun (1986) filminin etkisiyle donanmanın yaptığı açıklamaya göre pilot olmak isteyen gençlerin oranı beş kat artmıştır! 176 milyon dolarlık yurtiçi, 177 milyon dolarlık yurtdışı gişe hâsılatıyla yılın en çok para kazandıran filmi olması sebebiyle yatırımcısının yüzünü güldüren Top Gun, ABD ordusunun da yüzünü fazlasıyla güldürmüştür. Körfez savaşından birkaç yıl önce çıkan bu filmin gösterildiği sinemaların önüne askere alım masaları kurulmuş ve bu masalar filmden çıkan gençlerin ilgisine mazhar olmuştur!
ABD gibi emperyalist güçler açısından orduya katılımın özendirilmesi sürekli bir ihtiyaçtır, zira ABD sürekli bir savaş halindedir ve zamanla değişen düşmanlar tarafından sürekli tehdit edilmektedir! Sadece gerçekte değil Hollywood sinemasında da düşman bir dönem Vietnamlılardır, bir dönem Koreliler. Bir dönem Alman Nazileri düşmandır, sonra bir bakmışız “sosyalist” Ruslar düşman oluvermiştir. Kimi zaman Ortadoğulular kimi zaman Asyalılar, kimi zaman “karaderililer” kimi zaman “kızılderililer”… Kısacası Hollywood’un savaş filmlerindeki “düşman” dönemin konseptine göre değişir. Değişmeyen şey ise ABD’nin emperyalist saldırganlığının meşrulaştırılmasına Hollywood tarafından verilen destektir. Bu destek epeyce süredir devam ediyor. Hollywood’un yapımcı, yönetmen ve senaristleri özellikle savaş filmleri çekerken CIA ve Pentagonla işbirliği içinde çalışıyor. Bu işbirliği, filmlerin senaryosundan kurgusuna ve bu filmlerde kimlerin rol alacağına kadar film yapımının her aşamasında öne çıkıyor.
Kirli işbirliğinin tarihsel örnekleri
Dünya kapitalizminin 1929 yılında geçirdiği büyük buhran sonrası kitlelerin sinemaya akın ettiğini gören dönemin ABD Başkanı Roosevelt, hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı. Böylece krizin olumsuz etkilerinden en azından bir film süresi boyunca uzaklaşmak, “kafalarını dağıtmak” isteyen kitleler propaganda yüklü filmlerle gafil avlanmak isteniyordu. Bu hamle, egemenlerin krizi aşmak için giriştiği emperyalist savaş hazırlıklarının da bir parçasıydı aynı zamanda. 1942 yılına geldiğimizde, film endüstrisiyle burjuva devletin arasındaki ilişkiye dair somut olarak gösterilebilecek örnekler de çoğalmıştı. Bu tarihte yine karşımızda ABD tarihinin en uzun süreyle görevde kalmış başkanı Roosevelt vardı! ABD bu dönemde bilfiil ikinci emperyalist paylaşım savaşının içindeydi fakat kitlelerde henüz istenilen ölçüde militarist duygular yoktu. ABD egemenleri bu boşluğu doldurmak, militarist duyguları körüklemek için Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) adıyla yeni bir aygıt yaratmışlardı. 1942 yılında kurulan OWI; radyo yayınları, gazeteler, posterler, fotoğraflar ve sinema filmleri üreterek, üretilen materyalleri yurtiçinde ve yurtdışında yayınlayarak adeta bir propaganda makinesi olarak çalışıyordu. Hollywood’da bulunan neredeyse tüm film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına, öneriler yapmasına ve sansür uygulamasına izin veriyordu. Film sektörü ile OWI arasındaki ilişki savaş boyunca sürdü. Bu dönemde güya farklı temaların işlendiği yüzlerce propaganda filmi yayınlandı.[5]
Yine aynı yıl içinde Frank Capra, John Ford gibi ünlü sinema yönetmenleriyle Beyaz Saray’da bir toplantı yapan Roosevelt, peşi sıra gösterime sokulacak 10 kadar propaganda filmi siparişi verdi. Toplantının hemen ardından da yönetmen ve yapımcıların işbirliği içinde çalışmaları için Hollywood’da Pentagon Film İrtibat Bürosu kuruldu. Kendilerinden emekçileri cephelere sürecek filmler yapılması istenen yönetmenler siparişleri hazırlamak için zaman kaybetmeden işe koyuldular. Meselâ bu baylardan Frank Capra “Neden Savaşıyoruz” isimli bir film serisi çekti. Film yapımcıları ve hükümet yetkilileri bu serinin cepheden gelen birtakım “haberleri” işlediğini duyurdu. Söylenene göre bu filmler kurmaca değil buz gibi birer gerçekti! Egemenler bu şekilde piyasaya sürülen filmler üzerinden savaşın gerekliliğini kanıksatmaya, savaş politikalarını onaylatmaya ve gençlerin orduya gönüllü katılmasını sağlamaya çalıştılar. Kendi çıkarları uğruna emekçi kitleleri savaşa, yani ölüme ve yıkıma ikna etmek için uğraştılar ve maalesef bunu başarabildiler. Bu propagandanın esiri olmasalardı Detroit’teki, Chicago’daki işçiler fabrikalarından bölükler halinde orduya yazılmaya ve Amerikan burjuvazisinin çıkarları uğruna hayatları pahasına savaşmaya giderler miydi?
1942 yılında kurulan Pentagon Film İrtibat Bürosu bugün halen varlığını sürdürmektedir ve zaman içerisinde CIA, FBI, Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray da film irtibat büroları kurmuştur. Bu bürolar içerisinde en köklüsü olan Pentagon Film İrtibat Bürosunun oynadığı rol, konumuz itibariyle bir hayli ilgi çekici! Şöyle ki, hiçbir film stüdyosunun deposunda tanklar, uçaklar, denizaltılar, son model silahlar bulunmaz ve büyük bütçeli savaş filmleri çekmek isteyen film yapımcıları bu ve benzeri donanımlara ihtiyaç duyarlar. Ayrıca filmi daha gerçekçi kılmak için bazı sahnelerin askeri tesislerde çekilmesi gerekir ve tabii kimi oyunculara askeri eğitim verilmesi de şarttır. Tüm bunlar milyonlarca dolarlık maliyet demektir. Hollywood film yapımcıları bu maliyeti en aza indirmek için Pentagon Film İrtibat Bürosuna başvuruyor ve doğrudan ABD ordusundan destek sağlamaya çalışıyor. “Ordu ekipman sağlamayı ve destek vermeyi kabul ederse, filmin bütçesinden milyonlarca dolarlık tasarruf edilebiliyor. Yapımcının bu yardımı elde etmek için tüm yapması gereken, senaryonun beş nüshasını onay için Pentagon’a göndermek, filmi Pentagon’un onayladığı senaryoya uygun şekilde çekmek ve film halka sunulmadan önce Pentagon yetkilileri için bir ön gösterim yapmak.”[6] Pentagon Film İrtibat Bürosuna gelen başvuruların neye göre değerlendirildiğini kestirmek güç değil! ABD Ordusunun Eğlence Endüstrisiyle İşbirliği Hakkında El Kitabına göre, destek arayan filmler ilk olarak gençleri orduya katılmaya özendirmeli ve mevcut askeri personelin göreve devam etmesine yardımcı olmalıdır. İkinci olarak burjuva devletin politikalarına ve ordunun çıkarlarına uygun mesajlar içermelidir. Milyonlarca dolarlık maliyetten kurtulmanın peşinde olan film yapımcıları için Pentagon’la yapılan bu anlaşmalar ne denli kıymetliyse, eşsiz bir propaganda fırsatı önlerine kadar gelen Pentagon için de o denli önemlidir!
Burada duralım ve bu simbiyoz ilişkinin pespayeliğine ilişkin bir örnek aktaralım. Hollywood’un devasa şirketlerinden birisi olan Disney’in bir yöneticisi olan Philip Nemy, Armageddon filmi için 1997 yılında ordu desteği aramakla meşguldür. Dönemin Pentagon Film İrtibat Bürosu subayı Phil Strub’a yazdığı mektubunda Nemy şöyle diyecektir: “Öykümüzün kahramanları; ABD ordusu, NASA teknisyenleri ve petrol endüstrisinde çalışan siviller… NASA’nın tam desteğine ve petrol endüstrisinin yoğun ilgisine mazharız. ABD ordusunun da desteğiyle, ABD ordusunun uzmanlığını, önderliğini ve kahramanlığını gözler önüne sererken, Armageddon’un 1998 yılının en iyi filmi olacağına kesinlikle inanıyoruz. In the Army Now filmi için ABD ordusuyla yaptığımız işbirliği son derece tatmin ediciydi. Sizinle bir başka ordu yanlısı filmde çalışmayı dört gözle bekliyoruz.”
Nemy bu “naçizane” mektubuyla elindeki “fevkalâde” film senaryosuna ordu desteği koparsa da elbette her film yapımcısı onun kadar şanslı değil! Her yıl ortalama 200 film yapımcısı, destek almak için Pentagon Film İrtibat Bürosuna başvururken, bunların arasından sadece 20 kadarı destek almayı başarıyor. Destek almayı başarabilenlerin bir kısmı ise film senaryolarında kimi değişiklikler yapmak zorunda kalıyorlar. Destek isteyen film senaryolarını didik didik eden Pentagon yetkilileri, uygun bulmadıkları diyalogların, sahnelerin, karakter özelliklerinin değiştirilmesi için senaryoyu geri gönderiyorlar. ABD’li gazeteci David L. Robb’un sansüre uğrayan ve ordu desteği almayı başaran pek çok filmi derlediği Hollywood Operasyonları adlı kitabından bir örnek aktaralım. Rüzgârla Konuşanlar (2002) isimli İkinci Dünya Savaşını anlatan popüler bir film vardır. Bu filmde ABD ordusunun Navajo yerlilerinin dillerini kod olarak kullandığı ve bu askeri stratejinin de etkisiyle Japonlara kök söktürdüğü anlatılır. Film senaryosu destek almak için Pentagon’a gönderildiğinde ordu yetkilileri şerh koyar. Film ekibine senaryodan iki sahnenin çıkarılması koşuluyla destek verileceği söylenir. Bunlardan birisi; Japonların eline tutsak düşmeleriyle oluşturulan askeri kodun deşifre olması ihtimaline karşı Navajo yerlilerinin ABD’li askerlerce öldürüldüğü sahnedir, ki söz konusu emperyalist savaş ise bu gibi olaylar oldukça sıradandır! Çıkartılması istenen ikinci sahne ise lakabı dişçi olan bir ABD askerinin öldürdüğü Japon askerin ağzındaki altın dişi silahının süngüsüyle sökmeye çalıştığı sahnedir. Pentagon’a göre bu sahne ABD deniz piyadelerine yakışmıyordur. Oysa ABD Milli Arşivinde bir deniz piyadesinin ölü bir Japon askerin ağzından altın dişi sökerken çekilmiş bir fotoğrafı bulunmaktadır! Bu iki sahne filmin senaryosunda bulunmasına rağmen filme yansımamıştır. Bu sahnelerin kesilip atılmasıyla Rüzgârla Konuşanlar filmi ordudan hatırı sayılır bir destek alabilmiştir.
Pentagon desteğini alan filmler birkaç istisnayı oluşturmuyor, yukarıda anlattığımız süreçten geçen ve ordu güdümünde çekilen yüzlerce film var. Kusursuz Fırtına, Bağımsızlık Günü, James Bond, Yeşil Bereliler, Dünyanın Durduğu Gün, Kaptan Amerika, Iron Man, Top Gun, Yarın Asla Ölmez, Jurassic Park, Independence, Transformers, Ben Efsaneyim, Er Ryan’ı Kurtarmak gibi yüzlerce filmin ve hatta Mickey Mouse gibi çizgi filmlerin yapımında Pentagon’un parmağı var! Bunlar arasından Er Ryan’ı Kurtarmak filmi Pentagon tarafından o kadar beğenilmiştir ki, filmin yönetmeni Steven Spielberg’e bu film dolayısıyla “Yüksek Hizmet Nişanı” verilmiştir! Söylemeden geçmeyelim; Pentagon ve Hollywood arasındaki ilişkiye farklı kaygılarla karşı çıkan yönetmenler de yok değil. Meselâ ünlü yönetmen Oliver Stone bu ilişkiden pek de memnun olmadığını açıklarken Pentagon’u kastederek bir röportajında şöyle diyor: “Kendi bakış açılarını satmak için hepimize fahişe muamelesi yapıyorlar. Belirli tipte filmler yapmanızı istiyorlar. Savaşın karanlık yüzüyle uğraşmak istemiyorlar. Savaş hakkında gerçeği dile getirmeyen filmlere destek veriyorlar ve savaş hakkındaki gerçeği arayan filmleri desteklemiyorlar. Savaş hakkındaki çoğu film, askeri alım ilanlarından farksız.”
Hollywood sinemasında devlet, ordu ve milliyetçilik her zaman hâkim temalardan olmuştur. Herhangi bir savaşa girmeden önce veya savaş sürecinde emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmak için savaş ve kahramanlık filmleri patlama yapar. Buradan hareketle de 11 Eylül saldırısından sonra savaş filmlerinin pıtrak gibi çoğalmasının tesadüf olmadığını söyleyebiliriz. Uçuş 93, Pearl Harbor, Münih, Kara Şahin Düştü, Bir Zamanlar Askerdik, Dünyalar Savaşı, Zero Dark Thirty, Buried, Yalanlar Üzerine, Rendition, Yeşil Bölge gibi filmler bunlardan sadece bazılarıdır ve tüm bu filmler Pentagon, CIA, Washington ve Hollywood ortak yapımıdır. Üstelik bu dönemde tarihsel bir benzerlik yaşandığını da kaydedelim. 11 Eylül’ün hemen ertesinde dönemin ABD Başkanı Bush’un siyasi danışmanı Karl Rove, film endüstrisinin tekelleriyle bir araya gelerek “yeni senaryo”ların ele alındığı bir toplantı gerçekleştirdi, aynı Roosevelt’in 1942’de yaptığı gibi… Dolayısıyla bu süreçte çıkan filmlerin önemli bölümünün Ortadoğu’da geçmesi kesinlikle şaşırtıcı değil! 11 Eylül’le beraber yürümekte olan emperyalist savaşın ağırlık merkezinin Ortadoğu’ya kaydırılmasının bir sonucu olarak filmlerdeki savaş bölgesi de yer değiştirdi. Bu dönemde Hollywood filmlerinde bir açıdan Ortadoğu yardıma muhtaç gösterilirken, bir başka açıdan da ABD emperyalist saldırganlığının “uluslararası terörizme karşı önleyici savaş” başlıklı cicili bicili kılıfı meşrulaştırılmak, Amerikan milliyetçiliği ve militarizm yükseltilmek istenmiştir. On yıllardır olduğu gibi bu dönemde çıkan filmlerde de ABD’nin yenildiği hiç görülmemiş, tersine Amerikan ordusu ve burjuva devleti “kurtarıcı güç” olarak lanse edilmiştir.
Bugün Hollywood’a baktığımızda klasik anlamda savaş filmleriyle, fantastik ve bilimkurgu filmlerinin iç içe geçirilerek üretildiğini görüyoruz. Beyazperdede kimi zaman Ortadoğu’daki terör örgütleriyle savaşan ABD, kimi zaman bir doğal felâkete karşı insanlığın kurtuluşu için savaş veriyor. Kimi zaman dünyayı istila etmeye gelen uzaylıları def eden veya çığırından çıkmış robotları alt eden ABD, kimi zaman “süper kahramanlar” ile işbirliği içinde kötücül doğaüstü güçlere karşı savaşıyor! İç içe geçirilmiş tüm bu film temalarının giderek beyazperdenin yeni efendileri oluşunun kapitalizmin sistem kriziyle doğrudan bir bağı vardır. Bu filmler yürümekte olan emperyalist hegemonya kavgasında ABD’nin elindeki kuvvetli bir araç olmakla beraber kapitalist sistemin tarihsel çıkışsızlığının beyazperdeye yansımış halidir. Her yıl gösterime sokulan onlarca filmde sembolik süper kahramanların cirit atmasının ve korku, dehşet, kıyamet senaryolarının eksik olmayışının yegâne sebebi budur.
(devam edecek)
[1] Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, Ekim 2016, http://marksist.net/elif-cagli/otoriterlesme-ve-ideolojik-aygitlarin-rol...
[2] Utku Kızılok, Gün Ortasında Karanlık, Temmuz 2005, http://marksist.net/MT/Gun_Ortasinda.htm
[3] Bir açıdan baktığımızda Türkiye burjuvazisi tarafından “Sarıkamış” nasıl lanse ediliyorsa, ABD burjuvazisi tarafından da “Vietnam” öyle lanse ediliyor. Her fırsatta vurguladığımız gibi, resmi tarih yalan tarihtir! Egemenler tarih yazımında o kadar fütursuzlaşırlar ki felâketlerden, hezimetlerden bile kahramanlık destanları çıkarırlar!
[4] O tarihe kadar yapılmış en çok şiddet içeren film olarak Guiness Rekorlar Kitabına giren Rambo 3 (1988) filminin gösterime sokulduğu dönem Afganistan’da SSCB işgali vardı. Bu filmde Rambo’yla birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan El Kaide militanları dünyanın en kahraman savaşçıları olarak gösteriliyordu. Bu filmden on üç yıl sonra, bu kez 11 Eylül saldırısını ve El Kaide’yi bahane eden ABD Afganistan’ı işgal etti. Serinin dördüncü filminde (2008) ise Rambo bu kez dünyanın bir başka ucunda, Myanmar’da “insani yardım misyonerleri”ni kurtarmak üzere kahramanca savaşmaktadır. Ne tesadüf ki o dönemde ABD insani yardım kılığı altında örgütlediği güçler ve ülkeye soktuğu ajanlar aracılığıyla Myanmar’da rejim değişikliğine çalışmaktadır!
[5] Propaganda filmleri denilince aklımıza sadece Hitler’in meşhur “İradenin Zaferi” filmi gibi keskin, sloganvari yapımlar gelmemeli. Pekâlâ bir “aşk” filmi de egemenlerin yoğun propaganda mesajlarıyla dolu olabilir. Buna örnek olarak 1942 yapımı Kazablanka filmi gösterilebilir. Gişe rekorları kıran fakat tarihi gerçeklerle hiç örtüşmeyen bu film yüzeyde romantik bir aşk filmi olarak gözükse de, gerçek anlamda bir propaganda filmidir. Emperyalist savaşı ve ABD’nin misyonunu kitlelerin gözünde meşrulaştırmak, gençleri orduya katılmaya çekmek ve ordudaki askerlerin motivasyonunu yükseltmek için çekilmiştir. İlk gösterimi de Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapılmıştır. O dönemde ABD egemenleri, Alman faşizminin Goebbels tipi propaganda yönteminden farklı bir yol izlemeye çalışmış, propaganda mesajlarını daha üstü örtük, yani daha sinsi şekillerde vermeye çalışmışlardır, meselâ bir aşk filmiyle…
[6] David L. Robb, Hollywood Operasyonları, Güncel Yay.
link: Yılmaz Seyhan, Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi /2, 29 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6133