Türk ordusu, uzun bir süredir eğitip donattığı ve ÖSO adı altında biraraya getirdiği Türkmen ve Arap birlikleri eşliğinde 24 Ağustos sabahı Cerablus’a girdi. Gerekçesi “IŞİD’e karşı mücadelede koalisyon güçlerine destek vermek ve sınır güvenliğini sağlamak” olarak açıklanan bu askeri harekâta “Fırat Kalkanı” adı verildi. Bu adın, harekâtın gerçekte kime karşı yapıldığına işaret eden bir mesaj taşıdığı aşikârdır. Nitekim 14 saat içinde düştüğü açıklanan Cerablus’ta IŞİD hiçbir direniş göstermeden kenti terk ederken, TSK ve yanındaki güçler esasen YPG’yi bölgeden atmaya odaklanmışlardır. Erdoğan’dan başbakana devlet ricalinin tüm açıklamalarındaki temel vurgu da, bölgeden temizlenmek istenen ve düşman olarak görülen esas gücün PYD-YPG olduğudur. 24 Ağustostan beri kesintisiz devam eden bombardımanlarda YPG mevzilerinin ve PYD hâkimiyetindeki Kürt köylerinin hedef alınması da bunun bir ifadesidir. Bu süreçte havadan ve karadan yapılan bu bombardımanlar sonucunda 40’a yakın sivil Kürt hayatını kaybederken, Türkiye’nin arkaladığı ÖSO’nun Menbic’e ilerleyerek PYD’yi bu bölgeden atmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.
IŞİD’le mücadele söylemini gerçek niyetlerini gizlemek için bir kılıf olarak kullanan AKP hükümeti, “ABD’nin ve PYD’nin yıllardır yapamadığını biz yarım günde yaptık” diye zafer naraları atsa da, IŞİD’in neredeyse hiçbir direniş göstermeden güneye çekilmesi, operasyondan birkaç gün önce PYD güçlerinin eline geçen ve MİT ajanı oldukları söylenen kişilerin “IŞİD’le direnmeden çekilme konusunda anlaşıldığı” yönündeki ifadelerini doğrulamaktadır. Bunun yanı sıra IŞİD’lilerin kılık değiştirerek Cerablus köylerinde kalmaya devam ettikleri de iddia edilmektedir.
AKP hükümeti, orduyu Suriye’ye sokarken iç ve dış faktörleri değerlendirerek harekete geçmiştir. Antep katliamının doğurduğu tepkiyi harekâtın meşrulaştırılmasında önemli bir unsur olarak kullanan AKP, HDP haricindeki muhalefet partileriyle kapalı kapılar ardında yaptığı görüşmelerde amacına ulaşmıştır. Böylece darbe girişiminin ardından burjuva siyasette yaşanan “uzlaşma” havası, Kürtlere karşı iç ve dış savaşta tam bir mutabakata dönüşmüştür. Şimdiye dek hükümetin Suriye politikasını her vesileyle eleştiren Kılıçdaroğlu’nun bu harekâtı “ordumuz Cerablus’a girdi, sonuna kadar arkasındayız, şanlı ordumuzu destekleyeceğiz” diye selamlaması, Bahçeli’nin “hepsini yok edin, sonuna kadar arkanızdayız” diyerek hükümete ve orduya tam destek sunması bunun bir ifadesidir. Bu durumun hükümetin elini alabildiğine rahatlattığı açıktır.
Hükümetin dış politikadaki manevralarıyla yumuşattığı uluslararası ilişkilerin de, en azından başlangıç aşamasında, bu harekâta yönelik tepkilerin dozunu önemli ölçüde düşürdüğü görülüyor. Rusya, İran ve Esad’la son dönemde artan görüşme trafiği belli ki bu konuyu da içermiş ve bu güçlerden ciddi bir tepki gelmeyeceği umulmuştur. Üzerindeki “FETÖ” basıncı artan ABD ise, Türkiye’yle arayı yumuşatma kaygısının da katkısıyla ve bir sonraki hamleleri de hesaba katarak bu harekâta rıza göstermiştir. Elbette verilen desteklerin tümü koşulludur ve Türkiye’nin verdiği sözleri çiğneyecek adımlar atması halinde şiddetli tepkiler gelmekte gecikmeyecektir. Üstelik bunun sinyalleri daha şimdiden alınmaya başlanmış, ABD ÖSO-YPG çatışmasını kabul edilemez bulduğunu, YPG’nin önemli ölçüde Fırat’ın doğusuna çekilmiş olduğunu, asıl hedefin IŞİD olması gerektiğini açıklamıştır. Rusya, İran ve Fransa’dan da benzer açıklamalar gelmeye başlamıştır.
Türkiye açısından bu harekâtın temel amacı, PYD’nin ilk etapta Fırat’ın doğusuna sürülmesi ve ele geçirilen bölgelere kendi denetimindeki ÖSO’nun yerleştirilmesidir. Böylece PYD’nin Cerablus-Azez hattını ele geçirerek Rojava’nın bütünlüğünü sağlaması engellenmek isteniyor. AKP hükümeti uluslararası alanda iki yıldır dillendirdiği “tampon bölge” ya da “güvenli bölge” oluşturulması talebini, bugün “terörden arındırılmış bölge” söylemiyle fiilen hayata geçirmeye koyulmuştur. Ancak estirilen “zafer ruhu”nun kısa dönemde tersine dönme ihtimali hiç de zayıf değildir. Türkiye’nin Suriye savaşına açıktan ve aktif olarak katılması anlamına gelen bu harekât, büyük emperyalist güçlerin tümünün boy gösterdikleri bir arenada gerçekleşmektedir ve bu güçlerin hepsinin kendi çıkarlarını esas alan planları, beklentileri ve ittifakları söz konusudur. Dolayısıyla önümüzde, bu planlara ve güçler dengesine bağlı olarak, keskin politika değişikliklerine, kırılganlıklara ve şiddetli çatışmalara gebe bir süreç uzanmaktadır.
Cerablus’a giden yol ve hedef alınan Kürtler
Cerablus, uzunca bir süredir, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik emperyalist planları temelinde kullandığı cihatçı gruplar açısından bir geçiş koridoru işlevi görmekteydi. IŞİD açısından da bu bölge silah ve insan dahil her türlü ihtiyacını karşıladığı ve dünyaya açıldığı kilit bir noktaydı. Cerablus’u da içine alan 98 kilometrelik hattı IŞİD’den arındırmak üzere geniş bir operasyon başlatma planı aslında geçtiğimiz Mart ayından itibaren ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin gündemindeydi. Bunun ilk adımını, YPG öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) de dahil edildiği bir operasyonla Menbic’in IŞİD’den alınması oluşturuyordu. O günlerde ABD’ye giden Erdoğan, “operasyonda YPG devre dışı bırakılarak Türkmen ve Araplardan oluşan silahlı güçler kullanılsın ve IŞİD’den boşalan yerler güvenli bölge ilan edilerek buraya bu güçler yerleştirilsin” diye bastırmış ve ABD’yi buna ikna etmeye çalışmıştı. O dönemde de belirttiğimiz gibi, Türkiye bununla, Rojava’nın birleşmesini engellemeyi ve Suriye’de yürüyen emperyalist savaşa bu hat üzerinden istediği gibi müdahale etmeyi amaçlıyordu. Yapılan pazarlıklar sonucunda ABD, hem Türkiye’nin tepkilerini yatıştıracak hem de IŞİD’e karşı YPG güçlerinden yararlanacak bir planı devreye soktu. Buna göre, YPG Fırat’ın güneyinde yer alan Menbic’e doğru ilerleyecek, böylece Afrin ile Kobani kantonlarının kuzeyden birleştirilmesi bir süreliğine de olsa engellenmiş olacak, fakat daha güneyde bir koridor oluşturularak bir yandan Afrin ile Kobani’nin güneyden birleşmesi sağlanacak, öte yandan cihatçı güçlerin Türkiye’yle irtibatı kesilmiş olacaktı. Cerablus’un IŞİD’den arındırılması ise ancak bundan sonra gündeme gelecekti.
Bu plan geçtiğimiz yaz aylarında uygulamaya kondu ve SDG’nin Ağustos ayında Menbic’i IŞİD’den tümüyle temizlemesinin ardından yeni hedef Cerablus olarak belirlendi. İşte Türkiye’nin harekete geçmesi de bu dönemde oldu. Uzun bir süredir “PYD’nin Fırat’ın batısına geçmesini kırmızı çizgimizin ihlali sayarız” diye tehditler savuran Türkiye, Kürtlerin hâkimiyet alanlarını genişletmelerini ve Cerablus’a yönelmelerini alarm zili olarak görüp ön aldı ve Cerablus’a kendisi girdi. Elbette IŞİD’le mücadele bahanesine sarılarak! Oysa gerçeğin bu olmadığı ortadadır. Rojava’yı batıdaki Afrin kantonundan ayıran yaklaşık 100 kilometrelik bölgede bulunan Cerablus 2,5 yıldır IŞİD’in elindeydi ve Türkiye bu süre boyunca bu durumdan rahatsızlık duymamıştı. Çünkü Türkiye egemenleri için önemli olan, bu bölgenin Kürtlerin eline geçmemesiydi.
Binali Yıldırım’ın Cerablus operasyonu başladıktan sonra verdiği bir demeçte söyledikleri aslında meselenin TC tarafından nasıl değerlendirildiğini özet bir şekilde ortaya koyuyor. “Türkiye açısından olmazsa olmaz, Suriye’nin toprak bütünlüğüdür” diyen Yıldırım, PYD’nin bölgede alan genişletmeye çalışmasının kabul edilebilir olmadığını söyleyerek şöyle devam ediyor: “Bu bölgede Suriyeliler olacak. Topraklarında gözümüz yok. Bizim hassasiyetimiz, oldubittiye getirilerek PYD’liler tarafından işgal edilmemesi. … Cerablus da dahil, bütün alanın YPG ve PYD’den temizlenmesi lazım. … Menbic’te bulunan PYD’lilerin nehrin doğusuna geçmesi lazım. Bu ABD’nin bize garantisidir. Bu olana kadar operasyonlarımız sürecek. Böylece sınırlarımızdan ülkemize yönelik hiçbir tehditin kalmadığını kesinleştirmemiz lazım.”
IŞİD’in Diyarbakır, Suruç, Ankara, İstanbul, Kilis ve son olarak Antep’te gerçekleştirdiği katliamlarda yüzlerce insan hayatını kaybetmesine rağmen, Türk hükümeti, sınırlardan ülkeye yönelen tehdit olarak cihatçı çeteleri değil PYD’yi görmeye devam etmektedir. Üstelik sınırın söz konusu 100 kilometrelik bölümü haricindeki kısmı zaten PYD’nin egemenliğindedir ve şimdiye dek PYD’den Türkiye’ye hiçbir saldırı gerçekleşmemiştir. Yani meselenin Fırat’ın doğusu-batısı olarak konmasının hiçbir mantığı yoktur. “Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması” olarak kodlanan şeyin ne olduğu da aşikârdır: Kürtlerin Rojava’da kendi kendilerini yönetmelerine izin verilmemesi! PYD’nin bağımsızlık yönünde bir çıkışı yoktur ve federatif bir Suriye’de Kürtlere de bu doğrultuda bir statü tanınması talebini yükseltmektedir. Ancak Kürtler mevzubahis olunca, TC, federasyonu da “toprak bütünlüğü”ne aykırı bir siyasi yapılanma olarak değerlendirmektedir. Üstelik hiç üstüne vazife olmadan! IŞİD Suriye’nin orta kısmında devlet ilan ederken Suriye’nin toprak bütünlüğünü ağızlarına almayan Türkiyeli egemenler, sıra Kürtlere geldiğinde, Binali Yıldırım’ın yaptığı gibi “olmazsa olmaz”lardan dem vurmakta ve “her etnik grup devlet kurarsa durum bugünkünden beter olur” diyerek, “Kürdün anasını görmemesi” için ellerinden geleni artlarına koymamaktadırlar.
Yıldırım’ın “etnik grup” diyerek küçümsediği Kürtler, 30 milyonu aşkın bir nüfusla Ortadoğu’nun en büyük halk topluluklarından birini oluşturmaktadırlar. Buna karşın, bu halkın devlet kurma hakkı yüz yıldır gasp edilmiş durumdadır. Bu bir yana, ABD’nin savaş yoluyla yeniden şekillendirdiği Irak haricindeki hiçbir devlet, egemenliği altındaki Kürtlere özerklik ya da federasyon gibi bir statüyü bile tanımaya yanaşmamaktadır. Bu devletlerin başında da Türkiye gelmektedir. Türkiye’de Kürtlerin statü taleplerine savaşla yanıt veren siyasi iktidar, PYD önderliğindeki Suriye Kürtlerinin Rojava denen bölgede fiili ya da resmi bir statüyle varlık göstermelerine de tahammül göstermemektedir ve bu tahammülsüzlük yıllardır “kırmızı çizgi” olarak dile getirilmektedir. Bir zamanlar Irak Kürdistanı için ilan ettiği kırmızı çizgilerin çiğnenmesi karşısında hiçbir şey yapamayan ve bu durumu kabullenip politika değiştirmek zorunda kalan TC, bugün aynı inadı Suriye için göstermektedir. Öyle ki, PKK ve PYD’yi zayıflatıp etkisiz hale getirebilmek için, Kürdü Kürde kırdırma politikasıyla Barzani’yle ittifak yapmaktan bile çekinilmemektedir.
Türk egemenlerin asıl korkusu, Irak’ın ardından Suriye’de de bir devlet yapılanmasının federasyon düzeyinde olsa bile bir statüye kavuşmasının, Türkiye Kürtleri açısından da benzer bir yönelimi teşvik edici ve uluslararası alanda bunu meşrulaştırıcı bir işlev görecek olmasıdır. Tam da bu yüzden Türkiye, “IŞİD de, PKK de PYD de terör örgütüdür ve biz hepsine aynı muameleyi yapıyoruz” diyerek, PYD’ye yönelik saldırılarını uluslararası kamuoyunda meşrulaştırmak istiyor. Ne var ki, Batılı güçler de Rusya da PYD’ye bu gözle bakmadıkları gibi, IŞİD’e karşı mücadelede bizzat sahada PYD’yle ittifak halindedirler. Dolayısıyla Türkiye’nin ABD, AB ve Rusya’yla temel çelişkilerinden birini de bu oluşturuyor. Türkiye, uluslararası güç dengeleri nedeniyle, Fırat’ın doğusunda PYD’nin siyasi önderliğinde şekillenen Rojava oluşumuna karşı şimdilik harekete geçemiyor. Ancak her fırsatta bunu zorlamaya çalışmaktan da geri durmuyor. Bilindiği gibi, Kobane’de bunu IŞİD’e göz yumarak denemiş ama başarılı olamamış, bu nedenle de geri adım atmak zorunda kalmıştı. Ne var ki Erdoğan neredeyse her konuşmasında Türkiye egemenlerinin asıl derdini üstüne basa basa vurgulamaya devam ediyor: “Tüm dünyaya sesleniyorum. Bedeli ne olursa olsun Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.”
Türkiye, gelinen aşamada, Cerablus’ta IŞİD yerine ÖSO adı verilen cihatçı grupları ikame ederek bu bölgeyi Kürde karşı bir kalkan olarak kullanmaya çalışıyor. Hatta AKP medyasında, bu planın Cerablus’a TOKİ’yi sokarak Suriyeli mültecilerin bir bölümünü oraya taşımayı içerdiğinden de söz ediliyor. Elbette Türk ordusunun desteğiyle!
Cerablus harekâtı, emperyalist güçlerin savaş aracılığıyla Suriye’yi yeniden şekillendirmeye dönük planlarından uzun süredir dışlanan TC açısından, kendini yeniden gösterme hamlesidir aynı zamanda. ABD ile Rusya arasında Suriye pazarlıkları kızışmışken ve yeni bir Cenevre toplantısı planlanırken, Türkiye “masada ben de varım” demeye çalışmaktadır. Bunu yaparken, nesnel temelleri olan yaygın bir algıyı da yıkmaya uğraşmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye uzunca bir süredir tüm dünya tarafından, IŞİD ve El Nusra gibi vahşi örgütleri destekleyen bir devlet olarak algılanıyor. Çünkü Suriye Kürtlerini sanal kırmızı çizgilerle kendi topraklarında özyönetimle varolmaktan alıkoymayı düşleyen Türkiye egemenleri, bu amaçla cihatçı örgütlerin Rojava’yı işgal etmelerinin önünü açmak için ellerinden geleni yapmışlardı. O süreçte IŞİD militanları sınırdaki askerlere gülücükler dağıtarak pozlar vermekten çekinmezlerken, sınırdan diledikleri gibi giriş-çıkış yapabiliyor, silah da dâhil olmak üzere her türlü desteği görüyorlardı. Ne var ki bu durum AKP hükümetini dünya nezdinde giderek çok daha zor bir pozisyona düşürdü. İşte şimdilerde AKP Cerablus’a soktuğu kendi denetimindeki cihatçı grupları “kenti yarım günde alan ılımlı güçler” olarak lanse ederek bu algıyı da değiştirmeye çalışmaktadır.
Öte yandan bu harekât, 15 Temmuz darbe girişimiyle ve sonrasında gerçekleştirilen tasfiyelerle büyük bir itibar kaybına uğrayan TSK’nın bozulan imajının düzeltilmesi için de bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Zira egemen sınıf için “iç ve dış düşmanlara” karşı her daim ihtiyaç duyduğu ordunun, hele de içeride ve dışarıda savaş halindeyken moral bozukluğuyla zaafiyete düşmesi tahammül edilemez bir durumdur.
AKP hükümeti ve Erdoğan, Türkiye’nin bir beka mücadelesi, yeni bir kurtuluş savaşı verdiği algısı oluşturarak kendi emperyalist emellerini gizlemek istemektedir. İktidarıyla muhalefetiyle Türkiye’yi Suriye savaşına sokan egemen sınıf, psikolojik savaşın en önemli aracı haline getirdiği medyayı da kullanarak emekçilerin beynini yıkamakta ve onları savaş politikalarını tereddütsüz destekleyen ve burjuvazinin çıkarları için savaşa koşan kurşun askerler haline getirmeye çalışmaktadır. Oysa bu savaş işçi ve emekçilerin çıkarlarıyla asla bağdaşmayan emperyalist bir savaştır ve Türkiye’nin kendi içi de dâhil olmak üzere tüm bölgede çok daha kanlı sonuçları olacaktır. Daha fazla kan bataklığına çekilmeden Türkiyeli emekçilere kavratılması gereken gerçek budur.
link: İlkay Meriç, Cerablus Harekâtı, Manipülasyonlar, Gerçekler, 2 Eylül 2016, https://marksist.net/node/5268
Kalıcı Barış Ancak Kapitalizme Karşı Savaşan İşçilerle Gelir
Gericilik Döneminde Devrimci Bilincin Önemi