Amerikan askerlerinin Afganistan’dan tahliye edildiği günlerde büyükelçilik binasından ve havaalanından yansıyan görüntüler, politik yelpazenin çok çeşitli kesimleri tarafından, Afganistan’ın ABD için “yeni bir Vietnam bataklığı” olduğunun kanıtı olarak yorumlandı. Çin ve Rusya gibi rakip emperyalist güçler kontrol ettikleri medya aracılığıyla ABD’nin ikinci Vietnam’ı yaşadığı düşüncesini pompalarken, çeşitli sol çevreler de bu görüntülerden yanlış sonuçlar çıkardılar. Kabil’deki büyükelçilik binasından yansıyan kareyle Saygon büyükelçiliğindeki tahliyeyi gösteren meşhur fotoğraf arasında benzerlik kuranlar, Vietnam halkının kazandığıyla Afgan halkının kaybettiği arasındaki büyük farkı görmezden gelerek, Amerikan emperyalizminin içine düştüğü durumu “bozgun”, “hezimet” gibi kavramlarla ifade etmeyi tercih ettiler. Daha ileri gidip Taliban’ı işgalcilere karşı yurdunu savunan ve onu bozguna uğratan muzaffer bir güç olarak niteleyen ve hatta ona anti-emperyalist bir vatan savunucusu payesi verenler de eksik olmadı.
Aslında “bataklık”, “bozgun” benzeri iddialar savaşın başlangıcından bu yana geniş bir kesim tarafından yinelenmektedir. Bilindiği gibi ABD Afganistan ve Irak’ı işgal ederken, bu ülkelere “özgürlük ve demokrasi götürmek”, “istikrara kavuşturmak”, “terörizmi yok etmek” gibi argümanlarla bu savaşı meşrulaştırarak, ittifak cephesini genişletmeye çalışmıştı. Ancak bu argümanların gerçeklerle en ufak bir ilgisinin olmadığı daha baştan belliydi. Komünistlerin bu savaşın niteliğini doğru bir şekilde saptamak ve işçi sınıfını bu temelde tutum almaya yöneltmekle yükümlü oldukları açıktı. Nitekim enternasyonalist komünistler olarak, Afganistan’da başlatılan savaşın emperyalist bir savaş olduğunu daha en baştan tespit ederken şöyle demiştik:
“Bugün sürmekte olan Afgan savaşı, iddia edildiği gibi ne terörizme karşı bir savaştır, ne Hıristiyan dünyasının İslam’a karşı bir savaşıdır, ne bir kültürler çatışmasıdır ne de özgürlük ve demokrasi savaşıdır. Bunların hepsi, bugünkü savaşın ABD açısından emperyalist bir savaş olduğu gerçeğinin üstünü örten koca yalanlardır.”[1]
Yine aynı yazımızda, bu savaşın ABD’nin kendi kamuoyunu ve askeri gücünü emperyalist savaşın sonraki aşamalarına hazırladığı gerçekçi bir tatbikat özelliği de taşıdığını belirterek şunları vurgulamıştık:
“Özellikle Amerikan kamuoyunun militarizme ikna edilmesi, ABD yönetimi açısından belirleyici bir önem taşıyor. Bunun ise birkaç boyutu var: Birincisi, ABD’nin stratejik-askeri hedeflerine ulaşabilmesi için kamuoyunda çok yaygın olan Vietnam Sendromunu artık aşması gerekiyor. İkincisi, krize doğru yuvarlanan durgunluk ortamında, son yıllarda tüm ileri kapitalist ülkelerde canlanan işçi hareketinin bastırılması, küreselleşme karşıtı diye anılan hareketin ezilmesi gerekiyor. Üçüncüsü, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek tüm demokratik hakların kısıtlanması gerekiyor. Bu saldırılardan sonra Kongre kararlarıyla başkan Bush’a tanınan yetkiler, II. Dünya Savaşı sırasında Roosevelt’in sahip olduğu yetkileri bile daha şimdiden geride bırakmış durumda. Amerika’nın liberal gazeteleri, zanlıların sorgulanması sırasında işkencenin meşru bir yöntem olması gerektiğini bile dile getirmeye başlıyorlar. Tüm bunlar, yaklaşan yeni savaşlara Amerikan yönetiminin, kendi cephe gerisini güçlü tutmaya dönük adımlarıdır.”
İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin zayıflığı koşullarında ABD ne yazık ki bu hedeflerine ulaşmakta zorluk çekmeyecek ve Afganistan’ın sadece bir sıçrama tahtası olarak kullanıldığı bu savaşta çok geçmeden Irak da namlunun ucuna yerleştirilecekti. Bu süreçte Avrupa şehirlerinde ve İstanbul’da gerçekleştirilen bombalı saldırıların ardından yaptığı analizlerde Elif Çağlı, burjuvazinin “terör saldırıları” olarak nitelendirdiği bu saldırıların da emperyalist paylaşım savaşının parçası olduğunu tespit edecekti. ABD’nin stratejik yöneliminiyse içine girilen yeni dönemin özellikleriyle sıkı bağlantısı içinde ortaya koyacaktı:
“Sovyetler Birliği’nin ve sözde sosyalist blokun çöküşü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve «soğuk savaş» olarak adlandırılan dönem boyunca dünyada oluşmuş denge durumuna son verdi. Böylece ABD, kapitalist sistemin hegemon gücü olarak çeşitli nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmek üzere atağa geçti. ABD’nin yeni dönem stratejisi, yakın bir gelecekte yükselebilecek Rusya ve Çin gibi yeni güçlere karşı hegemon pozisyonunu şimdiden takviye edebilmek, gelecekte üstünlüğü başkalarına kaptırmamaktır. Bu olgu ABD emperyalizmi karşısında rakip emperyalist güçlerin yer almayacağı ya da ABD’nin sahip olduğu devasa savaş aygıtına dayanarak dünyanın her bir köşesinde canının istediği her şeyi yapabileceği anlamına gelmiyor. Ne var ki, Amerikan emperyalizminin dünya dengelerini etkileyici gücü, ona yeni dönemde tüm nüfuz alanlarında fütursuzca köşeler kapabileceği cesaretini vermiştir.
“ABD emperyalizminin Bush yönetimi altında kalkıştığı atak gelip geçici bir hevesten değil, nüfuz alanlarının yeniden yapılandığı bir dönemde üstünlüğü elde tutma ve pekiştirme ihtiyacından kaynaklanıyor. Dönemin stratejik zorunluluklarını yerine getireyim derken, Bush ekibinin tamamen yanlış yollar izlemesi, işleri yüzüne gözüne bulaştırması, pek çok taktik hata yapması pekâlâ mümkündür. Ve işte bu nedenle de ABD yönetimi, gerek içteki muhalifleri ve gerekse diğer emperyalist güç odakları tarafından eleştiri bombardımanına tutulacaktır. Ne var ki bu tür somut gelişmeler, dipte yatan stratejik gerçekleri değiştirmez. Afganistan’daki ya da Irak’taki savaşın gösterdiği gibi, ABD’nin niyeti savaşa tutuştuğu devletleri haritadan silmek ya da işgal ettiği toprakları sömürgesi ilan etmek değil, bu yerlerde kendi emelleri doğrultusunda rejim değişiklikleri yapabilmektir. İşbaşına uzlaşmacı iktidarları getirip, sonra da başka alanlara sıçrayabilmektir. Bunu ne ölçüde başarabileceği sorusu ise bizzat yürüyen emperyalist savaşın gidişatı tarafından yanıtlanacaktır.”[2]
O dönemde, gerek Afganistan ve Irak’a yönelik savaş kararını, gerekse buralarda çabuk başarı elde edilememesini Bush’un aptallığıyla, iş bilmezliğiyle açıklama eğilimi yaygındı. Elif Çağlı bu hususta da önemli bir uyarıda bulunarak şöyle demekteydi:
“Olayların gidişatındaki kısa süreli iniş ve çıkışlara bağlı olarak günübirlik yorumlar yapmak burjuva basının tarzıdır. Bu tarz, taktik zigzagların peşinden koşarken genel stratejinin gözden yitirilmesine sebep olur. Gerçekte aynı tarzın uzantısı olan, fakat dünya olaylarına dair daha ciddi ve kapsamlı görünen yorumlarıyla sol liberal basın ise sosyalist harekete her zaman burjuva etkisini taşır.”
“İşçi sınıfının kapitalist düzene karşı mücadelesinde asıl bilinç bulandıranlar, Bush örneğinde olduğu gibi, emperyalist sistemin gerçeklerini açıkça dile getiren «aptallar» değildir. Tam tersine, kendilerini iyi yürekli demokratlar olarak lanse edip kapitalist sistemin sivri yönlerini kamufle etmeye çalışan zeki politikacılar ve ideologlardır. Çünkü bunlar sistemin işçi ve emekçiler tarafından açıkça görülebilen tüm kötülüklerinin suçunu Bush gibilerin üzerine yıkıp, ABD’nin Clinton benzeri başkanlar tarafından yönetilmesi halinde dünyanın bir barış cennetine dönebileceği yalanını yayarlar. Böylece kapitalist sistemin çarklarının uzun yıllar boyunca dönüp durmasını sağlamaya hizmet ederler. Bugün ABD Irak’ta emekçi kitlelere tamamen haksız görünen bir savaşı ve işgal durumunu mu sürdürüyor, dişinizi sıkın ey emekçiler, çok yakında seçimlerde aptal Bush ekibi yenilgiye uğrayacak ve böylece bugün çekilen acılar sona erecektir! İşte Amerikan emperyalizminin gerçekten akıllı stratejistleri, dünyadaki işçi ve emekçi kitlelerin kapitalist sisteme isyanını böylesi papaz hileleriyle önlemeye seferber olmuşlardır. ABD’nin tahterevalli oyunu benzeri iki partili sözümona demokrasisi, dünya işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve ezilen halkların canını fena halde yakan işsizlik, yoksulluk ve savaş canavarını tesirsizleştirecek bir çare olarak sunuluyor. Bundan büyük yalan olabilir mi?” (age)
Nitekim Afganistan ve Irak savaşlarının ilk dönemlerinde bu türden bir savaş karşıtlığı yaygınlık kazanıp milyonlar sokağa dökülmüş, ancak bu hareketin hükmü fazla uzun sürememişti. Hemen hatırlatalım ki, emperyalist savaşı Suriye’ye yayarak cehennem ateşini harlama başarısını gösteren de “zeki, barışsever, siyah bir Demokrat” olan Obama olacaktı!
Savaşın gelişimi içinde ABD bir cepheden çekilirken diğer cephelere ağırlık vermek ya da yeni cephelere yönelmek gibi pek çok taktik değişikliğe gitti. Ancak bunların hiçbiri temel stratejiyi değiştirmedi. Bu noktada, Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırdığımız bu emperyalist paylaşım savaşının, daha önceki iki büyük emperyalist savaştan farklılığını gözden kaçırmamak son derece önemlidir:
“Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. … Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir.”[3]
Bu savaşın gidişatı içinde çeşitli cephelerde gördüğümüz bu gerçeklik, farklı bir biçimde de olsa bugün Afganistan bağlamında karşımıza çıkıyor. ABD, savaşın startını verdiği bu ülkeden askerlerini çekerken, Taliban 20 yıl önceki pozisyonuna geri dönmüş durumda. Ancak şu aşamada, bu durumun ne kadar süreceğine dair herhangi bir öngörüde bulunmak mümkün değildir. Yürüyen savaşın karakteri düşünüldüğünde, ABD’nin fitilini çekip Afganistan sahasına fırlattığı Taliban’la ve yeniden güçlendirilmesi olası görünen El Kaide-IŞİD gibi örgütlerle bölgeyi iyice istikrarsızlaştırıp, rakiplerini bu yolla zayıflatma yöntemine başvurması, hatta sonrasında bir şekilde geri dönmesi de olasılıklar dâhilindedir. Peki böylesi bir kaotik durumda Vietnam benzetmeleri yapmak ne anlama gelmektedir?
“Vietnam bataklığı” mı?
Emperyalist savaşın ilk dönemlerinden itibaren gerek Afganistan gerekse Irak için yapılan “Vietnam bataklığı” değerlendirmeleri her seferinde bunu yapanları haksız çıkarsa da mesnetsiz propagandayla mücadelede psikolojik üstünlük sağlanabileceğini düşünenlerin bildiklerinden şaşmadıkları görülüyor.
Çeşitli yazılarımızda dile getirdiğimiz gibi, mevcut emperyalist savaşın çeşitli cepheleri için dile getirilen Vietnam benzetmeleri pek çok açıdan yersizdir. Öncelikle, temel hareket noktaları, ulaşılmak istenen hedefleri, yöntemleri ve savaşın tarafları açısından, bugün yürümekte olan emperyalist savaşın Vietnam savaşı ile ortak bir yönü yoktur. Irak savaşının üçüncü yıldönümünde gelinen durumu değerlendirirken bu hususun altını çizerek şöyle demiştik:
“Vietnam ABD açısından savaşın ta kendisi idi, yani daha büyük bir savaşın bir parçası, daha genel bir savaşın bir cephesi değildi. Oysa açıkladığımız gibi, Irak savaşı, ABD’nin bütünsel ve dünya çapında yürüttüğü emperyalist hegemonya savaşının yalnızca bir parçasıdır, onun cephelerinden yalnızca biridir. Bu nedenle, ABD’nin Irak’taki işgali resmen sona erdirmesi, bu daha kapsamlı emperyalist savaşın illa ki sona ereceği anlamına gelmez. Tersine, ona savaşının diğer cephelerine yoğunlaşma fırsatı bile sunabilir.”[4]
Bunun Afganistan, Suriye ya da diğer savaş cepheleri için de aynen geçerli olduğu açıktır. Öte yandan, Vietnam’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin nesnel ve öznel koşullarıyla Afganistan ve Irak’taki durum kökten farklıdır. Elif Çağlı 2003 Kasımında kaleme aldığı yazısında, Irak savaşının başladığı günlerden itibaren yoğunlaşan “Vietnam bataklığı” tespitlerinin isabetli olmadığını dile getirirken, bu olguya dikkat çekiyordu. Dünyanın en büyük askeri gücüne sahip olsa da hiçbir büyük gücün halkların direnişi karşısında kadir-i mutlak olamayacağının altını çiziyor, fakat bunun olabilmesi için, Vietnam örneğinde olduğu gibi, işgalci emperyalist güçlere karşı ulusal bağımsızlığı kazanma azmiyle kenetlenmiş bir halk mücadelesinin ve örgütlülüğünün bulunması gerektiğini belirtiyordu. Ancak Afganistan’da da, Irak’ta da bunun olmadığı açıktı. Dolayısıyla ABD emperyalizmini kelimenin gerçek anlamında geriletecek koşullarla, bu koşulların olmadığı bir durumda onu kimi tereddütlere sürükleyecek faktörleri bir tutmak büyük bir yanılgı idi:
“Vietnam savaşı döneminde ABD emperyalizmini gerileten iki temel faktör vardı. Birincisi, Amerikalı ailelerin, çocuklarının uzak diyarlarda ve gerekli olduğuna artık hiç de inanmadıkları bir savaşta ölmesine, yaralanmasına, sakat kalmasına giderek büyüyen bir tepki göstermesiydi. Amerika içindeki muhalefet yalnızca bununla da sınırlı değildi. Amerikan işçileri ve savaşa sürülen erler de yönetime karşı seslerini ve eylemlerini yükseltmekteydiler. İkincisi, Vietnam’da Sovyetler Birliği’nin varlığına güvenen ve onu örnek alan, ulusal kalkınmacı bir sosyalizm hedefiyle örgütlenmiş, ciddi biçimde savaşan, emekçi kitlelerin desteğini kazanmış Amerikan karşıtı gerçek bir mücadele vardı. Bugün Sovyetler Birliği yok ve diğer unsurların varlığından da henüz söz edemiyoruz. Amerikan halkı 11 Eylül saldırısının ardından ABD yönetimi tarafından öylesine bir ideolojik bombardımana tâbi tutulmuş ve öylesine terörize edilmiştir ki, Amerika’nın Ortadoğu’daki haksız savaşına karşı muhalif tutum Vietnam savaş karşıtlığına kıyasla çok cansızdır. Daha da önemlisi, bugün Afganistan’da ve Irak’ta Amerikan emperyalizmine karşı anlamlı bir halk direnişi yoktur.
“Liberal basın Vietnam benzetmesinden yola çıkarak Irak’ın ABD için bir bataklığa dönüştüğünü yazıp duruyor. Sosyalist basının bir bölümü de bugünkü gerçek koşulları irdelemeksizin bu kervana katılıyor. Ortada henüz böyle bir durum yokken, sanki halkların Amerikan emperyalizmine karşı gerçek bir şahlanışı söz konusuymuşçasına bir direniş edebiyatı geliştirmek, hem kitleleri yanıltmak hem de gerçekleri tamamen hafife almak demektir. Vietnam örneğindeki gibi bir halk örgütlülüğünün ve savaşının olmadığı koşullarda bile Irak ABD için çok kolaylıkla bataklık haline gelebiliyorsa, o takdirde onca örgütlenme çabasına, onca savaşma azmine ve fedakârlığına ne gerek olurdu? Gerçekleri çarpıtmamak ve işçileri, emekçileri gerçekler doğrultusunda mücadeleye hazırlamak proleter devrimciliğin en temel gereğidir. Şunu bilmeliyiz ki, neredeyse yalnızca sol dergi sayfalarını bezemeye yarayan ve gerçek dünyada karşılığını bulamayan bir direniş edebiyatının işçi sınıfının mücadelesini ilerletmeye hiçbir yararı olamaz.”
“Emperyalist kapitalist sistem onu hafife alarak ya da liberal solun kuyruğuna takılıp gönül eğlendirerek zayıflatılamaz. Ortadoğu’da olsun ya da diğer bölgelerde olsun, ABD emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin yayılmacı emellerini bozguna uğratabilecek yegâne güç, işçi sınıfı öncülüğündeki örgütlü devrimci mücadeledir. Ortadoğu’yu ABD emperyalizmi için gerçekten bataklığa dönüştürebilmenin başka bir yolu bulunmuyor.”[5]
Aradan geçen yıllar bu hakikati ne yazık ki en acı deneyimler üzerinden defalarca kanıtlamış bulunmaktadır.
Acı gerçek ortada
Son yirmi yılda Afganistan’dan Irak’a, Yemen’den Suriye’ye çok geniş bir coğrafyayı kana bulayan emperyalist güçler, Ortadoğu’yu gerçekten de kaotik bir bataklığa çevirmişlerdir. Ancak bu bataklıkta boğulan ne yazık ki bölge halkları olmuştur. Doğrudan savaşın 175 binden fazla insanın canını aldığı Afganistan’da, ölen Amerikan askerlerinin sayısı 2500’ü aşmamaktadır. Irak örneğinde de benzer bir durum söz konusudur: Doğrudan savaşta 4600 Amerikan askerine karşılık, 300 bin Iraklı yaşamını yitirmiştir.[6] Sonuç olarak Ortadoğu’da yürüttüğü savaşta 7 bine yakın askerini kaybeden ABD; Pakistan, Suriye ve Yemen de dâhil edildiğinde, savaşın doğrudan ve dolaylı etkileriyle milyonlarca insanın ölümüne yol açmıştır. Ya yaşarken cehennemi görenlerin bitmez çilesi? Savaş nedeniyle harabeye dönen ülkelerde işsizlik, yoksulluk ve her türden mahrumiyetin savaş öncesine göre katlanarak artması, milyonlarca insanın sakat, aç, açıkta kalması, göç yollarında perişan olması!
Düğmesine Afganistan’da basılan emperyalist savaşın başladığı günden bu yana Pentagon’un 14 trilyon dolar harcadığı hesaplanmaktadır.[7] Pentagon’un bütçesi bu dönemde, Kore ve Vietnam savaşlarının en yüksek noktalarındaki bütçesinin neredeyse iki katına çıkmıştır. Eğitim, sağlık ve diğer kamusal hizmetlerden kesilip savaşa akıtılan trilyonlarca dolar bomba olup halkların başına yağarken, büyük şirketler el ovuşturup kasalarını doldurmuştur. Rakamlar, Pentagon’un yaptığı bu devasa harcamanın üçte biri ilâ yarısının askeri şirketlere gittiğini göstermektedir. Burada aslan payını kapanlarsa Lockheed Martin, Boeing, General Dynamics, Raytheon ve Northrop Grumman gibi büyük silah tekelleridir.
Savaştan beslenen kan emiciler elbette sadece silah tekelleri değildir. İçine girilen büyük ekonomik krizden çıkış için de bir manivela olarak kullanılan bu savaşta petrol tekelleri de ihya edilmiştir. Bush ekibinin savaşçı bir programla iktidara gelişinde silah ve petrol tekellerinin oynadığı rol bilinmektedir. Dünyanın en zengin petrol yataklarının ve enerji nakil hatlarının merkezinde bulunan Ortadoğu’ya hâkim olmak, ABD için, gerek ucuz enerji kaynaklarına ulaşmak gerekse rakiplerini bu kaynaklardan men etmek yoluyla çifte avantaj anlamına gelmektedir. Ayrıca, tek başına dünyanın en büyük petrol alıcısı olan Pentagon, ilan edilen “sonsuz savaş”ta her zamankinden çok daha fazla petrole ihtiyaç duyacağı için de bu durum petrol tekelleri için bulunmaz nimet olmuştur. Öte yandan Halliburton’un başını çektiği lojistik ve inşaat firmalarının, Blackwater ve Dyncorp gibi özel güvenlik şirketlerinin yanı sıra, bilişimden çeşitli türden sarf malzemelerine, gıdadan tekstile çok geniş bir sektörün bu militarizasyon sürecinin parçası haline getirilmesi, savaşın sermayenin son derece geniş kesimleri için nasıl “korkunç kârlar” anlamına geldiğini net bir şekilde göstermektedir.
Sonuç olarak, yirmi yıllık bilançoya bakıldığında bu savaş Amerikan egemen sınıfı için gerek ekonomik gerekse siyasal olarak net artıyı ifade etmektedir. Kuşkusuz bu ABD’nin bu süreçte her istediğini elde ettiği anlamına gelmemektedir. Çin’in sıçramalı bir şekilde güçlenmesinin ve Rusya’nın Asya ve Ortadoğu’da karşısına güçlü bir rakip olarak dikilmesinin önüne geçememesi onun en temel başarısızlığıdır. Bu durum aynı zamanda onun hegemon konumundaki aşınmayı durduramadığını göstermektedir. Ne var ki bu saldırgan savaş politikasını izlemeseydi, ABD’nin şu anda durduğu yerde bile duramayacağı da çok açıktır.
Kapitalizmin yeni milenyum dönemeciyle birlikte içine sürüklendiği tarihsel sistem krizinin aşılmak bir yana çıkışsız bir hal alması, sadece ABD’yi değil tüm kapitalist güçleri çok daha gerici ve saldırgan politikalara zorlamaktadır. İnsanlığın önünde ne yazık ki ABD’nin ya da diğer emperyalist güçlerin “batağa battıklarını görüp” barışçıl ve demokratik politikalara yönelecekleri bir dönem uzanmıyor. Tüm dünyayı yokoluşa sürükleyen kapitalist sistemi yıkıp iktidarı kendi ellerine almadıkça, emekçileri her açıdan çok daha zorlu yıllar bekliyor.
[1] Özgür Doğan, Emperyalist Savaş ve Marksist Tutum, 12 Kasım 2001, marksist.com
[2] Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, 29 Kasım 2003, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm. Ayrıca bkz. Serhat Koldaş, 3. Dünya Savaşı Tespitleri ve Elif Çağlı.
[4] Oktay Baran, Emperyalist Savaş Devam Ediyor, Nisan 2006, marksist.com
[5] Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler
link: İlkay Meriç, Afganistan: ABD’nin Yeni Vietnam’ı mı?, 20 Eylül 2021, https://marksist.net/node/7463
Denize Sızan Petrol Kovayla Temizlenir mi?
6-7 Eylül’e Dair