Arnavut kaldırımı üzerinde rengârenk evlerin gölgeleri, karşılarındaki binaların balkonlarına kadar uzanıyordu. Duvarlarındaki ışıltılı desenler solmuş ve küsmüş gibiydiler. Pervazlarında hâlâ eski saksı izleri vardı. Belli ki terk edilmişlerdi. Balkonlarından içeriye uzanmış sarmaşıkların bitkin görüntüsü yarım kalmış çığlık seslerini andırıyordu. Şehrin kalabalığı ile mimarisi birbiriyle uyuşmuyordu. Yıllarca büyüttüğü çocukların kendisini terk etmesinden günümüze kadar onlarca yıl geçmesine rağmen Ayvalık hâlâ emanetmiş gibiydi. Kiliseden müzeleri ve yine kiliseden dönüştürülmüş camileri insanı başka bir ruh haline büründürüyordu. Gezdim, gördüm ve savaşsız bir dünya arzularıyla döndüm.
Bir haftalık Ayvalık tatilimizden bir sokak izlenimimi sizlerle paylaşarak başlamak istedim bu mektubuma… Malûmunuz Eylül ayındayız. 6-7 Eylül olaylarından günümüze tam 66 yıl geçmiş. 1955 yılının Eylül ayında bizzat devletlûların organize ettiği resmi çeteler, İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde çoğunluğu Rumlara ait olan yüzlerce eve ve işyerine saldırıp büyük bir katliam ve zulüm gerçekleştirdiler. Cinayet de tecavüzler de yaşanmış. Şehrin içerisindeki faşist çetelere ve milliyetçilikle beyinleri yıkanmış kitlelere yardım etsinler diye kamyon kamyon insan taşınmış İstanbul’a. Hem saldıranlardan hem de mağdurlardan dinlediklerimiz tüyler ürpertici cinsten.
Bu pogroma katılanlardan Miktad Remzi Sancak adında biri, bir gazeteye aynen şöyle diyor: “Ne kadar Rum, Ermeni, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik. Evlerine daldık… Polisler de vardı. ‘Kırın, saldırın’ diye bağırıyorlardı…” Devamında neler yaptıklarını yazmasam daha iyi olur diye düşünüyorum. Kirletmesin sayfalarımızı. 6-7 Eylül vahşetinin mağdurlarının anlattıklarından hâlâ yaşananların izlerini taşıdıklarını görüyoruz. O günleri anlatırken bir Sefarad Yahudisi annenin dudaklarında engelleyemediği bir titremeyi fark ediyorum. Gözler nemlenip kapanıyor. Sonra bir umutla gülümsemeye başlıyor.
Dönemin fotoğrafları da yaşananlar hakkında yeterince bilgi veriyor. O günlere ait bir İstiklal Caddesi fotoğrafı neredeyse 6-7 Eylül’ün sembolü gibi. Cadde baştan sona yağmalanan mallarla dolu… İnsanların tüm eşyalarını, ticaret mallarını, kumaşlarını, aslında yaşamlarını, anılarını, sanki önce yola atmışlar sonra da koca bir çırpıcıyla karıştırabildikçe karıştırmışlar. Bazı görgü tanıkları İstiklal Caddesinin neredeyse 1-2 metre yükseldiğini söylüyorlar. Bir başka resimde ellerindeki kesici ve delici aletlerle bir işyerinin kepengini kırmaya çalışan insanların nefretle dolu yüzlerini görüyorsunuz. Hâsılı 6-7 Eylül’ün mağdurlarını bu yıl çok daha fazla hissedebildim. Ayvalık’ta gördüklerim tarihin bu çirkin yüzünü daha iyi anlamamı sağladı.
6-7 Eylül’de oyunu egemenler oynadı. İçeride ve dışarıda sıkışan siyasal iktidar Gayrimüslimleri, milliyetçilikle kirlenmiş kitlelerin hedefi haline getirdi. Dışarıdaki gelişmeleri bahane edip içeride saldırıları organize ettiler. Dönemin “yerli ve milli sermayesi” azınlıklara ait mallara göz dikmişti. Leş kokusu almış akbaba gibi mala mülke çökmenin heyecanı içerisindeydi. Kışkırttıkları kitleler ise kendi sefaletlerinin acısını bir başka halktan insanlara saldırarak dindirmekteydi.
Yalan haberler üreterek örgütsüz işçi ve emekçileri şoven organizasyonların piyonu haline getirenlerin oyunlarını bozalım kardeşler. İşçi sınıfının örgütlülüğü için çalışıp egemenlerin bizleri birbirimize kırdırmasına izin vermeyelim. Asıl düşmanının bilincinde olan ve sınıfının saflarında yer tutmuş bir işçiyi hiç kimse milliyetçi yalanlarla kandıramaz. Aynı oyunlarla kandırılmamak ve tekrar tekrar burjuvazinin maşası olmamak için dünya barışının garantisi enternasyonal dayanışmayı güçlendirmeli ve dünyanın tüm işçilerini mücadele saflarında toplamalıyız.
Yaşasın İşçilerin Enternasyonal Birliği ve Mücadelesi!
link: İstanbul’dan MT okuru bir işçi, 6-7 Eylül’e Dair, 23 Eylül 2021, https://marksist.net/node/7464
Afganistan: ABD’nin Yeni Vietnam’ı mı?
“Dinleyin Arkadaşlar Bir Atasözümüz Var”