Son otuz yılda imzalanan sayısız barış anlaşmasına, yol haritasına rağmen kesintisiz devam eden işgal ve katliamlara maruz kalan Filistin, bugün bir kez daha ABD-İsrail ortak yapımı bir sözde barış planıyla karşı karşıya. ABD Başkanı Trump, Filistin sorununa ilişkin olarak iki yıldır hazırlıkları yürütülen bu planı, 28 Ocakta İsrail Başbakanı Netanyahu’yla birlikte tüm dünyaya duyurdu. “Refah İçin Barış – Filistin ve İsrail Halklarının Hayatını İyileştirme Vizyonu” adını taşıyan bu plan “Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse edildi. Ne var ki Trump’ın, bağımsız bir devlete sahip olmak ve barışa ve refaha kavuşmak bakımından Filistinliler için “son şans” olduğundan ve her iki taraf için de kazan-kazan anlamına geleceğinden dem vurduğu bu plan gerçekte “yüzyılın zorbalığı” olarak şekillendirilmiş durumda. ABD-İsrail ürünü bu zorbalık, yeni ilhaklarla daha da küçültülen toprak adacıklarını Filistinlilere “devlet” olarak dayatıyor ve aslında onyıllardır adım adım gerçekleştirilen İsrail işgalini resmîleştirerek Filistin’i ortadan kaldırmanın ayrıntılı formülasyonunu sunuyor. Üstelik bu zorbalığın adına da utanmadan “anlaşma” deniyor.
İsrail devletinin işgal ve saldırı temelinde kurulmasından bugüne giderek şiddetlenen bir ulusal sorun olan Filistin sorunu, şimdiye dek imzalanan onlarca “barış planı”na rağmen çözüme kavuşamadı. 1946’dan bu yana bu konuda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyinde 900’e yakın karar alındı. Fakat İsrail bu kararların hiçbirine uymadığı gibi, Filistin’i parça parça yutarak yok etme politikasını hayata geçirirken ABD’nin kayıtsız şartsız desteğini de her daim yanında buldu. Trump yönetimi altında ise bu destek çok daha üst boyutlara ulaştı. 2017 Aralığında Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıma ve Amerikan büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı alan, Batı Şeria’da yeni “yerleşim”lerle sürekli genişletilen işgali meşru kabul eden, Suriye’ye ait olmasına rağmen İsrail tarafından işgal edilen Golan Tepelerini İsrail toprağı olarak tanıdığını duyuran ve Filistin yönetimine verilen yüz milyonlarca dolarlık yardımı kesen Trump, şimdi malûm planla bu şer desteğini doruk noktasına ulaştırmış bulunuyor.
Bu planın temellerinin atıldığı provokatif Kudüs kararının ardından yaptığımız değerlendirmede şöyle demiştik: “ABD’nin aldığı bu yeni karar, Üçüncü Dünya Savaşının hâlihazırdaki merkezi olan Ortadoğu’da kaynayan kazanın altına yüklü miktarda odun atılması anlamına gelen gayet de bilinçli bir karardır. Net konuşmak gerekir, ABD’nin istediği tam da budur: Yangını büyütmek, yıkımı derinleştirip yaygınlaştırmak, sonuçta eğer emellerine ulaşabilirse Ortadoğu’daki hâkimiyetini pekiştirip, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmek. Bu adımın, Rusya ve İran’ın bölgedeki kazanımlarına karşı bir cevap olduğu bellidir. Suriye’de ve Yemen’de istediği ölçüde başarılı olamayan ABD emperyalizmi, bölgede güç ve etkisini arttıran Rusya ve İran’ı geriletmek için nice zamandır Suudi merkezli yeni bir eksen oluşturmaya ve savaşı daha doğrudan bir şekilde İran’a doğru yaymaya çalışmaktadır. Bu çabalarda en büyük partneri İsrail’dir. ABD Kudüs adımıyla, İran ile İsrail arasındaki gerginliği mümkünse çatışma noktasına getirmeyi, İran’ı kışkırtarak saldırgan girişimlere sevk etmeyi, böylelikle hem Suud merkezli ekseni sağlamlaştırmayı hem de İran’a karşı doğrudan ya da dolaylı (Filistin, Lübnan, Yemen gibi coğrafyalarda) bir savaşı başta ABD Kongresi olmak üzere emperyalist ülkelerin kamuoyunda meşrulaştırmayı hedeflemektedir.”[1]
Nitekim 2020’nin ilk günlerinde gerçekleştirilen Kasım Süleymani suikastıyla bu doğrultuda ikinci büyük adım atılırken, şimdi de “zorbalık vizyonu”yla bu girişimin bir üst aşamaya sıçratıldığı görülmektedir. ABD böylelikle bir yandan İran’ı kışkırtıp Ortadoğu savaşının ateşini harlarken, bir yandan da başını çektiği emperyalist kutbu tahkim etmeye çalışmaktadır. Bu noktada Arap ülkelerinin büyük bir bölümünü kendi kutbu altında birleştirmiştir. Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve BAE’nin, Filistin’in imhası anlamına gelecek bu plana ciddi bir itiraz getirmemeleri, kurulan ittifakın kirli zemininin boyutlarını yeterince çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır aslında.
Bu planın açıklanmasının zamanlamasında, İsrail’in 2 Martta seçimlere gidecek olması da belirli bir rol oynuyor kuşkusuz. 2019 Nisan ve Eylülünde yapılan seçimlerde hükümet kuracak çoğunluk sağlanamadığı için bir yıldan kısa bir süre içinde üçüncü kez seçime gidilecek olması, İsrail devleti açısından da Netanyahu açısından da kritik bir süreçten geçildiğini gösteriyor. Öte yandan Netanyahu hakkında başlatılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturması da resmî bir suçlamaya dönüştürülerek artık savuşturamayacağı bir noktaya gelmiş bulunuyor. İşte tam da böylesi bir süreçte ABD’ye giden Netanyahu için Trump’ın bu planı Beyaz Saray’da ortak açıklamayla deklare etmesinin önemi büyük. Trump için de bu adımın, sonbaharda yapılacak başkanlık seçimleri açısından önemli bir getiri kaynağı olarak görüldüğüne şüphe yok. Ancak tüm bunlar son tahlilde tâli faktörlerdir ve olsa olsa kısa vadeli zamanlamada belli bir role sahiptirler. Asıl belirleyici unsur ise, yukarıda da vurgulandığı gibi, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme arzusudur. Birinci Dünya Savaşıyla sınırları çizilen Ortadoğu şimdilerde bir üçüncüsüyle yeniden dizayn edilirken, ABD-İsrail yapımı senaryoda Filistin ortadan kaldırılacak bir ülke olarak yer alıyor.
ABD aktörlüğündeki bu plan doğal olarak Filistinliler tarafından yeni bir Balfour Deklarasyonu olarak görülüyor. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un adıyla anılan 1917 tarihli Balfour Deklerasyonu, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için üstün bir çaba göstereceğini beyan ediyordu. İngiltere kısa bir süre sonra Filistin’i kendi mandası haline getirdiğinde bu politikadan vazgeçse de, 1948’de kurulan İsrail devleti tam da bu Siyonist ideolojiyle, tarihî Filistin topraklarını Araplardan temizleyerek orada bir Yahudi devleti inşa etme politikasıyla şekillendi.[2] Bugün Filistin halkının karşısına çıkarılan planın da bu güdüyle hazırlandığı ayan beyan ortadadır.
Filistin’i parçalayıp yutma planı
Arafat önderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütünün, 1988 yılında, Gazze ve Batı Şeria’yı içine alan, Doğu Kudüs başkentli bir “mini devlet” ilan etmesinden bu yana Filistin sorunu tüm taraflarca “iki devletli çözüm” modeli üzerinden tartışılmaya başlandı. 1993’te Oslo’da ABD öncülüğünde imzalanan “barış antlaşması”nda İsrail’in bu “mini devlet”i kabul edeceğini taahhüt etmesiyle sorun çözüm yoluna girmiş gibi gösterildi. Ne var ki İsrail ilerleyen süreçte bu anlaşmanın şartlarını sürekli ihlal etti ve Yahudi yerleşimleriyle paramparça edilmiş, Gazze’yle Batı Şeria arasında hiçbir fiziksel bağın bulunmadığı bu sözde devlet bile şimdiye dek hayata geçemedi. İşgal ve katliamı süreğenleştirerek ortada bütünlüklü bir Filistin bırakmayan İsrail, “iki devletli çözüm”ü bilinçli bir şekilde dinamitleyerek bugüne geldi. Şimdiyse, Filistinlilerin karşısına öncekilerden daha gelişmiş bir imha planı çıkarılıyor; üstelik “gerçekçi iki devletli çözüm” adı altında.
Söz konusu plan Filistin halkından, İsrail işgali altında bulunan bütün topraklardan ve elbette Kudüs’ten vazgeçmesini istiyor. Kudüs’ün bölünmemesi gerektiğini söyleyen plan, birleşik Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul ediyor. Ama bir yandan da Filistin devletinin başkenti olarak da Kudüs’ten söz ediliyor. Nasıl mı? Elbette tam bir üçkâğıtla! Bilindiği gibi, Müslümanların Kudüs olarak andığı kenti Yahudiler “Jarusalem” olarak adlandırıyorlar. Planda birleşik Jarusalem’in İsrail’in başkenti olduğu söyleniyor. Şu anda bu kentin kuzeyinde ve doğusunda kalan ve güvenlik duvarıyla ayrılan Arap mahalleleri (Kafr Akab, Şufat’ın doğusu ve Ebu Dis) ise “El Kuds ya da Filistin devletinin belirleyeceği bir başka isimle” denerek Filistin devletinin başkenti olarak tanımlanıyor. Böylece İsrail’in de Filistin’in de başkenti “Kudüs” (yani Jarusalem ve Kudüs) olmuş oluyor ama Filistin’in payına Doğu Kudüs’ün tamamı değil birkaç küçük mahallesi düşüyor aslında. Dolayısıyla Filistin halkı, şimdiye dek Kudüs’ün batısını gasp edip doğusunu Filistin’e bırakan sözde barış planlarının daha da ötesine geçen bir gasp planıyla karşı karşıya bulunuyor.
Öte yandan bugün duvarın batısında yer alan kesimde, Mescid-i Aksa gibi kutsal yerlerin bulunmasının yanı sıra 300 bine yakın Arap yaşıyor. Planda bu bölgede yaşayan Arapların İsrail vatandaşı olmaları öngörülüyor. Kutsal yerlerin ise İsrail’in kontrolünde ve güvencesinde olacağı, buralara ziyaret serbestisi sağlanacağı söyleniyor. Tüm bunları ve diğer dayatmaları kabul etmesi karşılığında ise Filistin halkına “bağımsız devlet” vaadinde bulunuluyor. Ama ne bağımsız devlet!
Planda yer alan haritalar, İsrail-ABD’nin “zorbalık vizyonu”nun Filistin halkı için nasıl bir “devlet” öngördüğünü ortaya koyuyor. Her şeyden önce, önerilen “Filistin devleti”nin hiçbir şekilde toprak bütünlüğü bulunmuyor. Üstelik gerçek durum haritalarda yer alanın çok daha ötesinde bir parçalanmışlık tablosu sunuyor. Yayınlanan haritada girintili çıkıntılı da olsa bir şekilde bütünlüklü görünen Batı Şeria, gerçekte “yerleşim yeri” adı altındaki işgal bölgeleriyle ve İsrail’in kontrolü altındaki yollarla irili ufaklı çok sayıda parçaya bölünmüş haldedir.
“Yüzyılın zorbalığı”, en verimli tarımsal alanların ve tatlı su kaynaklarının bulunduğu Ürdün Vadisinin (Ürdün nehrinin batı kıyısı boyunca uzanan geniş şerit) Batı Şeria’dan koparılıp İsrail’e bağlanmasını öngörüyor. Yıllardır İsrail işgali altında bulunan ve İsrail parlamentosunun bugünlerde ilhak kararı almaya hazırlandığı bu bölgenin gaspı karşılığında, Gazze’nin güneyindeki (Necef çölünde) iki toprak parçası Filistin’e veriliyor gibi görünüyor. Sözü edilen iki bölgeden biri “konut ve tarım”, diğeri ise “yüksek teknolojili imalat sanayii” bölgesi olarak adlandırılıyor. Batı Şeria ve Gazze’nin yüksek hızlı trenler, köprüler, tüneller ve koridor yollardan oluşan “son model altyapı”yla birbirine bağlanacağını söyleyen plan, bunu Filistinliler için bir lütuf olarak sunuyor. Bu “son model altyapı”nın tümüyle İsrail’in kontrolünde olacak olmasıysa küçük bir ayrıntı! Planda, Filistin sınırları içindeki İsrail yerleşimlerinin İsrail toprağı sayılacağı ve bunların bir ulaşım sistemiyle İsrail’e bağlanacağı da belirtiliyor.
“Gerçekçi çözüm Filistinlilere kendilerini yönetme gücünü verecek ama İsrail’i tehdit etme gücünü vermeyecektir” diyen plan, bunun “zorunlu olarak Filistinlilerin bazı egemenlik haklarını sınırlandıracağını” söylüyor! Buna göre tüm sınırlar, hava sahası, deniz bağlantıları ve tatlı su kaynakları İsrail’in kontrolünde olurken, Filistin yönetiminin bu temel egemenlik alanlarında hiçbir hakkı bulunmayacak. Dahası, söz konusu “devlet”in dış tehditlere karşı ulusal güvenliğini sağlaması da mümkün olamayacak, zira plan yalnızca iç güvenliği sağlayacak bir güvenlik teşkilatına sahip olabilecek bu sözde devletin silahsızlandırılmasını şart koşuyor. Bunu meşrulaştırmak için ileri sürülen argümanlar ise çocuk kandırma kabilindendir:
“Her ülke kendini dış tehditlerden korumak için çok önemli miktarda paralar harcamaktadır. Filistin devletinin böyle bir maliyet sıkıntısı olmayacaktır, çünkü bu İsrail devleti tarafından yüklenilecektir. Aksi takdirde savunmaya harcanacak olan fonlar böylece sağlığa, eğitime, altyapıya ve Filistinlilerin refahını iyileştirecek diğer konulara yönlendirilebileceğinden dolayı bu Filistin devletinin ekonomisi için önemli bir yardımdır.”
Bu arada güvenlik adına ABD ve yandaşı Arap devletleri de devreye sokulmaktadır:
“Birleşik Devletler bir bölgesel güvenlik komitesinin (RSC) oluşturulmasını önermektedir. RSC’nin görevi bölgesel kontr-terör politikalarını değerlendirmek ve koordine etmek olacaktır. İdeal olarak, RSC, ABD, İsrail devleti, Filistin devleti, Ürdün Haşimi Krallığı, Mısır Arap Cumhuriyeti, Suudi Arabistan Krallığı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden güvenlik temsilcilerini içerecektir.”
Plan, İsrail’in “erken uyarı istasyonu” vb. adlarla Filistin topraklarında askeri üsler kurmasından, gözlem balonları, dronlar ve benzeri hava araçları bulundurmasından, Gazze’de tam kontrol hakkına sahip olmasından da gayet doğal ve sıradan bir olgu olarak söz etmektedir. Tabii Filistin sınırlarından içeri giren tüm insanların ve her türlü malın İsrail tarafından izleneceğinden ve gerekli görüldüğünde müdahale edileceğinden de.
Gazze’yi yöneten Hamas’tan terör örgütü olarak söz eden ve silahsızlandırılmasını şart koşan plan, Batı Şeria’nın yönetimini elinde tutan Filistin Yönetiminin de “başarısız kurumlar” ve “yolsuzluk salgını”yla uğraştığını belirtmektedir. Ne var ki, onyıllardır on binlerce Filistinliyi katleden, korkunç bir devlet terörü estiren, mevcut devlet başkanı Netanyahu’nun yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasıyla yüz yüze olduğu İsrail’den söz edilirken bu olguların hiçbiri dile getirilmemektedir. Zira bu plana da damgasını vuran bakış açısına göre Filistin terör ve şer yuvasıdır, İsrail’se bu teröre maruz kalıp kendini savunmak zorunda kalan mazlumiyet abidesidir!
Planda, Filistinli tutsakların durumuna ilişkin maddeler de bulunuyor. Buna göre, anlaşmanın imzalanmasının ardından, İsrail zindanlarında bulunan Filistinli tutsaklar, çocuklar, kadınlar, 50 yaşın üzerindekiler ve hastalardan başlayarak bir takvim doğrultusunda tahliye edilecekler. Ne var ki, cinayet ve cinayete teşebbüs suçlarından mahkûm olan “terör” suçluları ve İsrail vatandaşları serbest bırakılmayacaklar. Yani binlerce Filistinli tutsak İsrail zindanlarında kalmaya devam edecek!
Bilindiği gibi, 1967 savaşı ve bunu izleyen İsrail işgaliyle birlikte Batı Şeria’daki yüz binlerce Filistinli, topraklarını terk edip başka ülkelere göç etmek zorunda kalmıştı. O zamandan bu yana dünyanın dört bir yanına dağılan ve ülkelerine dönüşleri engellenen Filistinli mültecilerin sayısı milyonları buldu. Mültecilerin geri dönüş ve tazminat talepleri, tüm barış müzakerelerinde Filistin halkının en temel taleplerinden biri olarak masaya getirildi. Ne var ki İsrail bu talebi asla kabul etmedi. Şimdi gündeme getirilen planda da bu konu İsrail’in bu tutumu doğrultusunda ele alınmaktadır. Mültecilerin şimdi İsrail’in işgali altında olan yurtlarına geri dönüşünün ya da onlara tazminat ödenmesinin İsrail tarafından kabul edilmesinin gerçekçi ve mümkün olmadığı söylenmektedir. İsrail-Filistin çatışması sona erince bu konuda adil ve gerçekçi bir çözüm bulunmalıdır denerek top geleceğe atılmaktadır.
Diğer yandan, kurulacak Filistin devletinin hükümetinden Hamas, İslami Cihad ya da bunların “vekilleri”nden herhangi bir üyeye yer verilmemesini isteyen ABD, Filistinli liderlere şunları buyurmaktadır:
“Filistinli liderler, İsrail’i Yahudi devleti olarak kabul ederek, terörizmin tüm biçimlerini reddederek, İsrail’in ve bölgenin yaşamsal güvenlik ihtiyaçlarına yönelik özel düzenlemelere olanak tanıyarak, etkin kurumlar inşa ederek ve pragmatik çözümler seçerek barışı benimsemelidirler. Bu adımlar atılırsa ve bu Vizyon belgesindeki kriterler yerine getirilirse, Birleşik Devletler bir Filistin devletinin kurulmasını destekleyecektir. Bu Vizyon güvenlik odaklıdır ve Filistinlilere hem kendi kaderini tayin hem de önemli bir ekonomik fırsat sunmaktadır.”
Neo-liberal politikalar temelindeki bir kapitalist işleyişi her alanda ayrıntılandırarak dayatan söz konusu metinde Filistin için on yılda 50 milyar dolarlık bir yatırım potansiyelinden söz edilirken, planın uygulamaya konulmasının ardından Filistin ekonomisinin uçacağı yalanları da eksik edilmemiştir. Filistin’in milli gelirinin on yılda ikiye katlanmasının, 1 milyon yeni iş yaratılmasının, işsizlik oranının %30’lardan %15’in altına inmesinin, yoksulluk oranının yarı yarıya azalmasının beklendiği belirtilmektedir; elbette özel sektörün teşvik edilmesiyle! Bu ve benzeri daha pek çok yalanla Filistinlilerin önüne sahte bir cennet serilmekte ama bu da üç temel koşula bağlanmaktadır: Kapitalizmin ve çizilen dar siyasi sınırın dışına çıkmayın ve hiçbir konuda İsrail’e mız çıkarmayın! Sonuç olarak İsrail ve koruyucusu ABD, Filistin halkını birkaç milyar dolarla susturarak ülkelerinden, onurlarından ve özgürlüklerinden ilelebet vazgeçmeye zorlamaktadır. Binlerce Filistinli ise bugün sokaklarda şu sloganı haykırmaktadır: “Filistin satılık değildir!”
Evet, Filistinli emekçiler için Filistin satılık değildir. Peki ya Kudüs’ü “kutsal dava” olarak gördüklerini söyleyegelen bölge ülkelerinin egemenleri için de durum öyle midir? Elbette hayır! Nitekim Kudüs’ün başkent ilan edilmesine gösterilen ikiyüzlü tepkiler, bu plan karşısında da sergilenmiştir. Başta Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün olmak üzere pek çok Arap ülkesi plana karşı çıkmazken, yükselen tepkiler üzerine Arap Birliği ve İslam Teşkilatı Örgütü gibi örgütlerden “planı kabul etmeme” yönünde kararlar çıkarılmıştır. AKP hükümetinin baştan beri karşı duruş sergilemesinin de somutta pek anlamlı bir karşılığı bulunmamaktadır. Benzer tepkiler Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin ardından da sergilenmiş fakat bunun somut bir sonucu olmamıştır.
Öte yandan bu duruma gelinmesinde, El Fetih’iyle, Hamas’ıyla tüm Filistinli burjuva güçlerin rolünü de unutmamak gerekir. Kendi çıkarları yüzünden emekçi kitlelerin tepkisini onyıllardır frenleyen ve dar bir sınıra hapseden bu güçler, ihtiyaç duyduklarında her türlü kirli anlaşma ve uzlaşmaya da başvurarak, Filistin’in ortadan kalkmasına ve halkın cehennemî koşullara hapsolmasına katkıda bulunmuşlardır.
Filistinli ve İsrailli emekçiler Ortadoğu halklarıyla birlikte ayağa kalkmalıdır
Filistin halkına yukarıda sözünü ettiklerimiz dışında daha pek çok engel ve dayatma getiren Trump planı, vitrindeki “barış” söylemlerine rağmen açık bir savaş kışkırtıcılığıdır. Bu sadece Filistin halkı için değil İsrail halkı ve daha ötesi tüm Ortadoğu halkları için bir tuzaktır. ABD emperyalizmi ve İsrailli egemenler kendi çıkarları için bütün bir Ortadoğu’yu ateşe vermekten kaçınmamaktadırlar. Üstelik yanlarına Arap devletlerinin büyük bir bölümünün egemenlerini de alarak, emekçiler için tehdidi daha büyük hale getirmektedirler. Filistin üzerinden oynanan oyunlar, yürüyen emperyalist paylaşım savaşının üzerine ekstradan benzin dökmekten başka bir anlama gelmemektedir.
Filistinli emekçiler, bölgedeki diğer emekçiler gibi barış içinde ve özgürce yaşamayı istemektedirler. İsrail devletinin zulmüne uğramayı reddetmekte, yaşadıkları toprakların gasp edilmesine karşı çıkmakta, bunun için canlarını vermekten çekinmemektedirler. Bu uğurda sadece son otuz yılda onbinlerce Filistinli hayatını kaybetmiştir. Ne var ki Filistinli emekçiler aynı zamanda devasa bir ekonomik sorunlar yumağıyla da boğuşmaktadırlar ve tam da bu noktada, onların davası Filistinli egemenlerin davasından ayrışıp bölgenin tüm emekçilerinin davasıyla birleşmektedir.
Bugün Cezayir’den Sudan’a, Lübnan’dan Irak’a pek çok Arap ülkesinde yüz binlerce emekçi, siyasi baskı ve yasakların yanı sıra, işsizliğe, yoksulluğa, geleceksizliğe karşı ayaktadır. Ülkeler farklı olsa da, bu isyanlara damgasını basan taleplerin birebir örtüşmesi tesadüf değildir. Emekçileri “devrim” sloganıyla bir araya getiren şey, emekçilerin dünyayı cehenneme çeviren kapitalizme duydukları haklı tepkidir. Büyüyen bu isyan, burjuva “çözüm” planlarının çıkmaz sokaklarında alabildiğine derinleşmiş olan Filistin sorununun emekçilerin çıkarları doğrultusunda adil, demokratik ve kalıcı bir çözüme kavuşabilmesi için de her zamankinden çok daha uygun bir nesnel zemin yaratmaktadır. Ortadoğu da tüm dünya gibi sınıf mücadelesinin daha da sertleşeceği bir döneme girmiştir. Bu dönemde belirleyici olan bu mücadeleyi zafere taşıyabilmenin önkoşulu olan örgütlü güce ulaşılıp ulaşılamadığı olacaktır.
[1] Özgür Doğan, Ortadoğu Savaşı, Kudüs ve Filistin Sorunu, 16 Aralık 2017, marksist.com
[2] Bu tarihsel sürece ilişkin daha geniş bir bilgi için bkz. Zeynep Güneş, Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım, marksist.com
link: İlkay Meriç, ABD-İsrail Ortak Yapımıyla “Yüzyılın Zorbalığı”, 15 Şubat 2020, https://marksist.net/node/6841
Ne Varsa Yerin Üstünde…
“Otuz Yaşına Gelmişler, Evlenmiyorlar!”