Gençliğin değişim arzusu ve isyanla dolu dinamizmini engellemek, gençlerin siyasetle, toplumsal sorunlarla ilgilenmesinin, enerjilerini devrimci yönde kullanmalarının önüne geçmek için 12 Eylül faşist askeri darbesinden sonra burjuvazi birçok yöntem denedi. Uyuşturucu, futbol, bilgisayar oyunları vb. bu yöntemlerden bazılarıdır. Bunların yanı sıra, ilköğretimden liseye, liseden üniversiteye ve sonrasına dek süren sınav maratonu da fiilen bu işlevi görmektedir. Bebeklik çağı “bu ne?” sorusuyla karakterize olan bir dönemdir. Gençlik dönemi ise “bu neden böyle, aksi olamaz mı?” sorularının damgasını bastığı bir düşünsel ve eylemsel sürece karşılık gelir. Oysa apolitikleşen gençlik, “madem bu böyle, o halde kendimi kurtarmak için sınavları kazanmalıyım” diye düşünmekte ve eşitsiz bir sistemde çaresizce çırpınmaktadır.
Hayatı tanımadan hayattan soyutlanma sonucunu doğuran bu süreç, elbette üniversite kapısındaki ve üniversitedeki çok geniş bir gençlik kesiminin gençliklerini yaşayamamalarına ve sosyalleşememelerine neden olmaktadır. Testler ve soru çözüm kabinlerinin içindeki yaşamlar, toplumsal açıdan da bir körleşmeyi beraberinde getirmektedir. 10-20 yaş arasındaki koca bir yaşam dilimini işgal eden, sınavlarla örülü, ezberci, hayattan kopuk eğitim sistemi, çevresine duyarsız, ekmek fiyatını bile bilmeyen, savaş haberlerini kapatıp test çözmeye devam eden, bireyci ve rekabetçi gençlerin yetişmesinin önemli nedenlerinden biridir. Bir diğeriyse kuşkusuz bunu körükleyen ailelerdir.
Liseye kadar olan sınavlar bir yana, her yıl yaklaşık 2 milyon genç üniversite sınavına girmektedir. Türkiye’de üniversitelere 45 yıldan bu yana sınavla girilmektedir. Üniversite sınavları özellikle YÖK’ün kurulması ile birlikte daha da merkezileşmiş ve eşitsiz bir sistem olan kapitalizmde sanki eşitler arasındaki bir sınav yapılıyormuşçasına gerçeklerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. Ancak geçmişte sınava giren öğrenci sayısının az olması, işsizliğin kitlesel düzeyde olmayışı ve nüfusun azlığı gibi nedenlerle bu denli zor olmayan sınavlar, yıllara yayılan bir hazırlık sürecini beraberinde getirmiyordu. Sınava giren öğrenci sayısı arttıkça ya da sınavı kazanmak zorlaştıkça, aileler ve çocuklar bu sınava çok daha erken yaşlarda hazırlanmayı kabullenir hale gelmişlerdir.
Gelecek kaygısı ve işsizlik korkusu yaşadığımız dönemin en büyük korkularından biridir. Bu durum gençler arasındaki rekabeti de kıyasıya arttırmıştır. Gençlerin önemlice bir bölümü, kurtuluşun yolunu üniversite sınavını kazanmakta görmektedir. Gençler, bu sınavla bütün sorunlarını aşabilecekleri, işsizlikten kurtulacakları yalanı üzerinden büyük bir yanılsamaya sürüklenmektedirler. Bu yanılsamanın bir ürünü olarak, milyonlarca genç, üniversite mezunu olmayı iyi bir iş bulmak için kuşanılan bir silah ve sınıf atlamanın bir aracı olarak görmektedir. Ne var ki, rekabeti körükleyen kapitalist sistem, işi kapmak için her gün yeni vasıflar dayatmakta ve ancak küçük bir azınlığa özlemini duyduğu maddi koşullara kavuşma fırsatı sunmaktadır.
Hayata dair her şeyi sorgulama ve değiştirme arzusunun dışa vurulduğu bir dönem olan gençliğin, coşkusu, dinamizmi ve yaratıcılığı baltalanmaktadır. Sınavlara hazırlanan gençlerin amatör olarak yaptığı spor bile aile ve çevre tarafından zaman kaybı olarak görülmektedir. Genç bireyin enerjisini dışarı çıkarmasının yanı sıra, fiziksel ve zihinsel gelişimi de engellenmiş olmaktadır. Sınavlara hazırlık sürecinde sanatsal, sosyal, kültürel etkinlikler de çevre tarafından “sınavı kazanamamanın nedeni” olarak gösterilirken, gençler de buna inanmaya başlamakta ve bu tür isteklerini ve yaratıcılıklarını bastırma yoluna gitmektedir. Hafta sonlarını dershanelerdeki derslerle doldurup, okul çıkış saatlerini etütlerle kuşatan, akşamlarını da soru çözmek üzerine kurgulayan gençlerin sadece sanat, siyaset ve spora değil, hayal kurmaya bile vakitleri kalmıyor. Bunun sonucu olarak da üretemeyen, kendini ve yaşamını planlayamayan, asosyal, apolitik bir kuşak yanı başımızda hızla büyüyor. Sonuçta da hayatı kendilerine dayatılan seçeneklerden birini kabullenmek olarak algılıyorlar.
Oysa meselâ 60’lı ve 70’li yıllara baktığımızda, öğrenci gençlik üniversitelerde ve toplumda bir şeyleri değiştirmek için mücadele ederken, işçiler de fabrikalarda mücadeleyi yükseltiyorlardı. Hatta işçi ve öğrenci kitlelerinin ortak hareket ettikleri, ekonomik ve siyasal taleplerde ortaklaştıkları eylemler söz konusuydu.
Peki, bugün üniversite kapısındaki ve üniversitedeki geniş gençlik kesimi neden bu kadar duyarsız ve neden köklü bir değişim için mücadeleye girişmek yerine var olanı kabullenen seyirciler konumunda bulunuyor? Üzerinden 30 yıl geçse de, bunda tüm toplumu örgütsüzleştiren 12 Eylül faşist askeri darbesinin etkilerini görmemek mümkün değil. Yaşadığımız dönemin gençleri, ‘80 askeri darbesini yaşamış ya da darbeyi yaşayanlardan duyduklarıyla içinde korkular büyütmüş bir kuşağın çocukları. Onlar da, tıpkı ana-babaları gibi, henüz bir şey yapmadan, bir şey yaptıklarında başlarına gelecekleri dinleyerek büyüdüler. Değiştirme arzusu, dayanışma, örgütlülük ve mücadelenin, yerini bireyciliğe, bencilliğe, var olanı kabullenmeye ve boyun eğmeye bıraktığı darbe sonrası dönemde, gençlerin sorgulaması ve siyasetle ilgilenmesi suç sayıldı. Örgütlü davranmaktan ve ortak hareket etmekten korkar hale gelindi. Özellikle ‘80 darbesini yaşamış anne-babalar, çocuklarının ellerinden kitapları kendileri aldılar. Mitinglere gitmesini kendileri yasaklamaya başladılar. Her aile, kendi çocuğunun tepesinde bir jandarmaya dönüştü.
Mevcut tabloya bakılacak olursa, ailelerin bu üstün gayretler sonucunda önemli ölçüde başarıya ulaştıkları söylenebilir. Fakat ne ailelerin baskısı, ne devlet baskısı, ne burjuva ideolojisinin gücü uzun vadede tarihin yasasını yenme kudretine sahiptir. Üstelik şunu da görmek gerekir ki, her şeye rağmen mücadeleye ilgi duyan, yaşanan haksızlıklara, adaletsizliğe, eşitsizliğe tepki vermek isteyen ancak nasıl vereceğini bilmeyen gençlerin sayısı hiç de az değildir. Sınıf mücadelesinin yükselişe geçmesiyle birlikte, öğrenci gençliğin içinden de yeni bir devrimci genç kuşak mutlaka yetişecektir. Henüz bu yöndeki işaretlerin cılız olması yanıltıcı olmamalıdır. Tarih ve diğer ülkelerde yaşanmakta olanlar iyimser olmamız için yeteri kadar veri sunmaktadır. Elbette elimizi kolumuzu kavuşturup bunun kendiliğinden olmasını beklemeyeceğiz. Bunun gerçekleşmesi için azimle çalışacağız. Onları, kurtuluşun bireysel olmadığına, örgütlü mücadeleden geçtiğine ikna etmek için bıkmadan usanmadan çaba harcayacağız.
link: Ilgın Çevik, Sınav Dehlizlerinde Hayattan Kopmak, 1 Ocak 2011, https://marksist.net/node/2558
Tunus ve Cezayir’de İsyan Günleri
Tunuslu Emekçiler Diktatörü Devirdi