Ruh sağlığı, “kişinin kendisi ve çevresiyle sürekli bir uyum içinde olması” olarak tanımlanıyor. Çevremize bir bakalım, duyduklarımıza, gördüklerimize, yaşadıklarımıza… Tüm bunlara uyum sağlamak kolay şey mi? Olup biten birçok şey akıl sınırlarını aşmıyor mu? Her birimiz hayatta kalmak için gerim gerim gerilmiyor muyuz? Her gün birçoğumuz “yeter artık delireceğim” demiyor muyuz? Çelişkiler yumağı kapitalist sisteme uyum sağlayamayanlar bir ip gibi kopuveriyor adeta. Bu rekabetçi, akıldışı sisteme uyum sağlayamayanlar aklını kaçırıyor.
Uyum sağlamanın bedeli ağır oluyor. Sabahın köründe tıklım tıklım otobüslerde tek ayak üzerinde giderken ve araba galerilerinin önünden geçerken aklınız hiç karışmıyor mu? Uyum sağlamak için olanlara çoğu kez “kader” denilip geçilmiyor mu? İnsan delirmemek için fizyolojik, psikolojik çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir. Savaşın ardından yaşananları unutmak gibi; unutamayanların vay haline! Depremde sadece yoksulların evlerinin yıkılıp, ölülerin yoksullar olduğunu gördüğünde, insan “kader” diyerek akıl sağlığını korumaya çalışır. Görmeye katlanamadığı kimi durumlarda geçici körlükler yaşar. Bomba atan bir asker acaba hangi savunma mekanizmasını devreye sokuyor? Çocuklar, kadınlar, analar, gençler bombalarla paramparça olurken, o “vatan için” deyip kendine söylenen en büyük yalana inanarak aklını korumaya çalışıyor. Yaşanan bütün insanlık dışı yöntem ve uygulamalarda insanlık psikolojik, fizyolojik tahribata uğruyor. Eh! İnsan bu, beklenmedik bir anda kırılıveriyor. Sonra ruhumuz, aklımız hastalanıyor.
Vardiyalardan sabaha karşı dönen annelerin çocukları “ayrılık anksiyetesi” yaşıyorlar. Etrafında sürekli bir koşuşturma, sınav sistemi, rekabete maruz kalan gençlerden bazıları “panik atakla” erkenden buluşmuş oluyor. Çok yoğun işsizlik korkusu “depresyona”, “obsesyona” davetiye çıkartıyor. Çalışma koşullarının ağırlığı, sosyal paylaşımların azalması, doğadan kopartılmamız “manikleri”, “histerikleri” sokaklara salıyor. Gençlerin gelecek kaygısı kollarında jilet izlerine dönüşerek “mazoşist” eğilimleri besliyor. Aile içi şiddet ve geçimsizliğin çocuklarda “psikosomatik hastalıklara” neden olduğu bilinen bir gerçek. Kapitalist sistemin krizlerinde batanların ve işsizlerin daha çok yakalandığı hastalık “alkolizm”. Kapitalist sistemin moda salgınına tutulan zayıf kadınlar “anoreksia nevroza” hastalığına yakalanıyorlar.
Ya mücadele edeceğiz ya da delireceğiz!
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verileri, her 5 kişiden birinin ruhsal sağlığının bozuk olduğunu, depresyondaki kişi sayısının her geçen gün arttığını gösteriyor. Akıl ve ruh sağlığına ilişkin sorunlar intiharın en belirgin nedenini oluştururken, dünyada her yıl 800 bin kişi intihar ediyor. Ruhsal hastalıklardan kaynaklı acil servilere başvurular sürekli bir artış içinde.
WHO, bireylerin tedavi olanaklarına erişimlerini kolaylaştırmak üzere acilen uygulamaya konulması gereken 5 aşamalı önlemler paketi öneriyor: WHO’nun önerileri arasında kamu sağlığı gündemine ruh sağlığının dahil edilmesi, tedavi masrafları için fon sağlanması, ruh sağlığı merkezlerinin mevcut durumunun düzeltilmesi, kişinin temel kontrollerine ruh sağlığının dahil edilmesi de bulunuyor. Sağlık Bakanlığının açıklamalarına göre, yeryüzündeki her 100 kadından 10’u, her 100 erkekten 6’sı depresyonda. Ne var ki ülkelerin sağlık bakanlıklarının bütçelerinden ruh sağlığına ayrılan pay yüzde 1’den az.
WHO gibi kapitalist kurumların bu sorunları özellikle gündeme getirmelerinin ve üzerinde durmalarının en önemli nedenlerinden biri ruhsal hastalıkların ekonomik ve sosyal “yük getirmesi” ve bu hastalıklardan mustarip işçilerin çalışamayacak durumda olması. Çözüm noktasında kapitalist kurumların ve devletlerin başarılı olmadıkları ve olamayacakları da ortada. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı Manisa, Elazığ, Bakırköy gibi ruh sağlığı hastanelerinin zamanla kaldırılıp psikiyatri bölümlerinin tüm hastaneler bünyesine dağıtılmasını hedefliyor. Daha çok psikiyatrist, hemşire, doktor olsa hasta sayısı azalacakmış gibi bir hava da yaratılıyor. Oysa sorunun kaynağı olduğu yerde duruyor: İnsanı çileden çıkaran kapitalist sistem!
Kapitalist sistemde bireyler çevre ve toplumdan soyutlanarak iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu zihniyet sonucunda, sorun yaşayanlara daha çok antidepresan ilaç dayatılıyor. Toplum yarı uyur hale getirilerek tepkileri dizginlenmeye, sorunun kaynağı görmezden gelinmeye çalışılıyor. Nice psikiyatrist hastasını, “iyileştin, artık terapiye gerek yok” deyip uğurlarken, biliyor aslında başka bir gün yeniden geleceğini. Çünkü hiçbiri hastasına dikensiz gül bahçesi vaat edemiyor. Toplumsal koşullar iyileşmeden, hastaların büyük bir bölümünün toplumsal dengesizliklere yeniden yenik düşüp hastalanacağı aşikârdır.
Akıl sağlığı bozuklukları kabuklu irinli bir yara gibidir. İltihabı kurutmadan geçmez. İşsizliği, yoksulluğu, savaşları, rekabeti, kârı kaldırmadan iltihap kurutulamaz. Ya bir gün kayış kopacak ve biz de bu istatistiklerin içinde sayısal bir veri haline dönüşen bir “deli” olacağız ya da aklımızı, insanlığımızı korumak için mücadele edeceğiz. Eskiden delileri iyileşmeleri için doğaya ormana çıkartırlarmış. Sakin sessiz ortamlarda müzikle buluştururlarmış. Ruhunu dinlesin, karışan aklı berraklaşsın diye. Şimdilerde ise yeşile hasret, demir ve beton yığınlarının arasında, demir, trafik, insan gürültüsü içinde bireysel olarak mutlu olmaya çalışıyor insan. Olamadığı ortada. 365 günde sadece 20 gün izinli olmak, hatta hiç izinsiz çalışmak… Neden yaşıyorum, kimin için çalışıyorum sorularını sormaya başladıysanız dikkat! Ya delilik sınırlarındasınız ya da mücadelenin eşiğindesiniz!
İşte bu yüzden bugün en güvenilir ve mutlu insanlar en çok mücadele eden insanlardır. Çözüm, bireyde ve bireysel çare arayışlarında değil, toplumu değiştirmekte. Bizi hasta eden, sömüren, insan olmaktan çıkartan, delirten kapitalist sistemi yıkmak için örgütlenmekte.
link: Ilgın Çevik, Kapitalizm İnsanı Delirtiyor , Aralık 2011, https://marksist.net/node/2880
Organize İşler Bunlar!
HDK’dan “Sen de Bir Ses Çıkar” Kampanyası