Burjuva iç kapışmanın yaşandığı, kapışmaya bağlı olarak burjuva sistemin pisliklerinin ortaya döküldüğü bir dönemde 2014 yılı bütçesi Meclis’ten geçti. Her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe görüşmeleri işçi sınıfının gündemini pek meşgul etmedi. Oysa bu konu işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir, çünkü bütçeler gerek devletin sınıfsal meşrebini ortaya sermesi açısından, gerekse kaynakların sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda nasıl ve ne şekilde kullanıldığını göstermesi açısından önemlidir. Hele ki burjuvazinin iç kapışmasının ayyuka çıktığı, yolsuzlukların birer birer ortaya döküldüğü bir dönemde.
Burjuva devlet “kutsallık” kisvesi altında vergi yükünü işçi-emekçilerin üzerine yıkarken, iş sermaye sınıfına gelince, vergi birden kutsiyetini yitirmektedir. 2014 bütçesine baktığımızda bütçe gelirinin önemli bir bölümünü yine işçi-emekçilerden toplanan vergilerin oluşturduğunu görüyoruz. Ancak buna mukabil dağıtım ise tam tersi yöndedir. Yani işçilerden toplanan vergilerin büyük bir kısmı sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanılırken, işçi sınıfına ise kırıntılar düşmektedir. Meclisten geçen 2014 bütçesinde gelirler yaklaşık 403,2 milyar lira iken, giderler 436,3 milyar lirayı buluyor. 348,4 milyar liraya yakın bir vergi geliri öngörülürken, giderlerin yaklaşık 52 milyar lirasını faiz ödemeleri oluşturuyor. Yine bu yıl, 33,2 milyar liralık bütçe açığı, 18,8 milyar liralık da faiz dışı fazla bekleniyor.
Başbakan, “bizim tek petrol kuyumuz vergi” diyerek, burjuva devlet için verginin hayati öneminden bahsediyor. Ama bu “petrol kuyusu”nu, her yıl kârlarına kâr katan sermaye sınıfı değil, işçiler ve emekçiler dolduruyor. 2014 yılında toplanacak 348,4 milyar lira verginin 70,8 milyarını oluşturan gelir vergisi büyük oranda işçi-emekçiler tarafından ödenirken (yaklaşık 50 milyar), 193,8 milyarını oluşturan KDV ve ÖTV de yine ağırlıklı olarak işçi-emekçilerce ödeniyor. Bir de patronların ödediği vergilere bakalım. 2014 yılında sermayenin ödeyeceği kurumlar vergisi 31,1 milyar lira olarak öngörülüyor. Her yıl ciroları iki katına çıkan, milyarlarca liralık kâr bilançoları açıklayan holdinglerden toplanan vergi, kârlarının yanında devede kulak kalıyor. Örneğin 2012 bütçesinde büyük bölümü işçi-emekçilerden alınan gelir vergisi 50 milyar lira iken, 2014 bütçesinde bu rakam 70,8 milyar liraya çıkmıştır. Yani işçi-emekçilerden toplanan gelir vergisi yüzde 40 oranında artmıştır. Her yıl kârları ve ciroları mislisiyle artan sermayenin ödediği vergideki artış ise iki yılda yüzde 10’u geçmemektedir. 2012 yılında kurumlar vergisinden toplanan miktar 27 milyar lira iken 2014 yılında bu rakam 31,8 milyar liraya çıkmıştır. Sermaye sınıfının ödediği vergi kurumlar vergisinden ibaret olmamakla birlikte asıl kalem kurumlar vergisidir.
Oluşturulan bütçenin seçim bütçesi olarak eleştirilmesine Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şöyle cevap veriyor: “Bu rakamlar 2014 yılı bütçesinin bir seçim bütçesi olmadığını, aksine giderlerin kontrol altına alındığını ve bütçenin sağlam gelir kaynaklarına dayandığını açıkça göstermektedir.” Bakana sormak gerekiyor, “sağlam gelir kaynağı” neden patronlar değil de sefalet ücretiyle geçinmeye çalışan milyonlarca işçi oluyor? Milyonlarca işçinin aldığı asgari ücretten kesilen gelir vergisi yıllarca vaat edilmesine rağmen kaldırılmazken patronlara her türlü vergi indirimi ve muafiyet tanınmaktadır. İş öyle hal almıştır ki, sermayeye yapılan vergi indirim tutarı, ödedikleri toplam kurumlar vergisi oranına eşit hale gelmiştir. Sermaye sınıfına tanınan vergi istisna ve muafiyet indirim tutarı 2014 bütçesinde 23,9 milyar liraya çıkartılmıştır. Yani sermayenin emrindeki AKP hükümeti bu tutardaki vergiyi almaktan vazgeçmiş, sermayeye peşkeş çekmiştir. Bu rakam bütçe gelirlerinin yüzde 5,9’una tekabül etmektedir. AKP hükümetinin bütçeden sermayeye çektiği kıyak bununla bitmemektedir. Sermaye için 8,4 milyar lira işveren prim desteği ve 3,8 milyar liralık bireysel emeklilik prim sigortası desteğinin de içinde yer aldığı bir destek sağlanmıştır. Bu da bütçe gelirlerinin yüzde 12,4’üne tekabül etmektedir.
Bütçe gelirleri nerelere harcanıyor?
Her yıl olduğu gibi bu yıl da AKP bütçe görüşmelerinde eğitime ve sağlığa ayrılan payın artmasından dem vurdu. Maliye Bakanı sürekli 2002 yılı rakamları ile karşılaştırma yaparak şöyle diyor: “Eğitim bütçesini 78,5 milyar TL’ye çıkarıyoruz. Bu rakam, toplam bütçe giderlerinin yaklaşık yüzde 18’ine, vergi gelirlerinin ise yüzde 22,5’ine tekabül etmektedir. 2002 yılında bütçeden eğitime sadece 11,3 milyar TL ayrılmış idi. Biz ise bunu 2014 yılında yaklaşık 7 katına çıkararak bütçeden eğitime ayrılan payı yüzde 9,4’ten yüzde 18’e yükselttik. Geçen sene 4+4+4 ile zorunlu eğitim süresini 8 yıldan 12 yıla çıkardık. Bu çerçevede Milli Eğitim Bakanlığına 2013 Yılı Bütçemiz ile 47,5 milyar TL ödenek ayırdık, 2014 Bütçemiz ile de 55,7 milyar TL kaynak tahsis ediyoruz. Geçen yıl yaptığımız düzenleme ile yükseköğretimin birinci öğretim ve açıköğretim programlarında öğrenci harçlarını kaldırdık. Bu uygulama için 2014 Yılı Bütçesinde 548 milyon TL kaynak ayırdık. Böylece yaklaşık 2,6 milyon öğrencimizin eğitime erişimini kolaylaştırmış olacağız. Böylece 2002 yılından bu yana kamu sağlık harcamaları yaklaşık 6 katına çıkmıştır. Sağlık harcamaları eğitimden sonra en büyük ikinci harcama kalemi olmuştur. ‘Aile Hekimliği’ uygulaması için 2014 Bütçesinde 4,5 milyar TL’lik ödenek tahsis ettik. Bu uygulamanın Türkiye geneline yaygınlaştırıldığı 2010 yılından bu yana 16,6 milyar TL kaynak ayırmış olacağız.”
Ancak bu rakamlar yanıltıcıdır. Her yıl artan öğrenci sayısı, buna bağlı olarak öğretmen, derslik, laboratuar vb. ihtiyaçlar düşünüldüğünde yapılan artışın son derece yetersiz olduğu ortadadır. Eğitim harcamalarının yüzde 80’inin personel giderlerine, yüzde 8’inin mal ve hizmet alımlarına, yüzde 8’inin de yatırımlara gitmiş olması, verilen eğitimin niteliksiz ve yetersiz olduğunun açık göstergesidir. Hükümetin dershaneleri kapatmak istemesiyle şiddetlenen Gülen cemaati ve AKP arasındaki çatışmada, dershanelere duyulan gereksinimin verilen eğitimin yetersiz olmasından kaynaklandığını bizzat AKP hükümeti itiraf etmiştir.
Acaba milyonlarca öğrenci neden dershanelere gitmek zorunda bırakılıyor? Çünkü devlet okullarında nitelikli bir eğitim söz konusu değil. Üniversite sınavını kazanmak için öğrenciler yıllarca hayattan koparak, zamanını dershane ve ev arasında geçirmek zorunda kalıyor. Eğer eğitime ayrılan pay artmışsa neden hâlâ 300 bin öğretmen atanmayı bekliyor? Özel lise ve üniversitelerin sayısının her yıl artıyor oluşu eğitimin fiili olarak paralı hale getirildiğinin bir göstergesidir.
Yine AKP hükümeti sağlık bütçesinin 6 kat arttığını söylüyor. Ne var ki fiiliyatta AKP hükümeti “sağlıkta dönüşüm” projesiyle sağlığı adım adım paralı hale getirmektedir. Muayene ve tedavi sürecinde alınan katkı payları, GSS ile herkesin prim ödemek zorunda bıraktırılması, sağlık ocaklarının özelleştirilerek aile hekimliğine dönüştürülmesi ile sağlık harcamalarının yükü emekçilerin sırtına yıkılmıştı. AKP hükümeti son olarak “tamamlayıcı sağlık sigortası” ile birçok tedavi ve muayene ücretini Genel Sağlık Sigortası dışında bırakarak sağlığı tamamen paralı hale getirecek bir uygulamayı devreye sokmaya hazırlanıyor. Sermaye hükümeti sağlıkta dönüşüm projesiyle bir taraftan devlete yük olarak gördüğü sağlık harcamalarından kurtulurken, bir taraftan da özel hastane ve sigorta şirketlerini ihya etmektedir. Sağlık harcamalarını arttırdık dedikleri şey ise, özel hastaneye giden vatandaşa en eften püften durumlar karşısında bile olmadık tahliller ve tetkikler yapılarak çıkarılan faturanın devlete ödettiriliyor olmasından başka bir şey değildir.
Eğer burjuva hükümetin dediği gibi bütçeden eğitime ve sağlığa ayrılan pay sürekli artsaydı bu durumun insani gelişmişlik endeksine mutlaka yansıması gerekirdi. İnsani gelişmişlik endeksi, yaşam uzunluğu, okur-yazar oranı, insanların eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlere ne oranda sahip oldukları ve yararlandıkları vb. baz alınarak hazırlanmaktadır. BM’nin hazırladığı 2013 Yılı İnsani Gelişmişlik Raporuna göre Türkiye 187 ülke arasında 90. sırada yer alıyor. Oysa Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi ve burjuvazi bununla övünmemizi istiyor. AKP hükümeti sürekli bu büyüme oranlarıyla emekçilerin gözünü boyuyor. Sürekli büyüyen bir ekonomide eğitime ve sağlığa ayrılan pay arttırılıyorsa neden insani gelişmişlik endeksinde anlamlı bir değişiklik meydana gelmiyor? İnsani gelişmişlik endeksinin sıralamasına dikkat ettiğimizde, işçi sınıfının mücadele mirasının güçlü olduğu ya da daha örgütlü olduğu ülkelerin sıralamada üstte yer aldığını, işçi sınıfının örgütsüz olduğu ülkelerin ise ekonomisi ne kadar büyük olursa olsun alt sıralarda yer aldığını görüyoruz. Örneğin dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin bu endeksin 101. sırasında yer alırken, dünyanın 24. büyük ekonomisi olan Norveç’in 1. sırada yer alması bunun çarpıcı bir örneğidir.
2014 bütçesinde yine AKP hükümetinin otoriterleşme, muhafazakârlaştırma ve emperyalist emellerinin bir göstergesi olan Milli Savunma, Emniyet ve Diyanet İşleri Başkanlığının harcamaları istikrarlı bir şekilde artışını sürdürmektedir. Ordu, MİT ve Emniyet bütçelerinin içinde yer aldığı “savunma ve güvenlik” harcamalarına ayrılan pay 57,5 milyar lirayı buluyor. Bu rakam eğitime ayrılan payın üzerinde. Ayrıca belirtmek gerekir ki, “savunma ve güvenlik” adı altında yapılan savaş harcamalarının gerçek miktarı, ek bütçelerle, Savunma Sanayi Fonundan yapılan harcamalarla vb. bu miktarı kat be kat aşmaktadır. Özellikle AKP’nin otoriterleşme çizgisinin bir yansıması olan Emniyet bütçesinin son yıllarda 5 kat arttığının da altını çizmek gerekiyor.
Diğer bir husus da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesidir. Diyanet’in bütçesi uzun yıllardır birçok bakanlığın bütçesinden daha fazladır. Bu durum statükocu Kemalist cenah tarafından eleştirilse de, kurulduğu günden bu yana Diyanet’e biçilen rolün özünde değişen bir şey olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran statükocu Kemalist bürokrasinin amacı, dini devletin kontrolü altına almak, sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanmak ve kitlelere resmi Sünni İslam anlayışını dayatmaktı. Şimdi AKP hükümeti kendi ideolojisine uygun temelde bir dindar ve muhafazakâr toplum yaratmak istemekte ve bu amaç doğrultusunda Diyanet’in bütçesini her geçen yıl daha da arttırmaktadır. Gelinen noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi, Kültür ve Turizm, Ekonomi, Kalkınma ve Çevre Bakanlıklarının toplam bütçesine eşittir.
Bütçeden emekçilerin payına düşen ne?
Kapitalist sistemde her şeyin seyrini belirleyen sınıf mücadelesidir. Dolayısıyla hangi sınıfın vergi yükünün ne kadar olacağı ve toplanan vergilerin kime ne ölçüde bir fayda olarak döneceği sınıf mücadelesine bağlıdır. Ancak günümüzde işçi sınıfının örgütsüz olduğu bir koşulda burjuva devlet işçi-emekçilerden topladığı vergileri kolayca sermayeye peşkeş çekebilmektedir. İşçi sınıfının örgütlü olduğu dönemlerde burjuvazi, asıl olarak işçi-emekçilere hitap eden eğitim, sağlık, ulaşım gibi birçok sosyal harcamaya daha fazla kaynak tahsis etmek zorunda kalırken, örgütsüzlük koşullarında bu kaynağı alabildiğine kısmak için elini serbest hisseder.
2014 yılı bütçe görüşmelerinde başbakanın yaptığı konuşma, burjuva devletin işçilere neyi ne kadar layık gördüğünü açıkça ortaya koyuyordu: “Çay ve simit hesabını da hatırlatmak isterim. 2002’de, asgari ücret 184 liraydı. Beş kişilik bir aile, günde üç öğün çay ve simitle geçinse 270 liraya ihtiyaç vardı. Yani asgari ücret, çay ve simide yetmiyordu. Bugün bu hesabı yaptığınızda, asgari ücret 804 lira. Beş kişilik bir aile, üç öğün çay ve simit tüketse, ihtiyacı olan miktar 450 lira. 11 yıl önce asgari ücret, çay ve simide yetmezken bugün ise asgari ücretin yarısı buna yetiyor.”
Başbakan çay ve simit gibi sembolleri kullanarak mızrağı çuvala sığdırabileceğini sanıyor. O beş kişilik ailenin sadece temel ihtiyaçlarının toplamı ne kadar eder sorusunu bile sormayarak göz boyamaya çalışıyor. Başbakanın hesabına göre işçilerin eğitime, sağlığa, insan gibi beslenmeye, sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya, gezmeye, eğlenmeye ihtiyaçları yok. İşçilerin tek ihtiyacı kuru bir simitle karın doyurmak; verilen asgari ücret de rahatlıkla buna yetiyor. Başbakanın özetlediği gibi, işçinin sırtından oluşturulan bütçeden işçilere yalnızca kuru bir simit ve çay düşmektedir. Ne var ki başbakanı bu pervasızlığa iten, yine işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür.
Eğer işçi sınıfı güçlü bir örgütlülüğe sahip olsaydı, kuşkusuz burjuvazinin temsilcileri bu kadar pervasızlaşamaz, konuşmalarını ve tavırlarını ona göre ayarlardı. Bütçe burjuvazinin bütçesi olsa da, işçi sınıfı, kendi ürettiği değerden daha fazla pay almak, daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak için mücadele etmekten geri duramaz. Gerçek çözüm ise kapitalist sistemi kökünden yok etmekten geçmektedir. O vakit bütçeyi bizzat iktidarı elinde bulunduran işçi sınıfı oluşturacaktır. Böyle bir bütçe, bugün olduğu gibi sermayenin değil emekçilerin çıkarlarını temel alarak hazırlanacak ve emekçilerin tüm gerçek insani ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanacaktır.
link: Hakan Sönmez, Burjuvazinin 2014 Bütçesi, Ocak 2014, https://marksist.net/node/3390
Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Karılıyor
Roboski Katliamı “Kaçınılmaz Hata”ymış!