“2018’de çok sayıda ülkede ayağa kalkan işçiler, emekçiler, 2019’a çok daha kitlesel ve uzun süreli isyanlarla damgalarını bastılar. Geride bıraktığımız bu iki yıl, tarihsel sistem krizinin alabildiğine derinleşmesiyle tetiklenen keskin bir sınıf mücadelesi döneminin açıldığını çarpıcı bir şekilde gösteriyor.”[1] İşçi sınıfı devrimcileri açısından tarihsel iyimserliği pekiştiren bu tablo bir yandan da karşı karşıya bulunduğu saldırıların ağırlığına rağmen Türkiye işçi sınıfının neden bu mücadele rüzgârının etkisi altına girmediği sorusunu gündeme getiriyor. Elbette bunun nedenleri üzerine samimiyetle kafa yorulması, tabloyu değişikliğe uğratmak üzere sabırla, kararlılıkla yürütülecek mücadeleye büyük katkı sağlar. İşçi sınıfının öncü kesimlerini kapitalizme karşı mücadeleye çekme tarihsel sorumluluğunu sırtlanmaktan kaçınmayanların, en zorlu koşullarda bile bu göreve odaklananların yapması gereken de zaten budur.
Ancak ne yazık ki mevcut tablo karşısında açık ya da örtük biçimde “Türkiye’de bir şey olmaz” yaklaşımı sergileyenler hiç de az değildir. Kendi atalet, yılgınlık ve ümitsizliklerini bu kılıfla örtmeye çalışanlar eksik olmuyor. Hatta kimisi mevcut siyasi iktidarın sahip olduğu kitle desteği nedeniyle Türkiye işçi sınıfının, yoksul emekçilerin içinde bulunduğu durumu hak ettiğini söyleyecek kadar ileri gidebiliyor. Olumsuz koşulları mutlak ve değişmez kabul etmek, ataletin bahanesi haline getirmek iflah olmaz bir küçük-burjuva tutumdur, son derece yaygındır ve sosyalist hareket içinde işçi sınıfının devrimci rolüne inançsızlık, işçi sınıfına güvensizlik biçiminde yansımasını bulmaktadır.
İşçi sınıfı devrimcileri açısından çok açıktır ki genelde toplumsal mücadeleler ve özelde işçi sınıfının mücadelesi söz konusu olduğunda yükseliş ve alçalışlar basit bir “etki-tepki” mantığına göre işlemez. Tarihsel, siyasal, kültürel nice etken son derece karmaşık biçimlerde iç içe geçer ve sonuçlar üretir. Son tahlilde Türkiye işçi sınıfının dünyadaki mücadele rüzgârlarının etkisine henüz girememiş olmasının arkasında da tarihsel, siyasal, kültürel etkenlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan örgütsüzlük, dağınıklık hali ve bilinç düzeyindeki muazzam geri savrulma vardır. Fakat bu tablo karşısında yılgınlığa kapılmak yanlışların en büyüğü olur. Çürüme çağındaki kapitalizm altında zaman, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinin önünde engel teşkil eden faktörleri hızla aşındırarak, yok ederek, yükselişleri mayalayan birikimleri sıçramalı biçimde büyüterek ilerlemektedir. Türkiye işçi sınıfı açısından da durum tastamam budur. Zaman geçmişin gölgelerini silerek, paslı prangaları kırarak, keskin mücadeleleri mayalayarak ilerlemekte, Türkiye işçi sınıfı gelişip olgunlaşmaya devam etmektedir.
Nitekim son yıllarda çeşitli sendikaların, akademisyenlerin, araştırmacıların yaptığı çalışmalar işçi sınıfının geçirdiği muazzam dönüşüme projeksiyon tutuyor. İşçi ailelerinin yapısındaki değişim, kentlilik oranlarındaki artış, kentlerde birinci kuşak işçiliğin yerini ikinci kuşak işçiliğin alması, kadınların işgücüne katılımının hızlanması, genç işçilerin artan hoşnutsuzluğu gibi önemli başlıklarda pek çok veri sunuyor. İşçi sınıfı içinde bıkıp usanmadan çalışan sınıf devrimcileri açısından aleni olan bu dönüşümün önemli sonuçlar yaratmaması, Türkiye işçi sınıfının geleceğini şekillendirmemesi düşünülemez.
Söz konusu çalışmalar işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu duruma da çok yönlü biçimde ışık tutuyor. Rakamların yardımıyla, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından yaşadığı savrulmanın boyutlarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Bu savrulmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak sınıfın kaybettiği haklar ve mevziler, karşı karşıya olduğu saldırılar, ekonomik krizle birlikte büyüyen sorunları sergileniyor. Tüm bunlar, karşı karşıya olduğumuz tablonun bütünlüklü olarak ele alınması açısından önemlidir. Bu bakımdan bahsi geçen çalışmalara daha yakından bakmak yararlı olacaktır.
Rakamların diliyle Türkiye işçi sınıfının sendikal örgütlülük ve bilinç düzeyi
DİSK-AR’ın Emek Araştırmaları raporunda[2], Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Ocak 2019 istatistiklerine göre sigortalı işçi sayısının yaklaşık 13 milyon 412 bin ve sendikalı işçi sayısının 1 milyon 859 bin olduğu, buna göre sendikalaşma oranının yüzde 13,9 olduğu belirtiliyor. Bakanlığın hesaplarının sadece SGK’ya kayıtlı işçileri kapsadığı, kayıt dışı çalışan işçilerin hesaba katılmadığı, sendikalaşma oranının fiili durumdan daha yüksek gösterildiği vurgulanıyor. Rapora göre kayıt dışı çalıştırılanlar da hesaba katıldığında işçi sayısı 16 milyon 254 bine yükselmektedir[3] ve fiili sendikalaşma oranı yüzde 11,4’e gerilemektedir. Yani Türkiye’de 14 milyon 395 bin işçi sendika üyesi değildir.
Toplu iş sözleşmesi kapsama oranlarına baktığımızda tablo daha da vahim hale gelmektedir. Türkiye’de TİS kapsamındaki işçilerin oranı sendikalı işçi oranının çok altındadır. Sigortalı işçiler arasında toplu iş sözleşmesinden yararlananların oranı yüzde 8,4 iken, kayıtlı ve kayıtsız tüm işçiler esas alındığında toplu iş sözleşmesi kapsamı yüzde 7’ye gerilemektedir. Yani rapora göre Türkiye’de işçilerin yüzde 93’ü çalıştığı işyerinde sendikal haklardan yoksundur, toplu iş sözleşmelerinden yararlanamamaktadır, çalışma koşulları üzerinde söz hakkına sahip değildir ve en temel sendikal düzeyde bile örgütsüzdür!
Türkiye’deki işçi sendikalarının durumu da işçi sınıfının örgütsüzlük, bölünmüşlük tablosunun bir parçasıdır. Ocak 2013’te 92 olan işçi sendikası sayısı Ocak 2019’da neredeyse iki katına çıkarak 172 olmuştur. Elbette bu artış sendikalı ve toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin sayısında aynı ölçüde bir artış anlamına gelmemektedir. Ek olarak 2013’te 92 sendikanın 44’ü işkolu barajını aşarken 2019’da 172 sendikanın ancak 55’i barajı aşabilmiştir. Bu rakamlar hem mevcut sendikal yapının yetersizliğini, hem işçilerin sendikalaşma ihtiyacının yakıcılığını hem de demokratik bir hak olarak sendikal örgütlenmenin önüne dikilen engellerin büyüklüğünü göstermektedir.
Dahası AKP’nin korporatist hamleleriyle sendikalar baskı altına alınmış, sendika yönetimlerine doğrudan müdahale edilmiş, sendikaların üye dağılımı değiştirilmiş, yandaş sendikacılar iktidarın itaatkâr ve kanaatkâr işçi hedefinin savaşçıları haline getirilmiştir. Ülkenin olağanüstü süreçlerden geçtiği ve nihayetinde iktidarın totaliterleştiği 2013-2019 arası dönemde Hak-İş’in üye sayısı 517 bin artmıştır. Yani Hak-İş, üye sayısını 7 yılda yüzde 311 oranında arttırmıştır! Aynı sürede Türk-İş’in üye sayısındaki artışın 266 binle, DİSK’in üye sayısındaki artışınsa 71 binle sınırlı kalması AKP’nin sendikal alana yönelik müdahalelerinin boyutları hakkında fikir vermektedir.
Bugün Türkiye’de sendikalı olan işçilerin çok büyük bir bölümü uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi, ikbal avcısı, iktidar yanlısı sendikacıların ele geçirdiği sendikalarda örgütlüdür. İşçilerin mücadele örgütleri olması gereken sendikalar bu durumda tam tersi bir işlev görmekte, işçilerin mücadelesinin önünde büyük bir engele dönüşmektedir. Geçtiğimiz aylarda Türk-İş Genel Başkanının asgari ücret görüşmelerinde takındığı tutum, metal işçilerinin sendikalarının MESS ile imzalanan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ve işçilerden yükselen grev talebi karşısında sergilediği tavır bu bakımdan ibretlik örneklerdir. En temel sorunlarda bile işçileri harekete geçirmek gibi niyetler taşımayan, grev yasakları karşısında kılını kımıldatmayan sendika bürokratları aynı tutumlarını sürdürmüşlerdir. İşçilerin taleplerini yok saymış, olası mücadelelerinin önüne geçmişlerdir. Bu anlamda işçi düşmanı hükümete de MESS’e de iş bırakmamışlardır! Sonuç olarak sendikaya üye ve işyerinde toplu iş sözleşmelerinden yararlanan işçilerin de “örgütlü” olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir.
Çok açıktır ki işçiler örgütlü olmadıkça, sürekliliği olan bir mücadele içinde yer almadıkça, dayanışma içinde hareket etmedikçe bilinçlenemez. İşyerinde, fabrikada, mahallede, kahvede, “işçi” kimliğini sahiplenemez, “işçi” gibi davranamaz, “sınıf” olamaz. İşçi olmanın, sendikalı olmanın, örgütlü olmanın, birlik ve dayanışma içinde hareket etmenin hayatın tüm alanlarında değişim yaratacağını, öteki türlü sorunlarının çözülmeyeceğini, kurtuluş olamayacağını idrak edemez. Daha büyük hedeflerle daha büyük mücadelelere hazırlanamaz. Ne yazık ki bugün sendikalara hâkim olan işbirlikçi anlayış işçilerin en temel anlamda örgütlenmeye, işçi örgütlerine, sendikalara ilişkin kanaatlerinin olumlu yönde değişmesinin önündeki temel engellerden biridir.
DİSK-AR’ın Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü[4] araştırmasının işçilerin sendikalara, sendikal haklara ilişkin kanaatlerini yansıtan bölümü bu açıdan çarpıcı veriler sunuyor. Araştırmada işçilere “sendikaya üye olma hakkını ücretli çalışanlar açısından ne derece önemli bulduğunuzu belirtir misiniz” diye sorulmuş. “Çok önemli” cevabını verenlerin oranı yüzde 16,2, “biraz önemli” cevabını verenlerin oranı ise yüzde 34,3 olmuş. Elbette bu rakamlara bakarak sendika hakkının önemli olduğunu söyleyenlerin oranının toplam yüzde 50,5 olması bir olumluluk olarak görülebilir. Buna karşılık madalyonun bir de öteki yüzü var: İşçilerin yüzde yirmiden fazlası bu hakkın hiç önemli olmadığını düşündüğünü belirtmiştir. İşçilerin geri kalanı ya “ne önemli ne önemli değil” cevabını vermiş ya da soruya cevap vermemiştir. Benzer bir biçimde toplu iş sözleşmesi yapabilme hakkına ilişkin soruyu “çok önemli” ve “biraz önemli” şeklinde yanıtlayanların oranı toplam yüzde 41,5’te, grev hakkına ilişkin soruyu bu biçimde yanıtlayanların oranı ise yüzde 44,9’da kalmıştır.
Araştırmada bu sonuçlar üzerine yapılan değerlendirmede şöyle bir ifade yer alıyor: “Bu durum sendikal ve sınıfsal bilinç açısından önemli bir zafiyete işaret etmektedir.” Kuşkusuz bu değerlendirmeye katılmamak mümkün değil. “Zafiyet” öyle büyük ki, araştırmaya katılan işçilerden sendikalı olanların sadece 14,8’i sendikaya üye olma hakkının “çok önemli” olduğunu ifade etmiştir ve sendikalı işçilerle sendikasız işçiler arasında grev hakkının önemi konusunda çok ciddi farklar ortaya çıkmamıştır!
Öte yandan genç işçilerin sendika hakkının önemine ilişkin kanaati genel olarak daha da kötüdür. Metal İşçisinin Kimliği araştırmasının[5] sonuçları da genç işçilerin sendika hakkının önemine ilişkin kanaatleri konusunda DİSK-AR’ın araştırmasının sonuçlarıyla uyumluluk gösteriyor. Metal işçileri arasında yürütülen araştırmanın değerlendirme kısmında şu ifadeler yer alıyor: “Yeni işçi kuşağının emeğin tarihsel birikimlerinden ve mücadele deneyimlerinden uzak bir halde ve onu üstlenmeyen bir noktada ve zaten sendika karşıtı bir propagandanın içinden geldiği düşünülürse, dışsal bir sendika algısının oluşması doğal olarak görülmelidir.”
Gerçekten de bugün sendikalara ilişkin algı öylesine “dışsal” ki, DİSK-AR’ın araştırmasında işçilerin üçte biri sendika konfederasyonlarının hiçbirinin adını bile duymadığını beyan etmiştir. İşçilere yöneltilen “işyerinizde sendika, işyeri konseyi veya çalışanları temsil eden temsilcilik, komite veya benzer bir mekanizma var mı” sorusunaysa işçilerin sadece yüzde 6’sı “evet” yanıtı vermiştir! İşçilerin yüzde 77’si bu soruyu “hayır”, yüzde 17’si ise “bilmiyorum/cevap yok” şeklinde yanıtlamıştır. Daha da ilginç olanı şudur: Bu soruya sendikalı işçilerin sadece yüzde 21’i “evet” yanıtını vermiştir. Yani sendikalı işçilerin çok büyük bir bölümü işyerinde “çalışanları temsil eden bir mekanizma” olmadığını düşünmektedir!
Elbette sendikal demokrasiyi işleten, işçileri ünitelerinden, bölümlerinden başlayarak örgütleyen, aktif kılan, taleplerini birlikte oluşturmalarını sağlayan, bu talepleri eylemlerle elde etmeyi meşrulaştıran, sendika şubelerini işçilerin her daim bir arada olabildiği, tartışmalar yürüttüğü, eğitimler aldığı mekânlar olarak organize eden bir sendikal anlayışın hâkim olması durumunda tek bir işçinin bile dışsal bir sendika algısı taşımayacağı açıktır. Fakat bugün için sendikalara hâkim olan anlayış bunun tam tersidir. Sendikaları ele geçirmiş olan bürokrat sendikacılar, sendikaları arpalık, görevleriniyse iki senede bir toplu sözleşme imzalamakla sınırlı sayıyorlar. Patronlarla uzlaşırken işyerlerinde öne çıkan mücadeleci işçi unsurlara yönelik bitmez tükenmez temizlik kampanyaları yürütüyorlar. İşçilerin patronlara karşı mücadele eğilimlerini, iş durdurma, işyerinde toplu eylem yapma girişimlerini daha en baştan bastırıyorlar. Bu koşullarda işçiler sendikaları, kendilerinin ortak taleplerini ve güçlerini ortaya çıkaran örgütler olarak görmüyorlar. İşçi ailelerinin birlikte katılabileceği faaliyetlerden, eğitim çalışmalarından, grev-direniş ziyaretlerinden, dayanışma kampanyalarından bahsetmek mümkün olmuyor. Sendikalar işçi ailelerinin yaşamında yer kaplamıyor. İşçi işyerinde sorun yaşadığında bunu aşmanın yolunun bu soruna karşı birlikte mücadele etmek olduğunu kavrayamıyor. Sonuç olarak işçilerdeki “dışsal sendika algısı” kırılmak bir yana daha da güçleniyor, sorunlar katlanarak artıyor.
Nitekim “Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü” araştırmasında katılımcılara “çalıştığınız işyerinde çalışanların herhangi bir sorunu veya talebiyle ilgili bir eylem oldu mu” sorusu yöneltilmiş ve işçilerin yüzde 85,6’sı “hayır”, yüzde 3,3’ü “evet” yanıtını vermiş. Dahası sendikalı olup da işyerinde eylem yapıldığını söyleyen işçilerin oranı sadece yüzde 6,7’de kalmış. Bu sonuç işçi sınıfının mücadele deneyimlerinin sınırlılığını, sendikalara hâkim olan ataleti ortaya koymaya fazlasıyla yeterken, araştırma verileri işyerlerinde en fazla gerçekleştirilen eylem biçiminin yüzde 44 ile imza kampanyası olduğunu gösteriyor. Böylesine pasif bir “mücadele”, “eylem” yönteminin işçiler açısından geliştirici olamayacağı aşikârdır. Aynı araştırmada “yasal grev” cevabı yüzde 20’de kalırken, “fiili grev” yüzde 9’da, direniş yüzde 5’te kalmıştır. Üstelik grev, direniş gibi eylemlerde de işçiler, sınıfın yöntemleriyle hareket edebilmekten uzaktır. 2015 yılında metal işçilerinin Bursa’da başlayan ve neredeyse tüm büyük kentlere yayılan eylemleri sırasında, fabrika önlerinde sergiledikleri manzaralar bunun en somut örneklerinden biridir. Grev ve direnişlerde işçilerin ortaya koydukları eyleme ilişkin algılarının “işyeri önünde beklemek” olması da aynı kapsamda bir örnektir. Kısacası pasif eylem biçimleri olarak düşünülmeyen eylemlerin de işçiler açısından yeterince aktif ve öğretici süreçler olduğunu söylemek zordur.
Bir başka araştırmada[6] işçilerin tepkilerini kolektif eylemlerle değil “susmak, üstleri ile alay etmek, üstlerinin uyarısına uyuyormuş gibi yapıp bildiğini okumak, işi yavaşlatmak, gölge gibi davranmak, tanıdık doktordan rapor almak, üstlerinin olmadığı zamanlarda dinlenmek, revire gidip hasta numarası yapmak, arkadaşının yaptığı hatayı kamufle etmek, küfretmek” gibi tutumlarla ortaya koydukları belirtilmektedir. Yine Denizli’de direniş eylemlerini inceleyen bir başka araştırmada[7] “1990-2000 yılları arasında sadece dört tane kolektif ve açıktan direniş biçimine rastlanmıştır. Bu direnişlerin tamamı 1-2 günlük işi bırakma eylemleridir. Biri düşük ücretler diğeri fazla çalışma süreleri ile ilgili yapılmıştır. Biri hariç diğer hepsi işverenin isteklerini, işçilerin kabul etmesi ile sonuçlanmıştır. Bu eylemlerde işçiler yevmiye kesintisi, işten çıkarma gibi cezalar almıştır” denmektedir. Kötü deneyimler yaşayan bu işçilerin daha sonra yeniden eyleme geçmekten ve sendikalardan özellikle uzak durduğu vurgulanmaktadır.
“Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü” araştırmasında sorulan “herhangi bir sendikaya üye olmak ister misiniz” sorusuna karşılık işçilerin verdiği yanıtlar da bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Daha önce sendikalaşma mücadelesi yürütmüş ve bu mücadelesi yenilgiyle sonuçlanmış işçilerin neredeyse tamamı soruya olumsuz yanıt vermiştir. Fakat olumsuz yanıtlar sadece kötü deneyimlerle sınırlı değildir. Soruya karşılık sendikasız işçilerin yüzde 20’den azı sendikaya üye olmak istediğini belirtirken, yüzde 60’tan fazlası “hayır” yanıtını vermiştir. Olumsuz cevap veren işçilere bunun sebebi sorulduğunda her dört işçiden biri “beni temsil etmemesi”, bir o kadarı “sendikaların işçileri temsil etme konusunda samimi olmaması” demiştir. “Sendikaların tarafsız olmaması, siyasi tavır göstermesi”, “sendika içi yolsuzluklar”, “sendikaların siyasi iktidar karşısında etkisiz kalması” yaygın cevaplar arasındadır. Beklenenin aksine işçilerin sadece yüzde 2,5’i işten atılma korkusunu gerekçe göstermiştir.
Öte yandan “Metal İşçisinin Kimliği” araştırmasına katılan Birleşik Metal-İş üyesi işçiler –üstelik 15 Temmuz’un hemen ardından yapılan bir araştırmada– “en güvenilir kurum” sorusuna en yüksek oranda sırasıyla ordu ve polis cevabını vermiştir. Birleşik Metal-İş üyesi işçiler için “sendika” ancak üçüncü sırada gelmektedir. Araştırmanın sendikası tarafından yapıldığını bilen işçilerin üyesi bulundukları sendikayı güven konusunda en baş sıralara taşımaması, herhangi bir işçi örgütünden evvel grev ve direniş alanlarında, fabrika eylemlerinde karşı karşıya geldikleri baskı aygıtlarını sıralaması, sınıf bilincinden ne kadar uzak olduklarını, bu ülkenin tarihsel, siyasal, ideolojik arka planının ne denli etkisi altında olduklarını sergilemektedir. Sendikal örgütlenmenin ve bilincin bu denli zayıf olduğu koşullarda işçi sınıfının siyasal örgütlülük ve bilincinin de zayıf olacağı açıktır.
Nitekim DİSK-AR’ın araştırması kapsamında işçilere herhangi bir demokratik kitle örgütünün, vakfın, derneğin çalışmalarında gönüllü olarak yer alıp almadıkları sorulduğunda olumlu yanıt veren işçilerin oranı yüzde 4’te kalmıştır. Bu soruya olumlu yanıt veren işçilerinse önemli bir bölümünün köy derneklerine, iktidar partisine, cemaatlere, vakıflara, ocaklara üye olduğunu, bu kurumların çalışmalarına katıldıklarını gündelik deneyimlerden çıkarmamız mümkündür. Bu yapıların milliyetçiliğin, itaatkârlığın, kanaatkârlığın kutsandığı, gerici burjuva ideolojisinin yeniden ve yeniden üretilerek işçi sınıfına taşındığı yapılar olduğu ortadadır. Örgütsüzlüğün ve sınıf dışı yapılarda örgütlenmenin, işçilerin memleket, inanç, etnik köken, oy tercihi gibi yapay ayrımları aşarak sınıf kimliği edinebilmesinin, sınıf kimliğiyle hareket edebilmesinin önünde büyük bir engel teşkil ettiği kuşkusuzdur.
Mesela aynı araştırmada işçilere açık uçlu olarak sorulan “kendinizi herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissediyor musunuz” sorusuna karşılık olarak işçilerin yüzde 37’si kendisini bir toplumsal sınıfa ait hissettiğini beyan ederken, yüzde 37’si herhangi bir toplumsal sınıfa ait hissetmediğini belirtmiştir. İşçilerin yüzde 26’sı bu konuda ya fikri olmadığını belirtmiş veya cevap vermemiştir. Kendini bir toplumsal sınıfa ait hissettiğini söyleyenler hangi toplumsal sınıfa ait hissettiklerini de kendileri belirtmiştir. “Araştırma kapsamında kendini bir toplumsal sınıfa ait hissettiğini belirtenlerin yüzde 42,5’i işçi, yüzde 6’sı orta sınıf, yüzde 3,8’i kendini üst sınıf olarak tanımlamıştır.” Bu tabloya göre, toplam katılımcılar arasında kendini işçi olarak hissedenlerin oranı yüzde 15’te kalmaktadır.
Ne yazık ki genç işçiler ve yüksek öğrenimli işçiler “sınıfsal varlığının tespitinden” daha da uzaktır. İşçilerde kendini orta ve üst sınıf olarak görenlerin oranının yüksekliği, ücret ve eğitim düzeyi arttıkça bu eğiliminin artması, genç işçilerdeki kafa karışıklığı Türkiye açısından şaşırtıcı olmamakla birlikte aşılması gereken zaafların büyüklüğünü göstermektedir.
“Okuyacaklarımdan hangisi sizi daha iyi tanımlar” şeklindeki soruya verilen yanıtlar da aynı büyük zaaflara işaret etmektedir. İşçilere seçenekler okunduğunda bir önceki soruda kendini “işçi sınıfı” ve “alt sınıf” olarak tanımlayanların toplamından biraz daha fazla katılımcı, yüzde 50 ile kendini “işçi”, “emekçi” ve “proleter” olarak tanımlamıştır. Kendini “işçi sınıfı” olarak tanımlayanlar daha düşük iken, “işçi” olarak tanımlayanlar biraz daha yüksek çıkmıştır ama kendini işçi yerine çalışan, beyaz yakalı, mavi yakalı ve memur olarak tanımlayanların oranı yüzde 42’ye yaklaşmıştır. Önceki sorularda kendini üst ve orta sınıf olarak tanımlayanlar bu sorudaki seçenekler çerçevesinde “çalışan”, “beyaz yakalı” şeklinde tanımlama yapmayı tercih etmiştir.
Türkiyeli işçiler arasında “işçi” kavramına pek de olumlu bir anlam yüklenmediği açıktır. “İşçi” olmanın “sıradanlığından”, “avamlığından”, “statüsüzlüğünden” “değersizliğinden” kaçmak, daha önemli bir toplumsal statüye sahip olduğunu göstermek için işçilerin “operatör”, “satış danışmanı”, “müşteri temsilcisi”, “mekanikçi”, “makineci” gibi kavramları tercih ettikleri malûmdur. Çalışma koşullarının ağır olmaması, tulumlar ve kir pas içinde çalışılmaması, masa başı iş yapılması, eğitimli olmak gibi gerekçelerle “işçi”liği inkâr etmek işçi sınıfının tüm kesimleri arasında yaygın bir tutumdur. Mesela Denizli’de tekstil işçileri arasında yapılan bir araştırmada[8] işçilerin bazılarının “işçi dediğin fabrikada olur, biz burada işçi değiliz ki, patronlarımızla kardeş gibiyiz” dediği aktarılıyor. İşçilere böyle düşünmelerinin nedeni sorulduğunda, fabrikada disiplin ve kurallar olduğunu, patronun arabasıyla işe gidip gelen, patronla aynı masada yemek yiyen, mola süreleri daha uzun, iş saatleri daha belirsiz olan kendilerinin işçi sayılamayacağını dile getirdikleri belirtiliyor.
Araştırmada bir başka araştırmanın sonuçları üzerinden tekstil işçileri ile; sendikalı olan, bir kısmı lojmanlarda oturan, geri kalan kısmı işçi mahallelerinde yaşayan, komşu, mahalle-kahve arkadaşı olarak birlikte vakit geçiren, ülkenin, işyerinin, sendikanın sorunları üzerine sohbet edebilen Seydişehir Eti Alüminyum fabrikasının işçileri arasında şöyle bir kıyaslama yapılıyor: “Araştırma sürecinde işçilerin gündelik ve çalışma yaşamlarının birbirlerinden oldukça kopuk olduğu gözlemlenmiştir. İş dışı zamanlarda işçiler birlikte yok denecek kadar az zaman geçirmektedir. Özel hayatlarında oldukça sınırlı bir paylaşım içinde olan işçilerin, sendika veya meslek örgütüne de üye olmaması, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak tanımlamalarını güçleştirmektedir. İşçilerin verdikleri cevaplar, bu varsayımı güçlendirmektedir. ... İşçiler, kendilerini tanımlarken «emekçi», «üreten» gibi sınıfla ilişkili olabilecek kavramların hiçbirini kullanmazken, «patronun dediğini yapmak», «kölelik», «çalışmak», «fakir olmak», «mecburiyet» gibi kelimeleri tercih etmektedirler. Buna karşın sendikal örgütlenmenin mevcut olduğu Seydişehir Alüminyum fabrikasında yapılmış olan bir çalışmada, işçilerin tamamının kendilerini tanımlarken «emekçi» kavramını mutlaka kullandığı saptanmıştır.”[9]
Türkiye’de işçilerin kendilerini sınıf dışı kavramlar ve kimliklerle tanımlamaya eğilimli olmasının bir diğer nedeni de Birleşik Metal-İş’in araştırmalarında örneklenmektedir. Sendikanın 1999’da yaptığı üye kimlik araştırmasında kendisini öncelikle toplumsal sınıfıyla tanımlayanların oranı yüzde 44 olarak gerçekleşmiştir. 2008’deki araştırmada bu oran ihmal edilebilir bir düşüşle yüzde 43 olmuştur. Ancak 2017 araştırmasında dramatik bir düşüşle yüzde 14’e gerilemiştir. Bu düşüş ülkedeki politik atmosferin, yapay ayrımları körükleyen politikaların işçilerin kimlik ve aidiyet algılarını, ifadelerini nasıl da derinden etkilediğini gösterir. 2017 araştırmasında “milliyetçilik” yüzde 52 ile sendika üyesi metal işçilerinin en fazla sahiplendiği kimlik olmuştur. İşçilerin sahiplendiği diğer belli başlı siyasal kimliklerin sıralaması ise şöyledir: “İslamcılık” yüzde 18, “ülkücülük” yüzde 14, “muhafazakârlık” yüzde 13, “sosyal demokratlık” yüzde 11.
Sendika üyelerine yaşadıkları mahalleyi nasıl tanımladıkları da sorulmuş. İşçilerin yüzde 50’si yaşadığı mahalleyi “kimliksiz” diye tanımlarken yüzde 30’u “işçi mahallesi”, yüzde 10’u “hemşeri mahallesi” olarak tanımlamış. Metal işçilerinin en yoğun yaşadığı bölgeler olan Gebze ve Kocaeli’de işçiler mahallerini en çok “hemşeri mahallesi” diye tanımlamışlar. Ancak yine de büyük kentler olan Eskişehir, Gebze ve İstanbul şubelerine üye işçiler yaşadıkları yeri “işçi mahallesi” diye tanımlayanların oranının en yüksek olduğu şubeler olmuş.
Öte yandan “işçilerin ve sendikaların mücadelelerinin kazanımları ne olabilir?” sorusuna metal işçileri yüzde 92 oranında “ücret zammı”, yüzde 90 oranında “sosyal hak”, yüzde 71 oranında “iş güvenliğinin geliştirilmesi” yanıtını vermiş. Ancak sıra işyerinin dışındaki kazanımlara gelince oranlar belirgin bir biçimde düşmüş. “Kamu hizmetlerinin geliştirilmesi” yüzde 48, “parlamentoda işçiler lehine düzenleme yapılması” yüzde 43, “demokrasi kültürünün gelişmesi” yüzde 36 oranında taraftar bulmuş. Çeşitli taleplerle işyeri dışında herhangi bir eyleme katıldığını ifade eden işçilerin oranının tüm araştırmalarda son derece düşük çıkması da tabloyu tamamlamaktadır.
İşçilerin sendikal bilinç ve örgütlülük düzeyi, hak, kimlik ve mücadele anlayışı üzerine bu özetten sonra tablonun nedenlerine odaklanmak yerinde olacaktır.
[1] İlkay Meriç, Yeni Yıla Mücadeleyle Girenler, Ocak 2020
[2] Emek Araştırmaları (2016-2019), DİSK-AR tarafından 2016-2019 yıllarında yapılan çeşitli araştırmalardan seçilmiş bir derlemedir. Derlemede Ekonomik Kriz ve Emeğin Durumu, Sendikalaşma Araştırması, Asgari Ücret Gerçeği, OHAL ve Başkanlık Rejiminin Çalışma Hayatına Etkileri, AKP Döneminde Emek, Türkiye’de Emeklilerin Durumu, Başkanlık ve Parlamenter Rejimlerde İşçi Hakları, Kiralık İşçilik Raporu ve Türkiye’nin ILO Karnesi başlıklı araştırmalar yer almaktadır.
[3] Bakanlığın yanı sıra DİSK-AR’ın da Türkiye’de işçi sayısına ilişkin verdiği rakamların Türkiye işçi sınıfının bütününü yansıtmaktan uzak olduğu unutulmamalıdır. En temel eksiklik olarak öne çıkan şey “memur” olarak adlandırılan kamu çalışanlarının işçi sayısına dâhil edilmemesidir. Bu konuda Elif Çağlı’nın Büyüyen İşçi Sınıfı kitabına bakılabilir.
[4] DİSK-AR, Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü, İşçilerin Çalışma ve Yaşam Koşulları ile Kanaat, Deneyim ve Tutumları Alan Araştırması. Ayrıntılı sonuçları DİSK’in sitesinde yayınlanan ve kitap olarak basılan bu araştırmanın saha çalışması OHAL döneminde, 2017 sonbaharında gerçekleştirilmiş. Çalışma kapsamında 15 yaş ve üzeri ücretli çalışan toplam 2000 bireyle yüz yüze görüşülmüş. Görüşmeler 12 bölgede ve toplam 30 ilde, hanelerde gerçekleştirilmiş.
[5] Ferit Serkan Öngel, Metal İşçisinin Kimliği: Üye Kimlik Araştırması 2017
[6] Yrd. Doç Dr. Hande Şahin, Küreselleşme Sürecinde İşçilerin Direnme ve Hayatta Kalma Stratejileri: Denizli Tekstil İşçileri Örneği
[7] Metin Özuğurlu, Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu, Yeni İşçilik Örüntülerinin Sosyolojisi, 2008
[8] Yrd. Doç Dr. Hande Şahin, age
[9] Özge Berber’in Toplumsal İlişkiler Bağlamında Sınıf Bilinci ve Sınıf Kültürü Seydişehir Eti Alüminyum Fabrikası Örneği başlıklı yayınlanmamış yüksek lisans tezinden aktaran Yrd. Doç Dr. Hande Şahin
link: Ezgi Şanlı, Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı, 17 Mart 2020, https://marksist.net/node/6863