Kapitalizmin yarattığı ekonomik, sosyal, siyasal ve ekolojik felâketler on milyonlarca insanı yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda bırakıyor. Türkiye de uzun süredir Asya ve Afrika’dan Avrupa’ya göç rotasının ana güzergâhlarından biri haline gelmiş bulunuyor. Birleşmiş Milletler’in 2019 verilerine göre Türkiye’deki mültecilerin sayısı 5,5 milyonu aşmış durumda. Son aylarda İran sınırında onlarca mültecinin donarak ölmüş ya da ölmek üzereyken bulunması (bunlar arasında farklı Asya ülkelerinden gelenlerin yanı sıra Afrikalılar da yer alıyor) bu göç seferlerinin nasıl bir insanlık dramı haline geldiğini bir kez daha ortaya koyuyor. Suriye’de yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşı ise bu noktada özel bir önem taşıyor. Zira bu savaştan kaçan milyonlarca insan yaklaşık 8 yıldır “misafir” statüsüyle Türkiye’de yaşıyor. Ne var ki, sermayenin ağır sömürüsü, aşağılanma, ırkçı saldırılar ve her türlü istismara maruz kalan bu insanlar hiç de misafir muamelesi görmüyor.
Sayıları 3 milyonu aşan Suriyeli mülteciler bir yandan da AKP hükümeti tarafından Batı’ya karşı koz olarak kullanılıyor. İdlib harekâtı sırasında mültecileri bir kez daha “politik silah” olarak kullanan Erdoğan, Avrupa’dan Suriye politikalarında kendisine destek vermesini ve kesenin ağzını daha fazla açmasını istedi. İstediklerini alamayınca sınırların açılması emrini verdi ve bunun üzerine Türkiye’nin Yunanistan sınırı karadan ve denizden göçmen akınına uğradı. Mart ayı başlarında bizzat devlet eliyle organize edilen bu akın sonucunda on binlerce insan Edirne’ye ve Midilli’ye yakın Ege kasabalarına yığıldı. Her ne kadar hükümet sınıra yığılanların Suriyeliler olduğunu söylese de, gerçek durumun bu olmadığı kısa sürede görülmüştür. İki haftadır sınırda bekleyen bu insanların büyük bir bölümünü Afganlar ve Pakistanlılar oluşturuyor; Suriyelilerin oranı ise yüzde 20’yi bulmuyor. Yunanistan’a geçmek isteyenler arasında Orta Asya cumhuriyetlerinden gelenler, Afrikalılar, hatta Türkler de bulunuyor. Ancak bu gerçeklik bilinmesine rağmen hükümet “Suriyeli mültecilerin Yunanistan sınırına akın ettiği” söylemi üzerinden Avrupa’ya tehditler savurmayı sürdürüyor. Bakan Soylu, bir haftanın ardından yaptığı açıklamada şöyle demişti: “Son rakam 143 bini aştı. Ben şunu söyleyeyim... Bu daha başlangıç. Şimdi havalar sıcak, gittikçe sıcaklaşıyor. Maalesef bu sene Balkanlar’da hava kurak gitti. Su 40-45 santimetreye düştü. Bu ayağınızla geçebilirsiniz. Miçotakis'in sınırları tutmak gibi bir kabiliyeti yok. Siz bundan sonraki olacaklara bakın. Bundan öncekiler bir şey değil.”
Sınırda sersefil bir halde sonuçsuz bir bekleyişe itilen binlerce insanın içler acısı durumuna rağmen sırıtkan bir ifadeyle yapılan bu tür açıklamalar, izlenen şantaj politikasının nasıl gayri insani bir boyuta ulaştığını çarpıcı bir şekilde göstermiştir. Yunanistan’a deniz yoluyla geçmeye çalışanlar içinde bulunan bir çocuk boğularak ölürken, botlar Yunan sahil güvenlik ekipleri tarafından patlatılırken, kara sınırından geçiş yapmaya çalışanlar da benzer bir zulümle karşılaşmıştır. Sınırdaki binlerce insan gaz, tazyikli su ve plastik mermiyle saldırıya uğramıştır. Bu saldırılar sonucunda en az üç göçmen hayatını kaybetmiş, onlarcası yaralanmıştır. Yunan devleti tüm sınırı dikenli-jiletli tellerle çevirerek ve silahlı devriyelerin sayısını arttırarak geçişleri çok büyük ölçüde engellemiştir. Sınırı geçmeyi başaranlarsa dövülüp, soyulup geri gönderilmektedir. Soylu’nun telaffuz ettiği sayıların hiçbir gerçekliğinin olmadığı, sınırı geçebilenlerin sayısının son derece düşük olduğu bilinmektedir. Ancak tüm bunlara rağmen AKP iktidarı on binlerce insanın hayatını hiçe sayarak oynadığı bu kirli oyunu sürdürmüş ve “maskeler düştü, acımasızlıklar görüldü” deyip tüm dünyanın teveccühünü kazandığı pozunu kesmiştir.
Ne var ki, bu şovun sergilendiği günlerde, AB Komisyonu ve AB Konseyi başkanlarıyla yaptığı toplantı sonrasında ortak basın açıklamasına bile katılmadan terk ettiği Brüksel’de yaşananlar, Erdoğan’ın at pazarlığında amacına tam olarak ulaşamadığını göstermiştir. Türkiye, göçmenler için daha fazla para ve yeni bir göçmen anlaşmasının yanı sıra, AB’yle vize muafiyeti ve gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi gibi taleplerini de masaya taşımıştır. Fakat AB temsilcileri, mültecilerin sınıra yığılmasının kabul edilemez bir şantaj olduğunu ve Türkiye onları geri çekmedikçe müzakereye başlanmayacağını söylemişlerdir. Güçlü olasılık, mültecilerin sınırdan çekilmesi karşılığında, 26 Marttaki AB liderleri zirvesinden Türkiye’nin çenesini bir süre de olsa kapatacak bir para desteğinin çıkması, siyasi taleplerinse her zamanki gibi belirsiz bir geleceğe itilmesidir. On binlerce insanı sınıra taşıyan otobüslerin bugünlerde tersi istikamette çalışmaya başladıklarına dair çıkan haberler, Erdoğan’ın şimdilik bu kadarıyla yetinmek zorunda kaldığını göstermektedir.
AKP iktidarı izlediği politikayla mültecileri bir yandan Yunan polisinin saldırılarıyla karşı karşıya bırakırken, bir yandan da yiyeceğin, temiz suyun, tuvalet-banyonun ve hijyenik malzemelerin bulunmadığı, insanların soğuk karşısında çaresiz kaldıkları bir ortamın içine atmıştır. Böylesi koşullarda salgın hastalık riskinin de katlanarak yükseldiği bilinmektedir. Hele de koronavirüs salgını bu kadar gündemdeyken durumun daha vahim bir hal aldığı açıktır. Dolayısıyla hükümetin geri adım atmaya başlamasında, koronavirüs salgınının mültecilere sıçramasının yaratacağı tepkinin altından kalkamayacağını düşünmesi de belli ki rol oynamıştır.
Öte yandan, mültecilere yönelik insanlık dışı uygulamalar söz konusu olduğunda Avrupa kapitalizminin Türkiye’den aşağı kalır yanı olmadığını da belirtmek gerekir. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaştan yüklü bir pay almak için akbabalar gibi bu bölgeye üşüşen, milyarlarca euroluk silah satarak, cihatçı çeteleri arkalayarak savaşı kızıştırıp milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına sebep olan Avrupalı egemenler, sıra bu politikanın sonuçlarına katlanmaya geldiğinde köşe bucak kaçmaktadırlar. Bu savaşın yarattığı korkunç yıkım yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyelileri Avrupa’dan içeri sokmamak için Türkiye’yi mülteci kampı olarak kullanan Avrupalı emperyalistler, bunun karşılığında verilen birkaç milyar euroya dayanarak bu politikayı utanmazca savunabilmektedirler. Kuzey Afrika’dan deniz yoluyla göçü engellemek üzere kurulan Frontex sınır polisi gücünü şimdilerde Yunanistan-Türkiye sınırında da konuşlandırmaya başlayan AB emperyalizmi, mültecilere karşı izlediği faşizan politikalarla yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı alabildiğine körüklemektedir. Bunun da ötesinde, faşist güçleri devreye sokarak mültecilere yönelik sürek avını en vahşi biçimlere büründürmekten çekinmemektedir. Avrupa’nın dört bir yanından Yunanistan’a giden faşistler, işi, gece tüfeklerle göçmen avına çıkmaya, Yunan adalarındaki kampları basarak mültecilere acımasızca saldırmaya kadar vardırmışlardır.
Avrupa burjuvazisi, şu sıralar tüm dünyaya yayılan koronavirüs salgınını da faşizan politikalarının bahanesi olarak kullanmaya çalışmaktadır. Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu bahaneyle olağanüstü hal ilan edilmiş ve buna bağlı olarak gösteriler de yasaklanmıştır. Yunan hükümeti, izlediği mülteci politikasına tepki gösteren Yunanlı emekçilerin ve göçmenlerin gösteri yapmasını yasaklayan bir yasayı gündeme getirmiştir. Faşist örgütler de, koronavirüs salgınını, göçmenlerin girişlerinin engellenmesi ve sınırların kapatılması gibi taleplerine bahane yapmaktadırlar.
Faşistlerin göçmen düşmanlığı üzerinden güç toplamaya çalıştığı açıktır. Fakat Avrupa’nın pek çok ülkesinde işçi sınıfının meydanı bu ırkçılara terk etmediği de görülmektedir. Nitekim Yunanistan sınırına yığılan mültecilere yönelik ırkçı bir histeri dalgasının yükseltilmeye çalışıldığı bugünlerde Avrupa’nın pek çok ülkesinde AB’nin mülteci politikasını protesto eden gösteriler düzenlenmektedir. Yunanistan ve Almanya’da yapılanların bunların en kitlesel olanları olması sevindiricidir. Zira Yunanistan on binlerce göçmeni ağırlayan ve bir o kadarının da sınırlarına yığıldığı ülkedir. Almanya ise Yunanistan üzerinden gidilmek istenen ilk ülkedir. Bu yüzden iki ülkede de faşistler teyakkuz halindedir. Bu iki ülkede, on binlerce emekçinin kapıların açılmasını ve mültecilerin kucaklanmasını talep ederek sokağa çıkması bu nedenle çok büyük bir anlam taşımaktadır. Berlin ve Hamburg’da binlerce insan “Avrupa öldürme, sınırlarını aç” diyerek sınırlarının mültecilere açılması için yürümüştür. Yunanistan’dan da “Avrupa Kalesine hayır”, “faşizme ölüm” sloganları yükselmiştir. Öte yandan Fransa’dan Belçika’ya çok sayıda ülkede gösterilerle, dilekçelerle, açıklamalarla, binlerce emekçi mültecilere yönelik zulmü lanetlemekte, kendi hükümetlerine sınırların sığınmacılara açılması yönünde basınç bindirmeye çalışmaktadır.
Burjuvazi işçi sınıfına yönelik saldırılarının üstünü göçmen düşmanlığıyla, milliyetçilikle örtmeye çalışırken, farklı uluslardan işçileri birbirine düşürerek egemenlik sürerken, işçi sınıfının en büyük silahı enternasyonalizmdir. Avrupa işçi sınıfı “sınırları açın” diyerek kendi devletlerine basınç bindirirken, Türkiye işçi sınıfı da “mültecileri silah olarak kullanmayı bırakın” diyerek AKP hükümetine yüklenmelidir. Suriyeli mültecileri ucuz işgücü olarak sömüren Türkiye burjuvazisi, onlar için harcandığı iddia edilen paranın katlarca fazlasını onların sırtından kazanırken, AKP hükümeti büyük bir ikiyüzlülükle gerçeklerin üstünü örtmektedir. Hükümetin ve burjuvazinin bu ve diğer yalanlarını teşhir etmek devrimci işçilerin görevidir. Bugün tüm dünyada göçmen düşmanlığı faşizmin temel dayanaklarından biri olarak körüklenip kullanılırken, bu konuda doğru tutum almanın aynı zamanda faşizme karşı mücadelenin önkoşullarından biri haline geldiği unutulmamalıdır.
link: İlkay Meriç, Mültecileri Silah Olarak Kullanmayı Bırakın!, 15 Mart 2020, https://marksist.net/node/6864
Rakamların Diliyle Türkiye İşçi Sınıfı
Bir Şeyler Var Değiştirmemiz Gereken!