Marksizmin kurucularının kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisi, dünya nüfusunun giderek daha büyük oranlarda proleterleşeceği idi. Şöyle diyorlardı: “Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür.”[58]
Aradan geçen yıllar içinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde tüm uluslar açısından geçerli olmak üzere, proleterleşme yolunda muazzam mesafeler katedildi. Zaman içinde çeşitlenen ihtiyaçlara, teknik gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimlerle birlikte, işçi sınıfının daralmadığı tam tersine büyüdüğü gözlemlendi. İleri kapitalist ülkelerde diğer ülkelere oranla çok daha önceden ve daha büyük çapta olmak üzere, eski sanayi kollarında makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla işçi sayısı düşerken, yeni alanların (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) büyümesine ve bu tür sektörlerdeki işçi sayısının yükselişine tanık olundu. Böylece, sınıfın iç bileşimindeki teknik değişime rağmen sonuçta Marksizmin işaret ettiği proleterleşme yasası hükmünü icra etmekteydi. İşçi sınıfının kapsamı konusunda yürütülen tartışmalar ise, yaşanan gelişmelerin farklı gözlerle değerlendirilmesinden kaynaklanmaktaydı.
Marksizmin kurucularının döneminde henüz yaşanmamış her bir olguyu, Marksizmin eskidiğine bir kanıt olarak sunma gayretkeşliği içindeki burjuva ideolojisi, zaman içinde işçi sınıfının iç yapısındaki değişimleri de benzer bir malzeme olarak kullanabilmek üzere yırtındı. Gittikçe sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, teknik gelişmenin sonucu makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler, vb. Bunların tümü burjuva ideologlarınca işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanınca, ortalığı, “Marx yanıldı”, “işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialar sarıverdi.
Öte yandan kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.
“Ücrette hissedilir bir artış, üretken sermayede hızlı bir büyümeyi öngörür. Üretken sermayenin bu hızlı büyümesi, zenginliğin, lüksün, toplumsal gereksinme ve zevklerin de eşit hızda büyümesine yol açar. Demek ki, her ne kadar işçinin zevk konuları artmışsa da, bu zevklerin sağladığı toplumsal doyum, kapitalistin artmış bulunan ve işçi için erişilmez olan zevklerine oranla, ve genellikle toplumun gelişme aşamasına oranla, düşmüştür. Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan, biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize doyum veren nesnelerle ölçmeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler.”[59]
Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”[60] Genel esprisi itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu da. Unutulmamalı ki, Marksizmin karşı çıktığı şey genel olarak mülkiyet değil, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu konudaki çarpıtmalara karşı Marx ve Engels daha Komünist Manifesto’da gereken yanıtı vermişlerdir.
“Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”[61]
Marx’ın köle emeğiyle ücretli emeği karşılaştırarak dikkat çektiği çok önemli bir gerçeklik var. Şöyle ki; aslında kapitalist ücret biçimi büyük bir yanılsama yaratır. İşçinin aldığı ücret, sanki çalışma saatlerinin toplamı için yapılan bir ödeme gibi algılanır. Böylelikle, bir işgününün gerekli-emek ve artı-emek olarak, yani karşılığı ödenmiş emek ve karşılığı ödenmemiş-emek olarak bölünmüş olması gizlenir. Halbuki, köle emeğinde tersi bir durum söz konusuydu. Köle emeğine bir ücret ödenmediğinden, işgününün, kölenin yaşaması için gerekli tüketim maddelerini yerine koyduğu kısmı, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için harcadığı emek sanılır. “Kölenin bütün emeği, karşılığı ödenmemiş emek olarak görünür. Ücretli-emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği, mülkiyet ilişkisi gözlerden saklar, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeğini, para ilişkisi gözlerden gizler.”[62]
Marx ve Engels’in kapitalizmin genel işleyiş yasalarına yönelik çözümlemeleri, yaşadıkları döneme ait gözlem raporları değildir. Zaten öyle olsaydı, Marksizm olarak adlandırılan bir işçi sınıfı biliminden ve bilimsel komünizmden söz etmek mümkün olmazdı. Aslında burjuva ideologlarının da hinoğluhin gibi bildikleri, fakat ideolojik savaş kuralları gereğince tersini savundukları üzere, Marksizm yalnızca doğduğu yüzyılın ya da onu takip eden yüzyılın değil, tüm bir proleter devrimler çağının bilimidir. Ve tüm bu zamanlar boyunca kapitalist gelişmenin yapısal eğilimine, genel hatlarıyla nasıl bir seyir izleyeceğine ve bu gelişmeler karşısında alınacak siyasi tutuma dair bilimsel ipuçlarını sunmuş bulunmaktadır.
Örneğin, toplam işgücü içinde üretken emeğin gerileyen yüzdesini işçi sınıfının yok olduğu, Marksizmin öldüğü yolunda bir kanıt olarak kullanmak isteyenlerle alay edercesine Marx, gelişmenin bu yönde olacağını yıllar öncesinden çözümlüyordu. “Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir.”[63] Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, burada sözü edilen azalma mutlak değil, göreli bir azalmadır.
Geleneksel ya da yeni, hangi biçimde olursa olsun, üretken emek alanı olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu sistem başkalarının mümkün olan en çok miktardaki emeğini sahiplenme ve kâra dönüştürme eğilimini içinde taşır. Bu nedenle, kapitalizm bir yandan belirli bir ürün miktarı için gerekli üretken emek miktarını indirirken, diğer yandan toplam üretimin artışıyla birlikte, olabilecek en çok sayıdaki üretken emeği çalıştırmaya gayret etmektedir. Yani, birim başına daha az üretken emekle giderek büyüyen bir üretim söz konusudur. Bu da emekçi nüfusun toplam nüfusa oranla sürekli büyümesi demektir. Eskinin üretken sınıflarının giderek proletaryanın saflarına katılması demektir.
Marksizmin Gorz gibiler tarafından karikatürize edilerek eleştiri konusu yapılmasına çarpıcı bir örnek, nitelikli işgücünün gelişme seyrinden verilebilir. Gorz, Marx’ın eserlerini anlamak için değil de gülünç savlarla suçlamak amacıyla ele aldığından, kendi iddialarını Marx’ın öngörüleriymiş gibi sunmaktadır. Örneğin, sanki Marx böyle bir saptama yapmış gibi, bay Gorz, nitelikli işçinin niteliksiz işçiyi sahneden kovacağını söyleyen Marx’ın yanıldığını buyurmaktadır. Ve bu sayın bay sanki bir keşif yapıyormuşçasına, aslında kapitalist gelişme seyrinin emeği vasıfsızlaştırdığını belirtmektedir.[64] Gorz, Marksizmi çürütme adına, aslında Marksizmin çözümlediği bir eğilimi vurgulamış olmaktadır. Çünkü Marx’ın daha 1848’de yaptığı değerlendirme şöyledir: “Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ve daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır.”[65]
Marksizmin günümüzde de pırıltısından hiçbir şey yitirmemiş bulunan çözümlemeleri ortadayken, burjuva sosyologların, iktisatçıların ve sözde Marksistlerin, Marksizme yönelik saldırılarında cesaret aldıkları temel faktör ne olabilir? Bu sorunun yanıtı aslında oldukça kolaydır. Onlar, Marksizmi bir nebze olsun öğrenme zahmetine katlanmaksızın, Marksizm konusunda kulaktan dolma, sade suya tirit düşünce kırıntılarıyla yetinmeye eğilimli “okumuş” insan sayısının yüksek oluşundan cesaret alıyorlar.
İşte, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, aslında işçi sınıfının değil de bir orta sınıfın büyümekte olduğu iddiası da, bilimsel ciddiyetten tamamen uzak ve palavradan argümanlar üzerine oturtulmuş bir ideolojik icattır. Bu tür icatlarda bir hayli önde koşan İngiliz “düşünürleri”, örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de kol işçilerinin reel gelirlerinde önemli yükselişler görüldüğü gerekçesiyle sınıf tanımını tüketim ölçüsüne göre yapma “uyanıklığını” göstermişlerdi. “Eskiye göre daha çok tüketiyorlar, o halde işçi olamazlar” bahanesiyle kol işçileri dahil işçi sınıfının büyük bölümünü kendi devşirmeleri olan bir “orta sınıf” tanımının içine tıkıştırıverdiler. Böylece, işçi sınıfının çok daha düşük ücret düzeyiyle yaşamını sürdüren kesimlerine oranla, görece daha fazla ücret elde eden ve daha çok tüketen kesimleri, “orta sınıf” diye bir kategoriye terfi ettiriliverdi. Burjuva “âlimleri”, bilimsel kanıt olarak yaldızladıkları bol rakamlı tüketim istatistikleriyle, işçi sınıfını ayırt etmeyi sağlayan nesnel ölçütleri geçersiz ilân ettiler.
Burjuva ideolojisinin egemenliği ölçüsünde toplumda kabul gören bu türden düşünceler bir yandan muazzam proleterleşme gerçeğini gözlerden gizlemeye hizmet ederken, diğer yandan bu türden palavralara kanan bir kısım işçilerin kendilerini “orta sınıf”tan hissetmeleri sonucunu da doğurdu. Böylece, beyaz yakalı işçilerin (örneğin mühendisler, öğretmenler, hemşireler, memur statüsünde çalıştırılan kamu emekçileri, büro elemanları vb.) bir kısmı, kendilerini aslında ait oldukları işçi sınıfının genel mücadelesinden soyutladılar. Bilinci çarpılmış bu tür işçiler, işçi sendikalarında örgütlenmekten uzak durmayı, toplumsal yaşamda daha yüksek bir statü sahibi olmanın bir göstergesi olarak benimseyebildiler.
Kapitalist düzen içinde kendi konumları hakkında yanılan ve yaşam tarzı itibarıyla gözü biraz yükseklerde olan işçileri küçük-burjuva olarak nitelemek siyasal açıdan bir şey ifade etse de, böyle bir niteleme onların sosyal ve sınıfsal açıdan işçi sınıfının parçası oldukları gerçeğini değiştirmez. Bir de unutulmamalı ki, gerçekler acımasızdır. Kapitalizmin gerçek yüzü krizlerle, işçilerin düşen yaşam standartlarıyla ve kaybolan sosyal haklarla vb. kendini açığa vurdukça, acı ilacı yutan daha pek çok işçinin aklı başına gelecektir. Bu yüzden, asıl üzerinde durulması gereken nokta, çarpılmış bilinçleri düzeltmek ve işçi sınıfının tüm kesimlerini kapitalizme karşı ortak kitlesel mücadeleye seferber edebilmektir.
Her şeyi yerli yerine oturtmak koşuluyla, modern kapitalist toplumlarda “orta sınıf” (ya da “ara sınıf”, “orta tabakalar” vb.) kavramı bir gerçekliğe denk düşmektedir. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, bunun, Marksizmin çözümlediği küçük-burjuvaziden başkası olmadığını görürüz. Tarihin daha eski dönemlerinde, örneğin toplumsal kesimlerin ayırt edilmesinde burjuvalar için kullanılan “orta kesim” benzeri bir kavramı, modern kapitalist toplumlarda ne burjuvazinin orta büyüklükte olanları için kullanmanın bir mantığı vardır, ne de işçi sınıfının daha yüksek gelir düzeyine sahip bazı kesimleri için. Fakat kapitalist toplumda iki temel sınıf arasına sıkışıp kalmış unsurlar, burjuvaziyle proletarya arasında yer alan bir “orta sınıf” gerçekten vardır.
Geleneksel biçimiyle küçük-burjuvazi, bir yandan mülk sahibi olması nedeniyle kapitaliste, ama öte yandan, esas olarak kendi işgücünü sarfederek varlığını sürdürmesi nedeniyle de işçiye benzer. Marx’ın geleneksel küçük-burjuvaziye dair değerlendirmesi, kapitalist toplumda bir ara sınıf özelliği taşıyan unsurların, işçiden farklı bir konumda olduklarını vurgulaması bakımından aydınlatıcıdır. Marx, kapitalistler gibi emekçi çalıştırmayan bağımsız zanaatçılar ve köylülerle ilgili olarak şöyle der:
“Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi emek güçlerini yeniden-üretmekle kalmayıp bir artı-değer yaratıyor olmaları olasıdır; konumları, onların kendi artı-değerlerini ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı için) artı-değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak verir. ... Bağımsız köylü ve zanaatçı iki kişiye bölünmüştür. Üretim araçlarının sahibi olarak kapitalisttir; emekçi olarak ise kendisinin ücretli işçisidir. Bu nedenle, kapitalist olarak kendisine ücret öder ve sermayesinden kâr elde eder; yani ücretli işçi olarak kendini sömürür ve artı-değeri, emekçinin sermayeye borçlu olduğu haracı, kendine öder.”[66]
Temel özellikleri itibarıyla bu ara sınıf aslında modern sanayinin ürünü olmayıp, tam tersine kapitalist topluma geçmişin mirasıdır. Bu nedenle de esas itibarıyla geleneksel küçük mülk sahibine (küçük toprak sahibi köylüyle, kendi tezgâhının ya da dükkânının mülkiyetine sahip esnaf ve zanaatkâra) denk düşer. Hatırlanacağı gibi, bu türden üreticiler ancak kendi hesabına meta üretebilir ve satabilir. Dolayısıyla, ne bunların durumu sermaye-ücretli emek ilişkisi kapsamındadır, ne de bu kişilerin üretimi modern kapitalist üretim çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu nedenle bu türden üreticilerin harcadığı emeğin, kapitalizm çerçevesindeki üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımıyla da bir ilgisi yoktur.
Aslında geleneksel küçük-burjuvazi kapitalist gelişme karşısında genelde yok olmaya mahkûmdur. Onun çok küçük bir kesimi burjuvazi katına yükselme fırsatını yakalarken, çoğunluğu proletaryanın saflarına katılır. Marx, emeğin giderek artan üretkenliği ve sermayenin yoğunlaşması temelinde nüfusun proleterleşmesinden söz ederken, “üretken sınıfları oluşturanların eski parçaları giderek proletaryanın saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir” demektedir.[67] Marx’ın döneminde “burjuvalaşma” anlamına gelen bu “orta sınıfa katılma” tespiti, günümüzde yine çalışanların küçük bir kısmını oluşturmak kaydıyla, kapitalizmin yeni biçimleriyle bir ara sınıf konumunu üretmeyi sürdürmesi biçiminde yorumlanabilir.
Kapitalist gelişme geçmişte büyük ayrıcalıklara sahip serbest meslekleri (doktor, avukat, muhasebeci, mühendis gibi) sıradanlaştırıp, bu mesleklere mensup olanların önemli bir bölümünü proletaryanın saflarına iter. Bu nedenle de meslek ayrımı açısından ele alındığında, yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü, kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup, kendi bürosunun sahibi bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta sermayeye sahip olmadıklarından, esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir. Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de dışına taşmazlar.
Ayrıca, kapitalist gelişmenin çeşitlendirip yaygınlaştırdığı profesyonel meslekler kapsamında, bağımsız sözleşmeler temelinde çeşitli sermaye kuruluşlarında ve şirketlerde çalışan, genellikle yönetici konumunda bulunan ve işgücünün maliyetinin üzerinde gelir elde eden sözde ücretlileri de işçi sınıfının kapsamı dışında tutmak gerekir. Karar mekanizmasında belirli yetkilerle donatılmış bu yönetici ve teknokratlar, kapitalist işletmelerde sıradan gözetim ve denetim işleriyle görevlendirilmiş mühendis ve küçük şeflerle karıştırılmamalıdır.
Ustabaşı, postabaşı vb. sıfatıyla işçilerin başına getirilen küçük rütbeli yöneticiler genelde işçi sınıfının içindedir. Marx’ın dediği gibi, “Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) ihtiyaç gösterir, ve bunlar, işin yapılması sırasında, kapitalist adına bu orduya komuta ederler. Denetim ve gözetim işi, bunların yerleşmiş ve özel görevleri olur.”[68] Vasıflı emek için ödenen yönetim ve denetim giderleri genelde üretken emeğin ücreti kapsamındadır. Bu durum, kapitalizmin ilerleyişi içinde bir yandan zorunlu hale gelen ve diğer yandan sıradanlaşıp yaygınlaşan yönetim ve denetim emeğinin varlığından kaynaklanır. Bu konuya Marx dikkat çekmektedir:
“Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinden doğduğuna, ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzı gibi, sınıf çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarında ortak olduğuna göre, kapitalist düzen altında da, bütün bileşik toplumsal emeğin bireylere kendi özel görevleri olarak verdiği üretken işlevler ile doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunur. Feodal Fransa’daki adıyla bir epitropos (Eski Yunan’da: «sürveyan») ya da regisseur’ün (yönetmen yardımcısı) ücreti, yapılan iş, böyle bir yöneticiye bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer.”[69]
Proletaryanın büyümesinden korkuya kapılmak gibi bir derdi olmayanlar için, ücretliler başlığı altındaki devasa işçi sınıfı kitlesini ayırt ettikten sonra, ücretli gibi görünüp de gerçekte hiç de işçi sınıfının kapsamına girmeyecek olan istisnaları ayıklamak zor bir iş değildir. Bizzat işçi sınıfının içinde yer alan vasıflı emek için ödenen gözetim ve denetim giderlerini işçi ücretleri bağlamında bir kenara bırakmak koşuluyla, ücretli gibi görünen üst ve orta düzey menajerlerin, teknokratların farklı konumu göz ardı edilmemelidir. Düzenli ve dolgun bir ücret gelirinin dışında, kârdan hisse, primler vb. gibi çeşitli yan ödemelerle beslenen üst düzey yöneticilerin işçi sınıfının içinde yeri yoktur. Anonim şirket olgusunun ortaya çıkışıyla birlikte, Marx henüz başlangıcında olan bir gelişmenin gideceği yönü göstermiş ve sermaye sahipliğiyle yöneticiliğin nasıl birbirinden ayrıldığına işaret etmiştir.
“Hisse senetli şirketlerde –bunlar, kredi sistemi ile gelişmişlerdir– genellikle bu yönetim işini, ister kendilerine ait olsun, ister borç alınsın, sermaye sahipliğinden bir işlev olarak ayırma konusunda gitgide artan bir eğilim vardır. ... Ne var ki, bir yandan, ... para-kapitalist, işlev yapan kapitalistin karşısına çıkmak zorunda olduğu halde, para-sermayenin kendisi, kredi sisteminin gelişmesiyle toplumsal bir niteliğe bürünür, bankalarda toplanarak, ilk sahipleri yerine artık buralardan borç verilir, öte yandan da, ister borç alınmış olsun ister olmasın, sermaye üzerinde herhangi bir hakkı bulunmayan bir yönetici, işlev yapan kapitaliste ... ait bulunan bütün gerçek işlevleri yerine getirir, ve böylece, yalnızca görev yapan yönetici kalarak, kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar.”[70]
Sermaye sahipliğiyle profesyonel yöneticiliğin birbirinden ayrılmasının bir sonucu olarak, bir zamanlar üretim sürecinde sanayi kapitalistinin yaptığı işlevleri yerine getiren üst düzey yöneticilerin, konumları itibarıyla, orta düzeydeki yöneticilerden farklı olacağı açıktır. Kendilerine ait bazı işlevleri orta düzey yöneticilere devreden üst düzey menajerler, daha çok malî kaynakların temini ve dağılımı konusunda stratejik kararların alınması ve denetlenmesiyle ilgilenirler. Bunlar, (özel ya da kamu) şirket bütçelerinden aylık ücret alıyor gibi görünseler de, asıl olarak kârdan aldıkları pay ve sahip oldukları hisse senedi ve benzeri değerli kâğıtlarla birlikte halisinden burjuvadırlar. Gerçek nitelikleri Marx’ın satırlarında dile gelmektedir: “Kapitalist üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, yönetim ücretleri ile ilgili yeni bir üçkâğıtçılık yöntemi gelişti ve fiilî yöneticinin üzerinde bir yığın yönetim ve denetim kurulları peydahlandı; bunlar için denetim ve yönetim yalnızca ortakları soymanın ve keselerini doldurmanın bir bahanesi oldu.”[71]
Orta düzey menajerler, karar mekanizmasının işleyişinde ve parasal kaynakların dağılımında üst düzey menajerler kadar büyük yetkilere ve avantajlara sahip değildirler. Fakat işgücünün yeniden üretilmesi maliyetini bir hayli aşan dolgun ücretleri, ek primleri vb. ile vasıflı işçi durumundaki gözetim ve denetim işçilerinden de farklı bir konumda bulunmaktadırlar. Üst düzey yöneticilerin onayladığı stratejik planlar temelinde, uygulama alanına ilişkin kararların alınmasında söz sahibidirler. Taşıdıkları özellikler itibarıyla ne burjuvaziye ne de proletaryaya dahil edemeyeceğimiz ve başlı başına da bir sınıf oluşturmayan, tıpkı geleneksel küçük-burjuvazide olduğu gibi ara konumda bulunan böyle bir tabakayı, olsa olsa “orta sınıf” kapsamında değerlendirebiliriz.
Ancak, geleneksel küçük-burjuvaziye kendi küçük toprağına ya da tezgâhına, bürosuna vb. sahip oluşu damgasını basarken, bu ele aldığımız tabakanın durumu biraz farklıdır. Yine de, salt işgücünün yeniden üretilmesini sağlayan bir gelir düzeyini aşan kazançları nedeniyle, tıpkı küçük-burjuva kategorisinde olduğu gibi sanki kendi emeğinin karşılığını alıyor diyebileceğimiz bir durum söz konusudur. Marx’ın, kapitalizmin ilk dönemlerinde henüz genel ücretli emek kapsamında yer almayan ve işçilere oranla ayrıcalıklı bir gelir elde edebilen bazı ev hizmetçileri için, “Gerçekte, hiçbir sınıf küçük-burjuvaziye onlardan daha değersiz bir devşirmeler kesimi sağlayamaz”[72] dediği gibi, günümüzde de çeşitli şirket ve holdinglerde, finans kuruluşlarında görev yapan ve işçilere göre kimi ayrıcalıklara sahip olan orta düzey teknokrat, yönetici vb. gibiler için, hiç kimse günümüzün orta sınıf gerçeğine bunlardan daha fazla denk düşemez diyebiliriz.
Bu açıklamalardan sonra bir noktanın altını önemle çizmek istiyoruz. Bizce asıl sorun, en incesinden hesaplamalar da yapsak, sonuç olarak beyaz yakalılar arasında düşük oranda bir yer tuttuğunu bildiğimiz burjuva idarecilerin, ya da küçük-burjuva konumdaki menajerlerin gerçek yüzdesini bulmaya çalışmak değil. Ağaçlara bakmaktan ormanı fark edemeyen kişinin durumuna düşmemek için, malûm burjuva ve küçük-burjuva idarecileri bir yana bırakalım. Ve, kimilerinin beyaz yakalılar diyerek dışladıkları, kimilerinin “orta sınıf” diye yutturmaya çalıştığı asıl büyük gerçekliği, örneğin hizmet sektörü büyüdükçe kapsamı genişleyen proletaryayı, sayıları durmadan artan işçileri görelim. Kaldı ki, hizmet sektörünün büyümesi yalnızca kafa işçilerinin sayısındaki artışa değil, bu sektörde çalışan kol işçilerinin sayısının da arttığına işaret ediyor.
Marx’ın deyişiyle ifade edecek olursak: “Demek oluyor ki, kapitalist üretim, birbirine bağlı sürekli bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olması nedeniyle, sadece meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist, öte yanda ücretli işçi olmak üzere, kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.”[73] Kısacası, sermaye ve ücretli-emek karşılıklı çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi, aynı zamanda ücretli-emeğin üretimi demektir.
Daha önce değindiğimiz üzere, sınıfsal çözümleme yaparken, geçersiz ve keyfî birtakım ölçütlere aldanmayıp, Marksizmin bizlere sunduğu nesnel ölçütlerden hareket etmiş bulunuyoruz. Farklı sınıfların birbirinden ayırt edilmesinde bu nesnel ölçütlere başvurulduğunda, sorun çok büyük ölçüde netleştirilmiş olsa da, sosyal kategoriler iki kere iki dört eder misali katı bir çerçeveye sahip değildirler. Aralarındaki kimi hareket noktalarında birbirlerine yaklaşabilmektedirler.
Marx, Kapital’in üçüncü cildinde yarım kalan Sınıflar başlıklı bölümde, sınıf ayrımlarının bulanıklaştığı sınır çizgilerine değinmektedir. “İngiltere’de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ve en klâsik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, … orta ve ara tabakalar, … her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür.”[74] Bu nedenle incelenen sorun bazı ayrıntısal tartışmalarda bulanıklaşmaya ve dolayısıyla istismara açık hale gelse de, önemli olan istisnaî durumlar üzerinde kılı kırk yarmak değil, genel kuralları netleştirebilmek, genel eğilimleri görebilmek, genel ayrımları yapabilmektir. Oysa burjuva ideologları, sosyologları ve bunların izinden gidenler, dikkatleri asıl olana değil, istismara açık noktaları yakalayıp meseleyi bulanıklaştıracak gereksiz ayrıntılara çekiyorlar.
[58] Marx, Kapital, C.3, s.775
[59] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.46
[60] Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yay., Temmuz 1976, s.156
[61] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.147
[62] Marx, Kapital, C.1, s.572
[63] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.214-215
[64] Bkz. A. Gorz, age, s.25-26
[65] Marx, Felsefenin Sefaleti, s.230
[66] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.381-382
[67] Marx, age, s.215-216
[68] Marx, Kapital, C.1, s.359
[69] Marx, Kapital, C.3, s.339-340
[70] Marx, age, s.341
[71] Marx, age, s.342
[72] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.190
[73] Marx, Kapital, C.1, s.616
[74] Marx, Kapital, C.3, s.775
link: Elif Çağlı, “Orta Sınıf” mı, Yoksa İşçi Sınıfı mı Büyüyor?, 1 Ekim 1999, https://marksist.net/node/501