Dünyanın gittikçe daha fazla bölgesi emperyalist savaşın alanı haline geliyor. Bazı coğrafyaların talihi ise öteden beri “kara” harflerle yazılmış durumda, tıpkı Afrika gibi… Yüzyıllar boyu Avrupalı sömürgecilerin elinde çekmediği kalmayan, köleleştirilen, aşağılanan, acıların ve sefaletin en derinine mahkûm edilen Afrika halklarının çilesi kapitalizmin bu en “modern” çağında da son bulmuş değil.
Çoğu 50’li ve 60’lı yıllarda bağımsızlığını elde eden dünün sömürgesi Afrika ülkelerinde yaşayan halkların özgürlük sevinci çoktandır kursaklarına tıkılmış durumda. Afrika halkları, sömürge olmaktan kurtulmanın kapitalist sömürüden ve emperyalizmden kurtulmaya yetmediğini yaşarak öğreniyorlar. Bağımsızlık hareketlerinin önderleri hızlıca yozlaştılar ve bizzat kendileri Afrikalı işçi ve emekçileri sömürmeye başladılar. Afrika’nın ezilen ve sömürülen emekçileri, bir yandan yerli egemenlerin bir yandan da kıtadan elini hiç çekmeyen emperyalist güçlerin kıskacı altında inliyorlar.
Yaşlı kıta, milenyum çağıyla birlikte başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçler ve Çin arasındaki kapışmanın alanına dönüşmüş durumda. ABD emperyalizmi, yakın zamanda dünyanın birinci ekonomik gücü olmaya aday Çin’in kıtadaki etkisini kırmaya ve yayılmasını durdurmaya, kıtanın zengin petrol-doğalgaz-maden kaynaklarını kontrolü altında tutmaya çalışıyor. Bu amaçla da kıtadaki çatışmaları körüklüyor ve askeri gücünü de sürekli olarak arttırıyor.
2000’li yılların başında sadece eski SSCB yanlısı ülkelerde nüfuz elde edebilen Çin, bugün yıllık 100 milyar doların üstündeki ekonomik hacimle artık Batılı emperyalistlerin geleneksel olarak etkin olduğu Kenya, Somali, Sudan, Güney Afrika, Nijerya gibi ülkelere de el atmış durumdadır. Aynı ülkelerin “terör saldırıları” veya iç savaş derecesindeki çatışmalara boğulmuş olması, bu nedenle hiç de tesadüf değildir. ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi emperyalistler bu çatışmaları bilinçli olarak provoke etmekte, bu yolla hem bu ülkelerdeki askeri güçlerini arttırmanın meşru zeminini yaratmakta hem de Çin’le iyi ilişkiler geliştirmeye yönelen ülke yönetimlerine uyarı mesajları vermekteler. Bu çatışma ortamının tarihsel, sosyal ve siyasi zemini eskinin sömürgeci güçleri tarafından çok önceden atılmıştır. Buna içinden geçtiğimiz dönemin ekonomik kriz ve emperyalist savaş koşulları da eklendiğinde, zaten yüzyıllardır “böl ve yönet” politikalarının esiri haline getirilmiş Afrikalıları manipüle etmek ve birbirine kırdırmak çok da zor olmamaktadır.
Çin’in artan nüfuzuyla salt ekonomik önlemlerle baş edemeyeceklerinin iyice farkına varan Batılı emperyalistler, askeri anlamda kıtaya yığınak yaptıkça ve Çin’in yayılmasının önüne engeller diktikçe Çin de kıtadaki ABD-Batı karşıtı güçleri desteklemekte ve kışkırtmaktadır. Bu güçlerin başında da İslamcı rejimler ve radikal İslamcı hareketler gelmektedir.
ABD, dün “anti-komünizm” çerçevesinde besleyip büyüttüğü radikal İslama karşı 11 Eylül sonrasında “terörle mücadele” adı altında savaş açmıştır. ABD emperyalizmi radikal İslamcı hareketlerin eylem ve politikalarını kendi saldırganlığının üzerini örtmek ve Afrika’daki askeri varlığını meşrulaştırmak için bahane olarak kullanmaktadır. Radikal İslamcı grupların “terör” saldırılarını da bölgede yürüyen emperyalist kapışmayla dolaylı ve doğrudan bağları dışında değerlendirmek mümkün değildir. Mali, Nijerya, Sudan ve Somali’deki çatışmaların, son olarak da Kenya’daki saldırıların gündeme taşıdığı tablo bunun kanıtıdır. Son örnekten başlayacak olursak, Kenya’daki El Kaide-El Şebab saldırısını bu çerçeve içinde yorumlamak gerekiyor. 11 Eylül’den bu yana, patlayan bombalar basit birer “terör” eylemi değil, emperyalist savaşın bir parçası ve aracıdır.
Kenya’daki saldırı ve radikal İslam
Yakın zaman önce El Kaide’ye katıldığı açıklanan Somali merkezli El Şebab örgütünün Kenya’nın zengin semtlerinden birindeki büyük bir AVM’ye düzenlediği baskının arka planının ele alınması, yukarıda anlatmaya çalıştığımız durumun kavranması açısından önemlidir.
Sorulması gereken ilk soru şudur: Bu saldırı neden şimdi ve Kenya’da gerçekleştirilmiştir? Asıl olarak Somali’deki Batı yanlısı geçiş hükümetine karşı mücadele yürüten El Şebab, yaptığı açıklamada, Kenya ve diğer Afrika ülkelerinden derlenmiş “Barış Gücü” askerlerinin Somali’den çekilmesi amacıyla saldırıyı düzenlediğini söylemiştir. Bu saldırı Kenya yönetimini zora sokmuştur ve yakın dönemdeki ilk saldırı da değildir. El Şebab örgütü bir süredir Kenya’da çeşitli küçük çaplı saldırılar düzenlemektedir. Kenya’nın mevcut yönetimi, yakın zamana kadar birbirleriyle savaş halinde olan iki büyük kabilenin temsilcilerinden (devlet başkanı Kenyatta ve yardımcısı Ruto) oluşmaktadır ve kabileler arasında ateşkesin sağlanması pek kolay olmamıştır. Daha da önemlisi, bu yönetime ABD ve diğer Batılı güçlerin sıcak bakmıyor oluşudur. Gıyabi olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan bu iki liderin seçimleri kazanmamaları için İngiltere yoğun çaba sarfetmiş, ama başarılı olamamıştır. İngiltere’nin korkusu ticaret hacminin küçülmesi ve ülkedeki askeri üslerin kaybedilmesidir. Kenya’da İngiltere’nin yanı sıra BM’ye ve ABD’ye ait askeri güçler de bulunmaktadır. Somali’deki İslamcı güçlere ve El Şebab örgütüne karşı yürütülen askeri operasyonların merkez üssü Kenya’dadır. Dolayısıyla saldırının Kenyatta-Ruto ikilisini zora sokması ve ülkedeki Batılı askeri güçlerin varlığına duyulan ihtiyacı arttırması, en çok ABD-İngiltere’nin işine yaramıştır.
Toplumsal yapısı da saldırılar için Kenya’nın seçilmesinin tesadüf olmadığına delalet eden özellikler içermektedir. Nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan ama önemli bir Müslüman azınlığın yaşadığı Kenya’da ciddi sayıda Somalili göçmen bulunmaktadır ve ülkenin kuzeydeki komşularında da (Sudan, Etiyopya, Somali) Müslüman nüfus ağırlıktadır. Sudan ve Somali’de İslamcı hareketler oldukça etkin vaziyettedir. Müslüman karşıtlığı ülkede gittikçe yükselmektedir. Ayrıca ülkedeki iki büyük kabile arasındaki etnik çatışmalar daha yeni sona ermiştir. Yani ülkenin siyasi yapısı, sahip olduğu dinsel ve etnik çelişkiler açısından oldukça kırılgan durumdadır. Bu da ülkeyi emperyalist güçlerin müdahalelerine açık hale getirmektedir.
Kenya örneğinin tekil ya da münferit bir olgu olmayıp Afrika’nın pekçok ülkesinde benzer durumların yaşandığı gözönüne alındığında, radikal İslamcı örgütlerin faaliyetlerinin veya saldırılarının emperyalist kapışmayla ilgisi daha rahat kavranacaktır. Radikal İslamcı güçlerle ABD’nin ve diğer Batılı emperyalistlerin ilişkisi göründüğünden daha karmaşıktır. Kimi solcuların yaptığı gibi, “radikal İslamı aslında ABD besliyor” türünden yüzeysel komplo teorileriyle durumun açıklanması mümkün değildir. ABD’nin geçmişte “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde genel olarak siyasal İslamı ve çoğu yerde (örneğin Afganistan) radikal İslamcı grupları örgütleyip silahlandırdığı, eğittiği doğrudur. Ama aradan geçen yıllar ve değişen dengeler sonucu bugün ABD ve Batı dünyasının pozisyonu değişmiştir. Siyasal İslam ve paralel olarak radikal İslamcı hareketler çoktandır ABD’nin kontrolünden çıkmış ve bölgede etkili bir aktör durumuna gelmişlerdir. Bu da onların Çin gibi farklı emperyalist güçlerle işbirliği içine girmesine olanak sağlamıştır.
Radikal İslamın yükselişine yol açan koşulları yaratan bizzat emperyalist-kapitalizmdir. Bunu El Şebab ve Somali örneği üzerinden görebiliriz. Somali’de 1991 yılında diktatör Siad Barre’nin devrilmesinin ardından ülke karışıklığa sürüklendi. ABD öncülüğündeki BM güçlerinin işgali bu karmaşayı daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği gibi bir direnişe de yol açtı ve nihayetinde BM “Barış Gücü” 1995 yılında ülkeden çekildi. Ardından İslam Mahkemeleri Birliği (İMB) adlı siyasi oluşum hâkimiyetini kurdu. Ancak Batı İMB’yi istemediğinden Hıristiyan Etiyopya’nın askeri birlikleri ülkeyi işgal etti ve İMB’yi ülkenin güneyine sürdü. Somali fiilen ikiye bölünmüş oldu. Bu durum İslami hareketin içindeki radikal kanadın güçlenmesini ve öne çıkmasını sağladı, çünkü işgal kuvvetlerine karşı savaşı onlar örgütlediler ve halk da onları destekledi. İMB’nin içinden çıkan El Şebab kısa sürede etkili bir güç haline geldi. Yani El Şebab’ı doğuran ve güçlenmesine vesile olan bizzat Batı’nın “terörle mücadele”si oldu. Gelinen noktada El Şebab, El Kaide çatısı altına da girerek aslında sadece Somali’de değil tüm bölgede etkin bir güç haline gelmeye niyetli olduğunu da ortaya koymuş oldu.
Bu örnek, Batılı emperyalistlerin politikalarıyla radikal İslamcı hareketlerin yükselişi arasındaki bağıntıyı ortaya koyması açısından tipiktir. Emperyalistler müdahalelerine zemin oluşturan etnik, dini, ulusal ayrılık ve çatışmalara her zaman ihtiyaç duyar ve bunları kullanırlar. ABD ve diğer Batılı güçler bugün radikal İslamcı güçlerin varlığını emperyalist müdahalelerinin bahanesi olarak da kullanmaktadırlar.
Terörle mücadele bahanesiyle emperyalist tahkimat
Radikal İslamı ve korsanları bahane eden ABD, bugün Somali’yi adeta Doğu Afrika’daki ileri karakolu haline getirmiştir. Komşu Cibuti’deki Camp Lemonier ile birlikte Somali El Kaide’ye yönelik operasyonlar için üs konumundadır. Somali’deki Afrika Birliği Misyonu’nda (AMISOM) ABD destekli 17 binden fazla asker bulunuyor. Afrika ülkelerinden derlenen bu askerler bizzat Pentagon tarafından eğitilip finanse ediliyorlar. Somali yeni petrol yataklarının bulunduğu bir yer. Ülkenin kuzey bölgesinde kısa süre önce bulunan petrol Kanadalı ve İngiliz şirketler eliyle çıkartılıyor.
Batılı güçlerin desteğini arkasına alan Fransa, yakın zaman önce yine İslamcı terörizmi bahane ederek Mali’ye operasyonlar düzenlemişti. İslamcı güçlerin püskürtülmesine rağmen Fransa birlikleri yerleşik hale geçtiler. Mali ordusu zaten AFRICOM’la (ABD’nin Afrika Komutanlığı) sıkı ilişkideydi; Mali ordusu AFRICOM tarafından eğitiliyor, ortak askeri tatbikatlar yapılıyordu. Ama nedense (!) bu ordu darbeyle iktidarı ele geçirdi (kuzeydeki Tuareg isyanının bastırılamadığı gerekçesiyle) ve kuzeydeki durumun daha da kötüleşmesine yol açtı. Azavad Kurtuluş Hareketi adlı İslamcı grup bağımsızlığını ilan etti ve ardından da Fransa’nın operasyonu geldi. Şu anda Fransa’nın yanı sıra binlerce ABD-İngiltere-Alman askeri de ülkede konuşlanmış durumda. Ülke, Güney Afrika ve Gana’nın ardından Afrika’nın en büyük üçüncü altın üreticisi. Mali ayrıca, Fransız şirketleri tarafından işletilen uranyum yataklarına da sahip.
Ekim ayının sonlarına doğru Sudan’da da benzer gelişmeler yaşandı. İsrail, İran ve Sudan’ın ortak askeri faaliyetler içine girmesi sebebiyle Sudan ordusuna ait bir fabrikayı bombaladı. Üstelik bu saldırı ilk değildi. Ayrıca yakın dönemlere kadar Afrika’nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Sudan, bizzat emperyalist kapışmaların bir sonucu olarak bölünmüştü. Binlerce insanın ölümüne ve yüz binlercesinin göç etmesine, halkın sefaletinin kat kat artmasına yol açan iç savaş hâlâ tam anlamıyla sona ermiş değil. Şimdi de ülkenin batısındaki Darfur bölgesinin kopartılması için emperyalist müdahaleler ve kışkırtmalar devam ediyor. ABD yönetimi, Batı karşıtı bir direniş hareketini bahane ederek (Joseph Kony) Sudan’a ve diğer bölge ülkelerine (Uganda, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti) sürekli yeni birlikler sevkediyor.
Ülke zengin petrol kaynaklarına sahip. Özellikle Güney Sudan’da Çin’in ulusal petrol şirketi CNPC en büyük aktör durumunda idi. Fakat yaşanan iç savaş ve ardından gelen bölünme sonucunda Çin, Güney Sudan’daki imtiyazlarının önemli bir bölümünü yitirdi. Güney Sudan yönetimi tarafından desteklenen silahlı gruplar, özellikle Çin’in işlettiği petrol sahalarında silahlı eylemler düzenliyorlar. Çin 1990’lı yılların sonlarından itibaren, Sudan’a milyarlarca dolar yatırım yaptı. Bu noktadan bakıldığında Sudan, Çin için büyük bir kayıp gibi görünüyor. Petrol sahalarında istikrarı bozan bu silahlı grupların, Eritre ve Çad tarafından desteklendiği de ileri sürülüyor. Çad askerleri ise ABD’nin “İslami Terörizmle Mücadele Stratejisi” kapsamında bir süredir eğitiliyor.
ABD-Çin rekabetinin önemli cephelerinden biri olan Kongo da geniş ve kilit öneme sahip coğrafyasının yanı sıra, trilyonlarca dolarlık ekonomik değerle ifade edilen maden rezervlerine sahip bir ülke. Çin, Kongo’dan önemli miktarda, sanayide kullanılan tantal tozu ithal ediyor. Bu ülkeyle Çin arasındaki dış ticaret hacmi 10 milyar dolara yaklaşmış durumda. ABD ve İngiltere ikilisi, eskiden SSCB yanlısı olan ve sonrasında da Çin’le iyi ilişkiler geliştiren bu ülkeyi dize getirmek için, ülkenin komşuları olan Ruanda ve Uganda’yla anlaşmazlığını körüklemiş, 90’lı yıllardan 2003’e kadar devam eden savaşta da Ruanda-Uganda’yı desteklemişlerdi. Kongo’nun bu ülkelerle sorunları hâlâ bitmiş değildir ve savaş ihtimali ABD-İngiltere tarafından bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır. 2010 yılında bulunan zengin petrol rezervlerinin en önemli alıcısı da ABD olmuştur.
Kuzeyinde Müslüman nüfusun, güneyinde ise Hıristiyan nüfusun yoğun olarak yaşadığı Nijerya da, siyasi istikrar kavramını çoktan unutmuş durumdaki Afrika ülkelerinden biridir. Çünkü Nijerya, Güney Afrika ile birlikte Çin’in Afrika’daki en önemli ticari ortaklarındandır. Dolayısıyla ABD’nin de potansiyel askeri etkinlik alanlarından biri durumundadır. Nijerya’da Çin ve Güney Afrika’nın ortak petrol üretimi 200 bin varil civarındadır. Halen ABD’li Exxon ve Chevron ile İngiltere-Hollanda’ya ait Shell firmalarının faaliyet gösterdiği Nijerya, Çin’le ilişkilerini geliştirmeye başladığından beri şiddetli çatışmalarla boğuşuyor.
Kısacası geçmişte Avrupa’nın sömürgeci devletlerinin rekabetine konu olan Afrika, bugün de emperyalist güçler arasındaki kapışmaya teslim olmuş durumdadır. Çin’in önünü kesmek isteyen ABD ve diğer Batılı güçlerin politikaları nedeniyle darbeler, siyasi karışıklıklar, savaşlar ve iç savaşlar kıtada eksik olmamaktadır. Tabii bir dolu sosyal sorunu, AIDS salgınlarını ve açlığı, kuraklığı da buna eklemek gerekir.
Afrika’da ABD-Çin rekabeti
Afrika, sahip olduğu petrol-doğalgaz-maden yatakları nedeniyle gittikçe daha fazla önem arz eder hale gelmektedir. 80’lere kadar asıl olarak elmas madenlerine ve değerli mineral yataklarına dadanmış olan Batılı tekellerin iştahını 90’lardan bu yana petrol ve doğalgaz rezervleri kabartmaktadır. BP’nin verilerine göre Afrika dünyanın kanıtlanmış petrol rezervlerinin %10’una sahiptir. Bu oran Ortadoğu’nun %57’lik potansiyeline göre pek fazla görünmese de, 2025 yılına kadar Afrika’nın rezervlerinde %90’lık bir artış olacağı öngörülmektedir. Doğalgaz açısından da Afrika dünyanın dördüncü büyük doğalgaz bölgesi sayılmaktadır. Nijerya, Mısır, Cezayir ve Libya önemli doğalgaz ülkeleridir. Büyük ekonomilerin artan petrol ve enerji ihtiyacı göz önüne alındığında bu potansiyelin es geçilmesi mümkün değildir.
Örneğin Ortadoğu petrolüne bağımlılığı bilinen ABD, önümüzdeki 10 yıllık süreçte petrol ihtiyacının dörtte birini Afrika’dan karşılamayı planlamaktadır. Bu yüzden de büyük petrol şirketlerini Afrika’da yatırım yapmaları konusunda teşvik etmektedir. Amerikan tekelleri bu bağlamda son on yıllık dönem içinde 40 milyar dolarlık yatırım yapmışlardır. Ve gerek bu yatırımların gerekse de petrol-doğalgaz-maden kaynaklarının güvenliğinin sağlanması, petrol üretimindeki istikrarın süreklilik arz etmesi ve enerji nakil hatlarının korunması ABD için hayati derecede önemlidir.
Yatırımlarını ve çıkarlarını korumak için ABD 2007 yılında AFRICOM’u kurmuş ve kıtaya yönelik tüm ekonomik-siyasi-askeri faaliyetini tek bir merkeze bağlamıştır. Nitekim AFRICOM’un program ve görev listesinde “kalkınma-sağlık-eğitim-demokraside büyümeyi sağlama”, “AIDS’le mücadele” gibi hususlar bulunmaktadır. AFRICOM adlı oluşum, emperyalizmin geldiği noktada ekonomik-siyasi-askeri faaliyetlerin birbirinden nasıl kopmaz biçimde yürütüldüğünün de göstergesidir. Kriz, hegemonya yarışı ve savaş kızıştıkça, AFRICOM örneği istisna olmaktan çıkmakta, genel kaide haline gelmektedir.
Ne var ki ABD’nin ve ona eşlik eden Batılı güçlerin faaliyetleri Çin’in kıtadaki ekonomik yayılmasını durdurmaya yetmemektedir. Bunun başlıca sebebi, en Batı yanlısı yönetimlerin bile, sömürgeci geçmişlerinden ötürü ABD-Batı ittifakına duyduğu güvensizliktir. Batılılara göre çok daha yeni bir güç olan Çin, Afrikalı burjuvalara, nispeten daha fazla avantaj sağlayacak politikalar izlemektedir.
Çin’in Afrika ülkeleriyle ekonomik ilişkisi yıllık 100 milyar doları geçmiş durumdadır. Giderek büyüyen ekonomisinin enerji-hammadde ihtiyacını karşılamak ve mallarına yeni pazarlar bulmak zorunda olan Çin için de Afrika vazgeçilmez alanlardan biridir. Çin öne geçmek için Afrika ülkelerine uygun ve uzun vadeli krediler vermektedir. 34 ülkede yatırımları bulunmaktadır ve 14 ülkeyle de çifte vergilendirmenin kaldırılmasına yönelik anlaşması vardır. Kıtada faaliyet gösteren Çinli şirket sayısı 800’e ulaşmış durumdadır ve 1 milyon Çinli Afrika’da yaşamaktadır. Petrol ihtiyacının %30’unu bu kıtadan karşılayan Çin’in ayrıca ilaç ve tekstil fabrikaları bulunmakta, baraj, köprü ve yol inşaatları da hızla artmakta, madencilik ve elektrik üretiminde de yatırımları bulunmaktadır. Ancak ABD-Batı ittifakının askeri gücü karşısında sadece ekonomik yöntemlerle ilerleme kaydedemeyeceğinin farkında olan Çin, Sudan, Zimbabve, Nijerya, Kongo gibi ülkelerle askeri ilişkiler de kurmuş durumdadır. Ayrıca çatışma bölgelerine de yoğun silah satışı yapmaktadır.
Afrika nasıl kurtulur?
Afrika kıtasında yürüyen bu emperyalist kapışmanın Afrikalı halklara neye malolduğu az çok herkesin malûmudur. Emperyalist rekabet Afrika’daki siyasi istikrarsızlığı daha da pekiştirmektedir. Kıtanın her yanı bitmek bilmeyen iç savaşlarla, etnik-dini çatışmalarla, savaş ağalarıyla, sözde “özgürlük” veya “kurtuluş” ordularıyla doludur. Ülkelerin çoğu oldukça zengin kaynaklara sahip olmalarına rağmen burjuva rejimler elde ettikleri gelirleri silahlanmaya ve iktidarlarını korumaya harcamaktadırlar. Kıtadaki açlığı, sefaleti, ağır yoksulluğu ve işsizliği, salgın hastalıkları bir nebze olsun azaltacak bir ekonomik düzelme sağlayacak yönde gelişmelerden bahsetmek oldukça zordur. Sermaye yatırımları ağırlıklı olarak yeraltı kaynaklarının çıkarılmasına, işlenmesine ve ithalatına yöneliktir. İşsizliğin ve yoksulluğun önemli sebeplerinden biri budur. Tarım alanlarının maden işletmelerine çevrilmesi, tarıma kapatılması ya da gıda dışı tarıma ayrılması açlığın katlanmasına katkıda bulunmaktadır.
Afrika’nın ekonomik-siyasal-toplumsal sorunları adeta birbirini besleyen bir sarmal haline gelmiştir ve burjuva iktidarlar eliyle, hele ki emperyalist kapışmanın gittikçe kızıştığı bir ortamda, bu tablonun değişmesi mümkün değildir. Bu kısır döngüyü kıracak olan tek şey Afrikalı işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir.
Ama son dönemde gelişen sınıf hareketi bu tabloyu değiştirmekten henüz oldukça uzaktır. Kıtanın Güney Afrika, Nijerya, Kenya gibi nispeten gelişmiş ülkelerinde işçi sınıfı son dönemde genel bir hareketlilik içinde olsa da bağımsız bir siyasi örgütlülük yaratılabilmiş değildir. Bu yüzden de işçiler ve emekçiler, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ya burjuva kamplardan birinin peşine takılmakta ya da mücadeleleri ekonomik çerçeveyle sınırlı kalmaktadır. Alternatif yokluğunda özellikle radikal İslamcı hareketler güç kazanmaktadır.
Bu yüzden de siyasi mücadele İslamcı aşırılık ile Batının modern değerleri arasında cereyan ediyor gibi görünmektedir. Bağımsız bir siyasal hat oluşturamadığı için bu ikileme hapsolan sınıf hareketleri ise burjuva kutuplaşmanın esiri olmaktan kurtulamamaktadırlar. Sosyalist hareketin bir kesimi de siyasal İslama karşı diğer burjuva güçlerin yanında saf tutmakta, hatta Mısır örneğinde olduğu gibi işi darbecileri desteklemeye kadar vardırmakta; bir yandan siyasal İslamı Amerikan emperyalizminin bir komplosu olarak açıklamaya çalışırken diğer yandan siyasal İslama karşı olduğu için örneğin Fransa’nın Mali’deki emperyalist müdahalesini destekleyerek çelişkiye düşmektedir.
Sosyalist hareketin gerçek işlevini görebilmesi ve bağımsız bir sınıf hareketi yaratabilmesi için dogmalardan ve önyargılardan kurtulması, ezberini bozması ve Marksizmin ışık tuttuğu yola girmesi şarttır. Ancak bu sayede yükselen sınıf hareketinin enerjisi devrimci bir kanala akıtılabilecek ve sosyalist devrimler mümkün hale gelecektir. Yoksa Mısır ve Tunus örneğinde olduğu gibi kitlelerin kendiliğinden hareketi ve ayaklanması tek başına sorunları çözmeye yetmemektedir. Oysa birbirini tetikleyecek sosyalist devrimler sonucu işçi sınıfı Afrika’nın belli başlı ülkelerinde iktidarı ele geçirdiğinde, hem yerli burjuvaları hem de onlarla işbirliği içindeki emperyalist güçleri defetmek mümkün olacak; yaşlı kıtanın makûs talihini değiştirmek imkânı doğacaktır. İşçi iktidarı altındaki planlı ve merkezi bir ekonomi yönetimi, kıtanın kangren haline gelmiş sorunlarını çözecek ve kıtanın yüzlerce yıllık kaderini kısa sürede değiştirecek potansiyele sahiptir.
link: Kerem Dağlı, Afrika’da Yürüyen Emperyalist Kapışma, Kasım 2013, https://marksist.net/node/3351
Mısır ve Tunus’ta Son Gelişmeler
AKP’nin Makul ve Makbul Kürt Arayışı