İnsanın dünya üzerindeki 2 milyon yılı aşan uzun ve meşakkatli yolculuğu, yaklaşık 6 bin yıl önce ilk sınıflı toplumun ve devletin oluşumu ile birlikte yeni bir aşamaya varmış oldu. Uzunca bir süre sınıfsız topluluklar (ilkel komünal) biçiminde yaşayan insanlığın bu aşamaya geçişi tarihsel bir adımı ifade eder. Uygarlığın gelişmesi olarak da adlandırılan bu aşamanın kuşkusuz insanlığa bir bedeli de oldu. Dünya üzerinde ilk kez ayrıcalıklı bir azınlık, geri kalan çoğunluk üzerinde sömürüye, aldatmaya, denetime ve zora dayalı bir iktidar kurmaya başladı. Her ne kadar sınıflı toplumlar dünyanın farklı bölgelerinde, Batı tipi ve Doğu tipi olmak üzere farklı tarihsel gelişme hattı izleseler de taşıdıkları öz hep aynı olmuştur. Bugüne kadarki tüm sınıflı toplumlarda; üretilen zenginliğin üzerine çöken, kendi sınıfsal çıkarını tüm toplumun çıkarıymış gibi gösteren, toplum üzerinde gözetim, denetim ve otorite mekanizmaları kuran asalak bir azınlık, egemen sınıf olarak örgütlenmiştir. İktidardaki asalak azınlık, üreten çoğunluk üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek ve artı-emeğe sürekli bir biçimde el koyabilmek için iktidarın ona sunduğu tüm zor araçlarını kullanmak zorundadır. Başka türlüsü nasıl mümkün olabilir ki? Aldatmadan, korkutmadan, gözetim, denetim ve tahakküm altına almadan, fişlemeden, cezalandırmadan yığınları sömürü düzenlerine ikna etmek, boyunduruk altında tutmak nasıl mümkün olabilir? Kuşkusuz böyle bir şey mümkün olamaz. Bu nedenle egemenler bütün iktidar organlarıyla toplumu kıskaç altına almışlardır. İktidarın ağzından yalansız tek kelam çıkmazken, kolluk güçleri isyan etme potansiyeli taşıyan kitlelerin ensesinde sinsice bekletilir, iktidarın gözü ise sürekli toplumun üzerindedir.
Bu açıdan “Gözetim” egemen sınıflar için çok önemlidir. Marx’ın emek ve sermaye arasındaki mücadelenin bir unsuru olarak tanımladığı gözetim; üreticilerin izlenmesi, görülmesi ve sermayenin tahakkümünün sağlanması için kullanılan iktidar araçlarından biridir. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Geçmişin firavunları ve krallarının toplum üzerinde “Tanrının yeryüzündeki gölgesi ve gözü” imajını çizmesi bu bağlamda verilebilecek önemli bir örnektir. O dönemin egemenleri, iktidarlarının tanrıdan geldiği düşüncesi üzerinden bir meşruiyet yaymaya ama aynı zamanda her şeyi bilen, her şeyi gören, kadir-i mutlak bir güç olduklarını benimsetmeye çalışıyorlardı. Tanrının yani firavunun her şeyi gören gözü, simgeler halinde şehirlerin her köşesine yerleştirilmişti. Yani köleliğe ve sömürüye isyan etmeye kalkışmak nafileydi! Krala veya firavuna itaatsizlik, tanrıya itaatsizlik olarak görülüyor ve ölümle cezalandırılıyordu. Tanrı-kral, rahip-kral imajı üzerinden işletilen denetim ve baskı mekanizmaları toplum nazarında korku ve biat etme duygusunu kabartıyordu. Egemenlerin tekeline geçen ve kurumsallaşan din ise, sorgulamanın önüne geçmek için kullanılıyordu, kullanılıyor. Dini kuralların birçoğunun aynı zamanda egemenlerin iktidarını meşrulaştıracak şekilde düzenlenmesi bir tesadüf değil.
Tarihte cezaevlerinin oluşum ve gelişim sürecinin de gözetim ile doğrudan bağı bulunuyor. “Suç” denilen olgu insanlık tarihi kadar eski olsa bile cezaevlerinin oluşmaya başlaması sınıflı topluma geçişle birlikte başlamıştır. İlkel komünal topluluklarda komünün ortak çıkarına aykırı davranışta bulunan birine verilebilecek en büyük ceza, o kişiyi komün dışına atarak doğa karşısında yalnız kalmasını sağlamaktı. Oysa tarım devrimini takip eden etmenler sonucu oluşan sınıflı toplumlarda “suçlu” hapsedilerek toplumdan tecrit edilmeye ve gözetim altında tutulmaya başlanmıştır. Böylece ilkel olandan “modern” olanına tarih boyunca kurulan bütün cezaevleri de egemenlerin baskı aygıtları olduğu kadar gözetleme kafesleri olmuştur. Her dönemin devrimcilerinin, kurulu düzene isyan edenlerinin “ziyaret yeri” olan cezaevleri, tutsakların gözetim altında tutulması, savundukları fikirlerin toplumdan yalıtılması ve toplumun geri kalanının korkutulması amacıyla kullanıldı.[1]
Denetim mekanizmasının bir unsuru olan gözetim üzerine tarihsel örnekleri çoğaltmak mümkündür. Çünkü toplumun sınıflara bölünmesinin ardından egemenlerin “Göz”ü sürekli tetikte olmuştur. İktidarlarının güvenliğini tesis etmek ve sömürünün sürekliliğini sağlamak isteyen egemenlerin gözetime duydukları gereksinim tarihin çarkları döndükçe de giderek artmıştır. Sömürücü toplumsal sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmde oldukça yaygınlaşan ve gelişen gözetim bugün korkunç boyutlara ulaşmıştır. Gerek ulusal gerek uluslararası anlaşmalarla koruma altına alındığı söylenen gizlilik hakkı, bu sistem egemenliğinde bir aldatmacadan fazlası değil! Kapitalizm kelimenin tam anlamıyla bir gözetim toplumu yaratarak dünyayı adeta kafese çevirmiş durumda. İnsanların attığı her adımı gözetlemeye ve kayıt altına almaya çalışan, gündelik hayatın en ücra köşelerine dahi spotlar tutan kapitalizm, karşı-ütopyaları anımsatıyor ve hatta onlara rahmet okutuyor.
Orwell’ın 1984’ü ve günümüzde gözetim
George Orwell, 1984 adlı karşı-ütopik romanında totaliter bir diktatörlüğü ve sürekli gözetim altında tutulan toplumu yansıtır. Yazmayı bitirdiği 1948 yılının son iki rakamının yerini değiştirerek kitaba isim veren Orwell, Hitler Almanya’sından ve Stalin Rusya’sından etkilenerek kurguyu oluşturmuştur. Bürokratik bir diktatörlüğün sosyalizm kisvesiyle var olduğu, İkinci Dünya Savaşının yıkıntılarının ve Avrupa’daki faşizmin sonuçlarının bilinçlerde henüz taze olduğu bir dönemde yazılan bu kitap, dönemin karanlığını da satır aralarında taşır. Olay örgüsü “Büyük birader seni izliyor!” mottosu üzerine kurulan romanda, ülke yönetimini tekelinde tutan “Büyük Birader” adındaki Başkan, halkı baskı ve gözetim altına almıştır. Telefonlar dinlenirken, adım başı tele-göz kameralar da sürekli kayıt halindedir. Ajanlar, muhbirler her tarafta cirit atmaktadır! An be an bütün toplum çeşitli araçlarla gözetim altında tutularak iktidarın güvenliği sürekli olarak sağlanır. Ülkenin tüm sokaklarına “Büyük birader seni izliyor” afişleri asılmıştır ve en büyük suç düşünce suçudur. Bu suçu işleyen ya da kameralara yanlış bir mimikle yakalanan herhangi birisi, Sevgi Bakanlığı’na (istihbarat) bağlı düşünce polisi tarafından “buharlaştırılır”. Tarihin sürekli çarpıtılması ve bir gün doğru ilan edilenin ertesi gün yanlış ilan edilmesi işini Gerçek Bakanlığı yapmaktayken, sürekli savaş halinde olan ülkenin ordusu Barış Bakanlığı’na bağlıdır. 1984 romanıyla Orwell, 24 saat gözetim altında tutulan, baskı ve denetim mekanizmaları sürekli işleyen bir korku imparatorluğunu sarsıcı bir şekilde okuyucuya anlatmıştır. Bu kitabıyla insanlığı bekleyen tehlikeye uzak görüşlülükle işaret eden Orwell, “Kitabımda anlattığım toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum, ama buna benzerin geleceğine inanıyorum” diyordu.[2]
Orwell’ın 1984 romanının tüm dünyada en çok satılan kitaplar arasında olmasının sebebi kuşkusuz bu kara-ütopyada anlatılanların çoğunun şimdiden hayata geçmiş olmasıdır. Çürüyen ve tarihsel bir çıkmazla yüz yüze olan kapitalizm, Orwell’ın kara ütopyasındaki gibi bir toplum yaratıyor. Bugün gelinen noktada burjuvazi yaşamın her alanını gözetlemeye çalışıyor. Bilim ve teknolojideki gelişmeler sınıfsız bir toplumun nesnel temelini döşerken, öte taraftan burjuvazinin kullanımında toplumsal baskı ve gözetim aracına dönüştürülüyor. Her cadde, her sokak, her köşebaşı, meydanlar, stadyumlar, toplu taşıma araçları, toplu konutlar, irili ufaklı tüm işletmeler kısacası kalabalık insan gruplarının olduğu her yerde kameralar var. Uzayın da en azından bir bölümü adeta uydu çöplüğüne dönüştürülmüş durumda ve bu uydular vasıtasıyla tüm dünya naklen izlenebilmekte. Burjuvazi, yeryüzüne ve gökyüzüne yerleştirdiği bu kameralar ile yaşamın her köşesine dürbün tutabiliyor.[3] Burjuvazinin gözetim aygıtları kameralarla da sınırlı değil. Teknoloji geliştikçe gözetim aygıtlarının niteliği ve çeşitliliği artıyor. Yakın dönemde Wikileaks tarafından sızdırılan bilgilere göre İngiltere ve ABD istihbarat örgütleri, akıllı televizyonlarda bulunan “Ağlayan Melek” adlı bir casus yazılım vasıtasıyla kişilerin ortam konuşmalarını kayıt altına alabiliyorlar. Aynı şekilde akıllı(!) telefon ve bilgisayarlar aracılığıyla da ortam dinlemesi, konum belirleme ve kullanıcı takibi yapılabiliyor. Kapitalizmde allanıp pullanarak piyasaya sunulan ve insanların hatırı sayılı paralar dökerek satın aldığı teknolojik ürünler, “özel” yaşamın didik didik edilmesinin ve kişilerin kontrol altında tutulmasının araçlarından biri oluveriyor.
Çeşitli kapitalist ülkelerde kullanımda olan ve yakın dönemde Türkiye çapında kullanıma girecek elektronik kimlik kartları da benzer bir işlev görüyor. Patronların işe giriş ve çıkışları, molaları, tuvalette kalınan süreleri denetlemek için işçilere dağıttığı kimlik kartlarının çok daha fonksiyonlu hali Türkiye’nin bazı bölgelerinde dağıtılmaya başlandı bile! Burjuva medyanın “kullanıcıya kolaylık sağlayacak” yalanıyla pazarladığı “akıllı” kimliklerin içinde bulunan çipe, kart sahibine ait her türlü bilgi ve parmak izi işlenecek. Böylece sömürü düzeni için tehlike oluşturan kişilerin tespiti ve izlenmesi kolaylaşacak. Gözetim ve fişleme zincirinin bir parçası olan “akıllı” kimlik kartlarının, hangi sınıfa kolaylık sağlayacağı ortada! Üstelik iyice azıtan burjuvazi, işi insanlara çip takılmasına kadar götürdü. ABD’de burjuva medya, insan vücuduna takılacak bir mikroçipin suçu minimize edeceğini ve suçluların bu çip yoluyla daha kolay yakalanacağını şimdiden servis etmeye başladı! Bazı Avrupa ülkelerinde ise fabrikalarda çalışanlara çip takılmaya ve bu çip üzerinden takip yapılmaya başlandı bile.
Gözetimin geldiği boyutu çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bir başka örnekle devam edelim. “Soğuk Savaş” döneminde ABD emperyalizmi öncülüğünde ECHELON isimli bir istihbarat projesi başlatılmıştı. Günümüzde Türkiye dâhil pek çok kapitalist ülkeyi kapsayan UKUSA Sinyal İstihbarat İttifakının uydu ve bilgisayar programı olarak tanımlanan ECHELON sistemi ile dünya üzerinde telefon ve bilgisayardan yapılan her eylemi denetlemenin mümkün olduğu iddia edilmektedir. Bu takibin çeşitli dillerdeki belirli anahtar kelimeler üzerinden yapıldığı, UKUSA ittifakının parçası olan kimi kapitalist ülkeler tarafından da kabul edilmektedir. Kapitalist devletlerin istihbarat örgütleri bu program yoluyla telefon konuşmalarına, mesaj ve mail trafiğine, internette yapılan tüm ziyaretlere ulaşabiliyor, dünyanın her köşesinde casusluk yapabiliyorlar. “Kuşkusuz «casusluk» faaliyetleri sadece askeri ve politik amaçlarla yapılmıyor. ECHELON’un en önemli kullanım alanlarından birisi de, uluslararası ihalelere girecek Amerikan şirketleri için rakiplerinin sırlarının çalınması. Bu yolla Amerikan şirketlerinin milyarlarca dolarlık kazançlar sağladığı biliniyor. Devletler ve uluslararası tekeller birbirlerinin aleyhine ticari sırları ve bilgileri toplamak için yarışıyorlar. Bu amaçla hizmet veren büyük şirketler mevcut. Üstelik sadece şirketlerin sırları değil alışverişe konu olan. Aynı zamanda bankaların veya büyük şirketlerin elinde olan müşteri bilgileri de bu ticari casusluğun bir alanı. Dünya çapında milyonlarca insana ait kişisel bilgiler ve alışveriş profilleri, şirketler yahut bankalar arasında el değiştiriyor.”[4] Bu sistem sayesinde tüketici eğilimlerine ulaşabilen büyük şirketler, reklâm politikalarını bu doğrultuda belirleyebiliyor ve bu işten muazzam paralar kazanabiliyorlar.
İnsanların dijital alanda bıraktığı izler üzerinden burjuvazinin manipülasyon yapması sadece büyük şirketlerin reklâm politikalarıyla ya da ticari sırların ele geçirilmesiyle sınırlı değil. ABD’de yapılan başkanlık seçimlerinde Trump’ın da benzer bir şekilde başkan seçildiği konuşuluyor. Adına “Büyük Veri” denilen bir çeşit anket sistemi ile seçmenlerin internette (Google, Facebook, Youtube, Twitter vs) yaptığı aramalar, paylaşımlar ve beğeniler bir şirket tarafından seçmen profili oluşturmak için oluşturulan veri tabanında toplanmış. Trump, seçim süreci boyunca konuşmalarını ve vaatlerini bu veri tabanına odaklanarak belirlemiş. Bu örnek Trump’a oy veren milyonların en azından bir kısmının “Büyük Veri” aracılığıyla manipüle edildiği anlamına geliyor ve kapitalizmin gerici karakterine ışık tutuyor.
Saydığımız tüm bu örnekler ve daha sayamadıklarımız, yaşadığımız çağın “Büyük Birader Çağı” olarak adlandırılmasının temellerini oluşturuyor. Orwell’ın 1984 romanında anlattığının benzeri bugün tüm dünyanın gerçekliğidir. Peki, gözetimin yaşadığımız çağa damgasını vurmasının sebepleri nedir? Büyük birader çağında mücadele etmek nafile bir çaba mıdır? İşçi sınıfının gözetim zincirlerini de tüm iktidar aygıtlarını da paramparça ederek sınıfsız toplumu inşa edecek eylemini hayata geçirmesi burjuvazinin çabalarıyla ilelebet engellenebilir mi?
Büyük Birader Çağı
Kapitalizmin varoluşuyla birlikte kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını da yaratmış olması ve böylece mücadelenin tarihte ilk kez sömürü sistemlerinin sonunu getirebilecek bir nesnelliğe kavuşması, egemen sınıf olan burjuvazinin gözetime daha fazla ihtiyaç duymasına neden oldu. Böylece gözetim sistematikleşmeye ve kurumsallaşmaya başladı. Üstelik emperyalizm çağında kapitalist çürümüşlüğün giderek yayılan ve belirginleşen sonuçları, keskinleşen sınıf çelişkileri, toplumun bağrında biriken öfkenin patlamalar biçiminde açığa çıkmasına, devrimci durumlara ve devrimlere daha elverişli bir ortam oluşturuyor. Bu nesnellik, burjuvazinin gözetim dâhil toplumu kontrol altında tutmaya yarayan tüm araçlara daha fazla sarılmasına neden oluyor. İşçi ve emekçiler, kapitalist sistemin devamı ve güvenliğinin sağlanması için üretim süreçlerinden tutun yaşamın sanal ya da gerçek her alanında mercek altında tutuluyorlar.[5] Fakat insanların büyük bölümü gözetimin amacı ve boyutları hakkında fikir sahibi değil! Çünkü örgütsüzler ve kandırılıyorlar. Asıl olarak örgütlü bir toplumun önüne geçilmesi için oluşturulan gözetim aygıtları, topluma ideolojik çarpıtmalarla süslenmiş farklı gerekçelerle sunuluyor. 11 Eylül sonrası dünyanın tüm kapitalist ülkelerinde, uluslararası teröre karşı gözetimin bir ihtiyaç olduğu kitlelere yutturulmaya çalışılmıştı. Bugün de aynı şekilde Avrupa’da IŞİD gibi örgütlerin katliamları, Türkiye’de “FETÖ ve darbe teşebbüsleri ile mücadele” gibi gerekçeler gözetimin meşrulaşması için kullanılıyor ve gerçek niyet toplumdan kaçırılıyor. Gözetimin bu şekilde kitlelerin gözünde meşrulaştırılmasını, gündelik yaşamın her alanına yerleştirilmesi ve rutinleşmesi takip ediyor.
Gözetim ile beraber, polis devleti uygulamaları da, bir bütün olarak otoriterleşme eğilimi de küresel ölçekte giderek artıyor. Sermaye sınıfı sürekli gözetlemek ve dinlemekle yetinmiyor, aynı oranda baskı, saldırı ve cezalandırma eylemini de arttırıyor. Burjuvazi, çıkarlarına aykırı hareket eden ve kendisi için tehdit oluşturan unsurları yok etmeye ya da en azından pasifize etmeye çalışarak, hem onlardan kurtulmaya hem de toplumun geri kalanına mevcut düzene isyan etmenin bir bedeli olacağı mesajı vererek sopa göstermeye çalışıyor. Düzene tehdit olarak görülen unsurlara yönelik baskı ve saldırı arttıkça, bu yolla toplumun geri kalanına verilen mesajın vurgusu da artıyor. Toplumun damarlarına enjekte edilen korku virüsü düzenin çelişkilerini gören insanların önemli bir bölümünün mücadele saflarına katılmasının da önüne geçiyor.
Meselenin bam teli de burası! Herkesi, her ortamda izleyebilecek teknik donanıma sahip burjuvazinin, herkesi aynı anda izlemesi mümkün değil, hiçbir zaman da mümkün olmayacak! Burjuvazinin ne bu alanda istihdam ettiği ajanlar ne de teknolojinin ona sunduğu araçlar tüm toplumu gözetim altında tutamazlar. Zaten burjuvazinin gözetim ve denetim ihtiyacını asıl olarak yaratılan toplumsal bir paranoya karşılıyor. “Sürekli gözetleniyoruz, bak falancanın başına ne geldi, aman sesimi çıkarmayayım, aman başıma bir iş gelmesin” paranoyası yaşayan kitleler aslında kendi kendilerini denetlemiş oluyorlar. Acı ama gerçek! Bir nevi korku imparatorluğu kurmaya çalışan burjuvazi, örgütsüz kitlelerin içine saldığı dehşetli korkunun yardımıyla her insanın bilincine birer polis memuru yerleştirmiş oluyor. Çelişkileri, çürümeyi, yakıcı sorunları gören ama kendisini sürekli gözetim altında hisseden birçok kişi başına bir iş geleceği korkusuyla (bilincindeki polis!) mücadeleye katılmıyor, sesini çıkarmıyor. Elbette korkmak insana ait bir duygudur. Fakat kapitalizme karşı mücadele etmenin bedellerinden korkan insanlar, bu sömürü düzeninin yarattığı sorunları yaşayarak her gün bedel ödemekten kurtulabiliyorlar mı? Bedel ödemekten korkmak ve mücadeleden kaçmak mümkün olabilir fakat insanlığa her gün türlü bedeller ödeten kapitalizmden kaçabilir mi insan? Kapitalizmin çelişkilerini gören ama bu sisteme savaş açma konusunda tereddüt yaşayan her insan bu soruları sormalıdır kendisine.
Unutulmasın ki onlar da korkuyorlar. Tarihsel bir kriz içinde debelenen sömürü sistemlerinin bir ayağı çukurda! Çelişkiler netleştikçe, kapitalist çürüme derinleştikçe korkuları da katmerleşiyor. Geliştirdikleri onca gözetim aracına rağmen kitleleri denetim altında tutmakta her geçen gün daha da zorlanıyorlar. Bir korku imparatorluğu kurmaya çalışıyorlar ama sırça köşklerde yaşıyorlar. Yaprak kımıldamasın istiyorlar ki sırça köşkleri o denli kırılgan! İşçi sınıfı ise bugün acıyı ve öfkeyi biriktiriyor. Peki, burjuvazinin aygıtları bu öfkenin taşarak sırça köşkleri paramparça etmesini engelleyebilir mi? “Açıktır ki, bir avuç sömürücü azınlığın çıkarlarını koruyan burjuva devletlerin karşı-devrimci aygıtları milyonlarca emekçinin emperyalist-kapitalist sisteme karşı dünya çapında gelişen öfkesini ve bunun devrimci bir yükselişe dönüşmesini engelleyemeyecektir. Çünkü burjuvazinin elindeki hiçbir güç, kitleselleşmiş bir mücadelenin ortaya çıkardığı güçten daha üstün değildir. Tarih bize bunu defalarca kanıtlamıştır.”[6] Dünya işçi sınıfının mücadele tarihi bu açıdan Ekim Devrimi, Paris Komünü başta olmak üzere sayısız örnekle doludur. Bugün biriktiren işçi sınıfı tarihte defalarca olduğu gibi yarın da bölükler halinde burjuvazinin sırça köşklerine doğru yürüyecek. Devrim eğer öncüsüne kavuşursa tüm iktidar aygıtlarını paramparça ederek sınıfsız bir dünya kurma yolundaki tarihsel programını hayata geçirecek. Diyeceğimiz o ki, asayiş burjuvazi için şimdilik berkemal olabilir, ama yarınlar nice fırtınaya gebe!
[1] Bununla da yetinmeyen egemenler, Almanya ve Türkiye’deki faşizm dönemlerinde cezaevlerini adeta deney-gözlem merkezlerine dönüştürdü. Ruhunu ve tüm benliğini sermayeye satmış sözde bilim insanları, faşizmin tutsak ettiği mahkûmlara akıl almaz işkenceler yaparak ve davranışlarını inceleyerek, onlar üzerinde patenti henüz alınmamış ilaçlar deneyerek sözde bilimsel araştırmalarına veri topladılar. Gözetim kafesleri içindeki tutsakları sermayenin kirli çıkarlarının kobayları olarak kullandılar. Bu konu özelinde marksist.com yazarlarından Gülhan Dildar’ın 12 Eylül Faşizminin Mengeleleri yazısına bakılabilir.
[2] Orwell’ın ABD’li bir sendikacıya yazdığı bir mektuptan.
[3] Suçu önleme ve suçluyu yakalama gerekçesiyle meşrulaştırılmaya çalışılan bu kameralar, devlet terörü, polis şiddeti söz konusu olduğunda her ne hikmetse ya çalışmıyor ya da kaydettiği görüntü “silinmiş” oluyor!
[4] Kerem Dağlı, Küresel Gözaltı Toplumu, marksist.com
[5] Kapitalist devlet aygıtı içinde istihbarat servisleri yan ve tamamlayıcı kuruluşlarıyla birlikte teknik donanım ve bütçe açısından önemli bir yer tutar. Bu örgütler sadece reel yaşamı değil, sanal ortamı da sürekli takip etmektedirler. Meselâ sadece Çin’de 2 milyonu aşkın “internet polisi” mevcuttur. Türkiye’deki twitter, facebook gözaltıları sermayenin bu topraklarda da bu alanı boş bırakmadığının açık göstergesidir.
[6] Kerem Dağlı, age
link: Yılmaz Seyhan, İktidar ve Göz, Gözetim ve Toplum, 9 Haziran 2017, https://marksist.net/node/5688
İşçi Sınıfının Şairi Nâzım Hikmet
“Siz İşinize Bakın, Biz İşimize!”