Ciddi bir ekonomik krizin içinden geçmekte olan dünya kapitalizmi, burjuvaziyi, kârlarını korumak ve sahip olduğu sermayeyi daha da büyütmek için işçi sınıfına yeni saldırılar yapmaya yöneltiyor. Bu saldırıların bir ayağı da, gerek sermayenin IMF ve WTO gibi uluslararası örgütlerinin gerekse de Türkiye burjuvazisinin dilinden düşürmediği “yapısal reformlar” adı altında hayata geçirilmektedir.
Bu “yapısal reformların” bir parçasını da, sayıları yüz binleri bulacak kamu işçisinin[1] işten atılması, kalanlarınsa daha ucuza ve daha “uygun” koşullarda çalışacak hale getirilmeleri oluşturmaktadır. Zira kriz içerisindeki burjuvazinin düşmekte olan kârlarını arttırmanın tek yolu işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü arttırmaktan geçiyor ve bu haliyle Türkiye’deki yapı, sermayenin iştahını doyuracak yeterlikte/nitelikte değildir. Üstelik sürekli olarak kamu harcamalarının kısılarak bütçeden daha fazla bir dilimin borç ödemelerine ayrılmasını isteyen IMF de burjuva hükümete baskı uygulamaktadır. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisi hem uluslararası sermayenin baskısı hem de kendi çıkarları gereği, yeni bir yasa tasarısını meclisin gündemine sokmuştur.
Araya başka meselelerin girmesi nedeniyle kamuoyunun gündemini çok kısa bir süre meşgul eden bu tasarı, “Kamu Yönetimi Reformu” başlığıyla öncelikle AKP’nin seçim beyannamesinde ve daha sonra da “acil eylem planı” ile hükümet programında yer aldı. Genel hatlarıyla üç başlık altında (Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetim Kanunu ve Kamu Personel Rejimi Kanunu) özetlenebilecek olan bu projenin arka planında hem uluslararası hem de “milli” sermayenin çıkarları yatmaktadır.
Plan üç kısımdan oluşuyor: devletin kimi işlevlerinin yeniden düzenlenmesi, buna bağlı olarak yerel yönetim organlarının işlevlerinin yeniden organizasyonu ve merkez ile koordinasyonu, devletin kamu işçileriyle olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi.
Kapitalizmde Burjuva Devlet “Küçülmez”
Burjuvazi 24 Ocak kararları ile başlayan sürecin hızla tamamlanmasını arzuluyor. Türkiye kapitalizminin dünya pazarına tam entegrasyonunu gerçekleştirecek ve bunun önündeki her türlü hukuksal, siyasi engelleri ortadan kaldıracak düzenlemeler uzun bir süredir gündemde. Bu düzenlemeler topyekun halde gündeme gelemiyorsa bunun nedeni esas olarak Türkiye’deki egemen sınıfın çeşitli kesimleri arasındaki güç dengeleridir. Bu entegrasyon sürecinin bir ayağı da, burjuva devletin ekonomik yaşamda oynadığı önemli rolü finans-kapitalin çıkarları çerçevesinde yeniden düzenlemektir. Bu süreci 1980’lerle birlikte dünya çapında gelişen neo-liberalizm saldırısının bir parçası olarak algılamak zorundayız. Burjuvazi devlet ve ekonomi arasındaki ilişkiyi bu yeni çerçeve içerisinde yeniden oluşturmak istiyor. Bu bağlamda, birincisi, devletin doğrudan bir yatırımcı olarak yer aldığı sektörlerden çekilmesi, bu sektörlerdeki devlet işletmelerinin ya tümden tasfiyesi ya da özelleştirilmesi şeklinde özetlenebilecek bir başlık söz konusu.[2] İkincisi, ise özellikle Soğuk Savaş yıllarında kapitalist dünyada gündeme getirilen “sosyal refah devleti” uygulamalarının tümden tasfiyesidir. Bu her iki başlıkla doğrudan ilişkili ama aynı zamanda Türkiye’nin tarihsel özgüllüklerinden kaynaklanan bir başka başlık da devlet aygıtında istihdam edilen “memurlar” konusunda yapılması düşünülen yeni düzenlemelerdir.
Her ne kadar burjuva medya sorunu “demokratikleşme”, “bürokrasinin azalması” ve “devletin şeffaflaşması” gibi teranelerle allayıp pullasa da, gerçeklik bunun çok uzağındadır. Türkiye gibi bürokratizmin, kırtasiyeciliğin ve derin devlet uygulamalarının insan aklını zorlayan boyutlarda olduğu bir ülkede, burjuvazinin propagandasının temeli, “devletin küçülmesi” türünden masallarla emekçi halkın ve işçi sınıfının özlemlerinin istismar edilmesidir. Burjuva liberaller, işçi ve emekçilerin, ceberut devlet aygıtına ve bürokrasiye dönük tepkisinden faydalanarak devletin küçülmesi gerektiğini ve bunun da yeni kanun tasarısı ile gerçekleşebileceğini savunuyorlar. Halbuki mesele devletin küçülmesi değildir. Emperyalizm çağında tekelci sermayenin hizmetindeki kapitalist devletin küçülmesi söz konusu bile olamaz. Çünkü devlet aygıtının ve bürokrasisinin hantal, pahalı ve verimsiz olmasının sebebi kamu işçilerinin sayısının fazlalığı ya da onların tembelliği vs. değil, kapitalist sistemin akıl dışı doğasıdır. Toplumun küçük bir kesimini oluşturan burjuvazi, toplumun geri kalan çoğunluğu üzerinde egemenlik kurabilmek için son derece pahalı, karmaşık ve büyük bir devlet aygıtına ve ayrıca da bu aygıtı işletebilecek uzmanlara ihtiyaç duyar. Bu nedenle kapitalist devletin hantal ve bürokratik yapısı, onun istihdam ettiği “memurlar”ın sayısından değil, kendi sınıfsal doğasından kaynaklanır. Dolayısıyla bürokratizmden kurtulmanın tek yolu, işçi sınıfının kapitalist devleti yerle bir ederek kendi iktidarını kurmasıdır.
Kamu Personel Rejimi Tasarısının Amacı Nedir?
Bu bağlamda söz konusu tasarının sınıf açısından en önemli kısmı “Kamu Personel Rejimi”dir. Bu yeni tasarı da çok önceden planlanmış bir ve aynı saldırının bir parçasıdır. Saldırının ilk adımı “İş Yasası”ydı ve bilindiği gibi Meclisten geçti. Bu yasa sonucu işçi sınıfı uzun ve bedeli ağır olan mücadelelerle kazanmış olduğu pek çok hakkını kaybetti: Kıdem tazminatına, fazla mesai ücretlerine, çalışma saatlerine yönelik saldırılar, taşeronlaştırmanın alt işverenlik adı altında yasalaşmasıyla sendikalaşmanın önüne ciddi engellerin koyulması, işçinin başka işverene kiralanabilmesi vb. … Ne var ki, tüm bunlar sendikalardan ciddi anlamda hiçbir örgütlü tepki almadan yürürlüğe girdi.
Bugün aynı saldırı kamu işçilerine yönelik başlamış durumdadır. AKP’nin seçim beyannamesinde de yer alan tasarıya göre Kamu Personel Rejiminin temel ilkeleri şöyle konulmaktadır:
Kamu hizmetlerinin gerektirdiği nitelik ve sayıda istihdamı esas alan, değişen şartlara uyarlanabilir, esnek, eşit işe eşit ücreti eşit statüye tâbi tutmak suretiyle ödemeyi öngören, sade, basit, taraflarınca anlaşılabilir, performans değerlendirmesine müsait, şeffaf, etkinlik ve verimlilik ölçütleriyle işletilebilen, halka güveni esas alan, hizmetin yürütülmesini yetkili ve sorumlularıyla birlikte vatandaşlara en uygun ve mümkün olduğunca sunan bir personel sistemi...
Halen 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa göre istihdam edilenlerin çoğu, yeni düzenlemeye göre memur olmaktan çıkarak sözleşmeli işçi statüsüne geçeceklerdir.[3] Sadece devletin “bekası” ve asli işleri açısından kilit konumda olanlar kadrolu (yani 657’ye tabi) memurlar olarak kalacaklardır. Böylelikle memur statüsünden çıkarılanlar, bir bütün olarak, yasalarda işçi olarak adlandırılanlarla aynı yasalara ve aynı haklara sahip olacaklardır. Burada asıl hedef kuşkusuz, 657’ye tâbi kamu işçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırılması ve böylelikle işten atmaların kolaylaştırılmasıdır. İşte sendikaların ve işçilerin asıl taviz vermemeleri ve mücadele etmeleri gereken nokta da budur: “Kamu” ve kamu dışındaki tüm işçilere iş güvencesi.
İşçi sınıfının bilincini bulandıran işçi-memur ayrımının kalkması, işçi sınıfının tek iş yasası, tek sendika yasası ve tek sosyal güvenlik sistemi dahilinde birliğinin sağlanması, kuşkusuz sınıf hareketi açısından olumlu politik sonuçlara yol açacaktır. Ne var ki işçi-memur ayrımı konusunda kafası karışık olan yalnızca işçiler değildir. Onlara önderlik iddiasındaki sol hareketin büyük bölümü de bu konuda tam bir bulanıklığı yaymaya devam ediyor. Sol hareketin büyük bir kesimi, bu ayrımın kalkmasını savunmak yerine, yasa tasarısını tam da mevcut statükonun korunması sonucuna çıkacak argümanlarla eleştirmektedir: 657 tarihe gömülmek isteniyor! Kamu işçilerinin kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemeleri, sınıf mücadelesine de ancak kendilerini doğrudan ilgilendirdiğini düşündükleri konular üzerinden katılmalarına yol açmaktadır. İş Kanununda yapılan son değişiklikler sırasında işçilerle birlikte alanlarda yer almamaları, “bu konu bizi ilgilendirmiyor işçileri ilgilendiriyor” şeklindeki ifadelerin bu kesimin sendika yöneticileri tarafından dile getirilebilmesi, bu çarpık anlayışın en en somut göstergeleridir. Devletçi anlayışın bu derece yaygın olduğu bir ülkede, kendini “ayrı” ve “ayrıcalıklı” gören bu anlayışın ortadan kalkması, sınıf mücadelesinin ilerlemesi açısından zorunludur.
Yeni yasa tasarısına göre “memur” statüsünden sözleşmeli işçi statüsüne geçirilenler artık eskisi gibi kıdem ve yapılan işin niteliği üzerinden bir ücret almayacaklar. İşçi sınıfının özel sektörde tâbi olduğu ücret sistemi bu kesim işçileri için de geçerli olacak, ayrıca performans kriterleri gündeme getirilecektir. Böylesi bir sistemin ilk sonucunun, düşen ücretler, artan çalışma süreleri ve artan emek yoğunluğu olacağı çok açıktır. Bu sistemin bir başka sonucu ise, performansı beğenilmeyen işçilerin başka bir gerekçe gösterilmeksizin işten çıkarılabilmeleri olacaktır. Performans ölçümü için ortaya konulan ortalamaların sürekli yükselmesi bir yana, bir işçinin yeterli performansı tutturup tutturmadığının bizzat amirlerce belirlenecek olması, işyerinde öncü durumundaki işçilerin sendikal ya da siyasal faaliyetleri dolayısıyla kolayca işten atılabilmelerini de beraberinde getirecektir. Yeni İş Yasasıyla bu artık mümkün.
“Kamu personeli”ne ilişkin getirilmek istenen bir başka düzenleme de, İş Yasasıyla özel sektör için yasallaştırılan, esnek çalışma ilkelerinin hayata geçirilmesidir. Burada da “eski devlet memuru yeni işçi”lerle eski işçiler arasındaki farklılıklar ortadan kalkacaktır. Esnek çalışma anlayışının özü, işçinin, işverenin istediği anda, istediği işte, istediği yerde ve istediği süre boyunca çalıştırılmasıdır. Yeni yürürlüğe girmiş olan İş Yasası ile bu mümkün kılınmıştır. Kuşkusuz geçmişte memur sıfatıyla istihdam edilen kamu işçilerinin ağırlıklı olarak hizmet üretiminde yoğunlaşmaları, esnekliğin uygulanışında birtakım farklılıkları beraberinde getirebilir, ama yine de öz aynıdır.
Yeni tasarının bir başka düzenlemesi de “Toplam Kalite Yönetimi” (TKY) anlayışının kurumsallaştırılmasına dönüktür. Özel sektörde yıllardan beri yürürlükte olan TKY uygulamaları, tasarının kanunlaşması ile kamu işletmelerinde de geçerli olacaktır. Burjuva devlet bu konuda pilot uygulamalara başlamıştır bile. MEB bünyesindeki tüm okullarda şu anda TKY sıkı bir şekilde uygulanmakta ve takip edilmektedir. TKY olarak adlandırılan sistem esnek üretim, performans değerlendirmeleri ve sözleşmeli çalışmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Burjuvazi bu sistem sayesinde verimliliğin artacağını, müşteri memnuniyetini gözeten bir hizmet anlayışının yerleştirileceğini, çalışanların işin yönetimine katılarak daha da özgürleşeceklerini savunmaktadır. Oysa uygulamalar bize farklı sonuçların ortaya çıktığını göstermiştir. Örneğin Japonya’da Toyota otomobil fabrikasında TKY ile birlikte 6 saat süren “presleme” süreci 1 saat 12 dakikaya inmiş ancak bunun yanında işçilerin %50’sinde aşırı çalışmaya bağlı ve ani ölümlerle sonuçlanabilen hastalıklar ortaya çıkmıştır. Sebebi çok basittir, çünkü TKY ile birlikte çalışma süresi 16 saate ulaşmıştır!
Burjuvazi ne şekilde pazarlamaya çalışırsa çalışsın, TKY’nin işçiler açısından anlamı açıktır: Toplam Kârı Yükseltme. İşveren işçileri “sıfır hata”ya zorlayarak aşırı bir strese sokmakta, işçiler arasında rekabeti arttırmaktadır. İş güvencesi olmadığından, performansı “iyi olmayan” işçiler işten atılmakla yüzyüzedirler. Ücretler son derece düşük tutulduğundan işçinin geçinebilecek kadar bir ücreti kazanabilmesi için fazladan çalışması, mesai bitiminde de işyerinde kalarak verimliliği yükseltecek faaliyetlerde bulunması gerekmektedir. Bunun anlamı angaryanın geri gelmesi, fazla mesainin zorunlu hale dönüşmesidir, ama TKY literatüründe buna “gönüllülük” denmektedir. İşçiler işin yönetimine katılmak adı altında, işten eve gittiklerinde bile, yani 24 saat işlerini düşünerek patronlarının kârını arttırmanın yollarını bulmaya zorlanmaktadır. Kısacası işçinin işin dışında geçen zamanına bile el konmaktadır.
Tasarının diğer bir ana başlığı durumundaki norm kadro uygulaması da, geçtiğimiz yıl çıkarılan İş Yasasının getirdiği “ödünç işçilik” kavramının devlet sektöründeki uyarlamasından başka bir şey değildir. Aradaki tek fark bu konudaki uygulamaların önce devlet sektöründe başlatılmış olmasıdır. Norm kadro uygulaması bir süredir devlete ait okullarda hayata geçirilmiş bulunmaktaydı. Buna göre, bir işçinin (burada öğretmen sıfatıyla anılıyorlar) ihtiyaç duyulan çeşitli işyerlerinde (okullarda) kullanılabilmesi mümkün kılınmıştı. Böylelikle en az sayıda öğretmenle en fazla sayıda okulun ihtiyacı karşılanmış olmaktadır. Bu uygulama yeni İş Yasasıyla tüm işçileri ve bu arada “yeni” işçileri de kapsayacak şekilde genişletilmek isteniyor.
Sosyal Hakların Gasp Edilmesi, Sosyal Hizmetlerin Tasfiyesi Kabul Edilemez
Bu “reform” tasarısı, İş Yasası ile hız verilmiş olan işçi sınıfına yönelik ağır saldırıların artarak devam ettiği anlamına gelmektedir. Saldırının boyutları kamu işçilerinin ücretlerinin düşürülmesi ve çalışma koşullarının kötüleşmesi ile sınırlı değildir. Saldırının önemli bir ayağı da sosyal hakların gasp edilmesidir. Burjuvazinin “devletin küçülmesi” olarak formüle ettiği, kimilerinin “sosyal devlet” elden gidiyor diye dövündüğü konunun aslı, işçi sınıfının her türlü sosyal hakkının ve kazanımlarının gasp edilmesidir. Kamu Yönetimi Kanun Tasarısını hazırlayan AKP hükümeti bu çerçevede uluslararası sermaye ile tam bir işbirliği içinde hareket etmektedir.
Yapılan planlardan birisi de SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur kurumlarının tek bir çatı altında toplanmasıdır. İş bununla sınırlı kalsaydı, hak kayıplarına yol açmadığı sürece böylesi bir düzenlemeye karşı çıkmak anlamsız olurdu. Ancak planlanan sadece kurumların tek merkezde toplanması değil, bu kurumlarla birlikte verdikleri hizmetlerin de (emeklilik fonları, sağlık hizmeti gibi) tümüyle özelleştirilmesidir.
SSK ve Emekli Sandığı kurumları işçi sınıfının ücretinden kesilen paralarla oluşturulmuş fonlara sahiptirler ve bu anlamıyla bu kurumların özelleştirilmesi diğer KİT’lerin özelleştirilmesinden tamamen farklı bir niteliğe sahiptir. Herhangi bir devlet işletmesinin özelleştirilmesi ile hedeflenen, asıl olarak sendikasızlaştırmayı, sosyal hakların gaspını, esnek üretim gibi koşulların getirilmesini mümkün kılmaktır. İşçi sınıfının özelleştirme sorununda karşı çıkması gereken noktalar bunlardır. Yoksa patronun devlet mi yoksa özel bir kapitalist mi olacağı sorunu işçi sınıfını ilgilendirmez. Her halükarda bu tür işletmeler, işçi sınıfının mülkiyetinde olan işletmeler değildir.[4]
Fakat söz konusu olan SSK, Emekli Sandığı olunca işin rengi değişmektedir. Çünkü burada özel kapitalistlere devredilecek olan şey, gerçekte burjuvazinin kolektif mülkiyeti anlamına gelen devlete ait işletmeler değil, işçilerin ücretlerinden kesilerek oluşturulmuş ve burjuva hukuk çerçevesinde bile işçilere ait olması gereken devasa fonlardır. Bu tür fonlar, tarihsel olarak bakıldığında, işçilerin yardımlaşma ve dayanışma sandıklarından türemişlerdir. Ardından burjuvaziye karşı verilen mücadele içerisinde, sözkonusu fonlara burjuvaların ve devletin de katkıda bulunması sağlanmış, ancak bu durumda yasallaşarak kurumsallaşan bu tür fonlar, işçilerin doğrudan denetiminde olmaktan çıkmışlardır. “SSK İşçi Yönetimine” sloganıyla, bu kurumların devletin denetim ve yönetiminde olmasına karşı mücadele edilmesi gerektiği hususuna dikkat çekmiş oluyoruz. Böylesi bir mücadelenin verilmesi ve başarıya ulaşması sorununu bir tarafa bıraksak bile, bugün yönetimi esas olarak devletin elinde olan ama aslında işçi sınıfına ait bir kurumun ve beraberindeki fonların burjuvaziye peşkeş çekilmesine işçi sınıfının sessiz kalması düşünülemez. Dolayısıyla bu kurumların özelleştirilmesi, yalnızca işçi sınıfının sosyal haklarına yapılmış ciddi bir saldırı anlamına değil, onun birikmiş fonlarının gaspedilmesi anlamına da gelmektedir.
Bu noktada ciddi bir darbe de eğitim ve sağlık alanına vurulacaktır. Uzun yıllardır kimi uygulamalarla, yönetmeliklerle ve hatta birtakım kanun maddeleriyle zaten eğitim ve sağlık hizmetleri ücretsiz olmaktan çıkartılmıştır. Gerek eğitim gerekse de sağlık hizmetleri konusunda, işçilerin sırtına gittikçe daha fazla yük binmektedir. Bugün ise bu hizmetlerin tümüyle paralı hale getirilmesiyle karşı karşıyayız. Devletin elindeki eğitim ve sağlık işletmelerinin özelleştirilmesi veya kanun tasarısındaki haliyle söylersek “yerel yönetimlere devredilmesi” ile birlikte, parasız eğitim ve parasız sağlık hizmetleri tasfiye edilmek isteniyor. Bu durum sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesiyle birlikte ele alındığında tek bir sonuca yol açacaktır: paran kadar yaşa, paran yoksa öl! Bu yaklaşım, kâr etmeyi milyonlarca hatta milyarlarca insanın yaşamından daha önemli bulan kapitalist sistemin kaçınılmaz ürünüdür.
Burjuvazinin Saldırılarına Burjuva Argümanlarla Karşı Çıkılamaz
Burjuvazi AKP hükümetinin “acil eylem planı” çerçevesinde işçi sınıfına yapacağı saldırıları deklare etmiştir. Şimdi işçi sınıfı kendi acil eylem planını oluşturmalı ve bunun etrafında birleşmelidir.
İşçi sınıfı bugün örgütsüz ve dağınık durumdadır. İşçi sınıfına önderlik etme yeteneğindeki devrimci bir siyasal örgütlülüğün henüz ortada bulunmadığı, sınıfın sendikal örgütlerinin ise sendikal bürokrasinin boyunduruğu altında felçleştirilmiş olduğu bir durumda, işçi sınıfının en ölümcül saldırılara karşı bile anlamlı bir direniş mevzisi oluşturması mümkün gözükmüyor. Yine de, mevcut saldırıya karşı nasıl bir direniş hattının örülmesi gerektiği, bu direniş hattının hangi argümanlarla inşa edileceği sorunu öneminden bir şey kaybetmiyor. Yasaya karşı çıkmak adına, burjuva ideolojisinin şu ya da bu argümanını ileri sürerek, sendika bürokrasisinin bir kesimini harekete geçirmeye çalışmak belki kısa vadede sonuç verebilir, ancak bu olsa olsa burjuva ideolojisinin ve en başta da milliyetçiliğin ve devletçiliğin sınıfın geniş kitleleri arasında daha derin ve sağlam kökler salmasıyla sonuçlanacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, birinci ve en önemli nokta, saldırının sınıfsal boyutunun doğru kavranmasıdır. Türkiye işçi sınıfı hareketinin sık düştüğü bir yanlış, burjuvazinin bu türden saldırılarının genellikle tek yanlı, milliyetçi ve reformist bir perspektifle ele alınmasıdır. Örneğin bugün Kamu Yönetimi “Reformu”yla burjuvazinin işçi sınıfına yönelttiği kapsamlı saldırı, ne sadece Türkiye’ye mahsus bir durumdur ne de yalnızca IMF gibi emperyalist kurumların kafasından çıkmış bir projedir. Burjuvazi bu saldırıyı Türkiye’den çok önce birçok Avrupa ülkesinde, ABD’de, Japonya’da vb. gerçekleştirmiştir. Bu anlamda saldırı, uluslararası bir saldırıdır ve bir bütün olarak sermayenin işçi sınıfına yönelik sınıfsal bir saldırısıdır. O halde saldırıyı sadece emperyalist ülkelerin Türkiye gibi “az gelişmiş” ülkelere yönelik bir saldırısı olarak sunup “ulusal”laştırmak, işin sınıfsal boyutunu göz ardı etmek ve burjuvazinin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Eğer saldırı gerçekten de bir ulusun bir başka ulusa yönelttiği bir saldırı olarak algılanırsa, bu durumda burjuvazinin en azından bazı kesimleri baş düşmanı soyut bir emperyalizme indirgemiş olmaktadır.
Kuşkusuz bu saldırıların baş sorumlusu bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistemdir, fakat Türkiye burjuvazisini bu bütünün dışında görmek en alâsından politik körlüktür. Sermayeyi “milli” ve “işbirlikçi” olarak ikiye ayırmak, saldırıyı milliyetçi ve devletçi bir yaklaşımla karşılamaya çalışmak, olsa olsa işçi sınıfının kafasını bulandırır ve mücadeleyi böler. Aynı saldırı emperyalist bir ülkede, Amerikan işçi sınıfına da yapılmıştır. Bizler bu durumda Amerikalı ve Türkiyeli işçilerin farklı çıkarları olduğunu savunabilir miyiz? Farklı ülkelerin işçilerinin çıkarlarının da farklı olduğunu düşünmek, Marksizmin değil burjuva milliyetçiliğinin peşinden gitmektir. Oysa gerçekte saldırı sermayenin tüm uluslardan işçi sınıfına yönelttiği çok yönlü bir saldırıdır. Bu yüzden bizim durmamız gereken yer burjuva milliyetçiliğinin ardı değil proletarya enternasyonalizminin yanı olmalıdır.
İdeolojik dar görüşlülüğün ikinci bir ayağı da devletçi anlayışlardır. Saldırının adı Kamu Yönetimi Reformu olunca bir anda bütün devletçi duygular ayağa kalkmış ve geçmişte özelleştirme saldırılarının yoğunlaştığı dönemdekine benzer bir atmosfer tekrar oluşmaya başlamıştır; “sosyal devlet elden gidiyor!” Burjuvazinin saldırılarına karşı çıkmak için illa da devletçi olmak gerekmiyor. Çünkü “modern devletin yürütme aygıtı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir.”[5] Devlet burjuvazinin devleti olduğu sürece devletçiliği savunmak hiçbir biçimde işçi sınıfının yararına olamaz. Devletçi yaklaşımlar işçi sınıfını iktidar perspektifinden uzaklaştırır, yani kapitalizmle uzlaşmayı ima eder.
Demek ki söz konusu kanun tasarısına devletçilik adına karşı çıkılması doğru değildir. Asıl karşı çıkış noktası, işçi sınıfının örgütlülüğünü, sosyal hak ve kazanımlarını savunma ve geliştirme perspektifi üzerinden ortaya konmalıdır. Bizler bu saldırıya kapitalist devlet işletmeleri özelleştirildiği için değil, işçi sınıfının elindeki haklar gasp edilmeye çalışıldığı için, işten atılmalara yol açacağı için, sendikal örgütlülüğü verili haliyle bile dağıtmayı ve böylelikle işçi sınıfının daha fazla sömürülmesini hedeflediği için karşı çıkmalıyız.
[1] Devletin 657 sayılı kanuna tâbi kılıp “memur” dediği, sendikalı olanlarının çoğunluğunun bile kendisini işçi değil “emekçi” olarak gördüğü bu kesim, gerçekte işçi sınıfının bir parçasıdır. Yazımız boyunca kamu işçisi dediğimizde 657’ye tâbi bu işçileri kastedeceğiz.
[2] Bunun anlamı, devletin, geçmişte kârsız olduğu için –veya burjuvazinin yeterli sermaye birikimine sahip olmaması yüzünden– büyük yatırımlar yaparak geliştirdiği sektörlerden çekilerek daha farklı alanlarda benzer bir öncülük rolünü (örneğin, havacılık ve uzay sektörü, askeri sanayi vb.) sürdürmesi, devletin çekildiği alanlarda sermayenin yeni yatırımlar yapabilmesi için gerekli yasal ve pratik düzenlemelerin yapılması, sermayenin yapacağı bu muazzam yatırımların devlet tarafından garanti altına alınmasıdır.
[3] Halihazırda çeşitli kamu kuruluşlarında 657’ye tâbi bazı kamu işçileri sözleşmeli olarak çalışmaktadır. Fakat bunların sözleşme süreleri 2 yıldır ve bu uygulama kamunun genelinde yaygın olmadığından iş güvencesini ortadan kaldırmak yönünde çok fazla işletilememektedir. Yeni yasa ile hedeflenen, sözleşme süresinin en fazla 1 yıl olmasıdır. Burjuvazi özel sektörde çalışan işçileri terbiye ederken son derece kıvrak bir şekilde kullandığı işsizlik kırbacını kamu işçilerinin sırtında da denemek için can atıyor.
[4] Oysaki özelleştirme sorununda tam da bu noktada ciddi anlamda bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. KİT’leri sırf kamu işletmeleri oldukları için savunmak, “kamu malı halkın malıdır” anlayışını yaymak, işçi sınıfının bilincini bulandırmaktan başka bir şeye hizmet etmez. Sorunun özü devletin kimin devleti olduğu sorusunun cevabında yatmaktadır.
[5] Marx ve Engels, Komünist Manifesto
link: Tuncay Alp, Sermayenin Yeni Bir Saldırısı: Kamu Personel Rejimi Tasarısı, 29 Ekim 2003, https://marksist.net/node/1311
İklim Değişiklikleri: Tehlikede olan nedir?
Venezuela’da Neler Oluyor?