12 Eylül rejimi sona ermiş olsa da, 12 Eylül’ün yarattığı temel kurumlar hâlâ ayakta duruyor. Faşist darbenin tescilli kurumlarından YÖK bunlardan biri. YÖK, 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül darbesinin ertesinde, yükseköğretim kurumlarını rejimin istediği biçimde şekillendirmek amacıyla kuruldu. 2547 nolu Yükseköğretim Kanunu’nda bugüne kadar yaklaşık iki yüz değişiklik yapılmış olsa da, YÖK yükseköğretimin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor hâlâ. Yasa değişiklikleri sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapıldığı için üniversitelerdeki abluka dağıtılmış değil!
Bilindiği üzere, 12 Eylül darbesi toplumun üstünden silindir gibi geçmiş ve düzenin tüm kurumlarını yukarıdan aşağı yeniden organize etmişti. Düzenin bekası için tehlikeli görülen partiler, sendikalar, dernekler kapatıldı. Valiliklerden kaymakamlıklara, okullardan devlet dairelerine, hatta muhtarlıklardan apartman yöneticilerine kadar faşist cunta ördüğü ağla tüm toplumu denetim altına aldı.
Cuntanın siyasi ve fiziki kıyıma başladığı yerlerden biri üniversitelerdi. Çünkü üniversiteler burjuvazinin gözünde “anarşi” yuvasıydı. Üniversitelerde düzeni tesis etmek için çıkarılan Yükseköğretim Kanunu’nun amacı ilk maddede deklare ediliyordu: “Yükseköğretimle ilgili amaç ve ilkeleri belirlemek ve bütün yükseköğretim kurumlarının ve üst kuruluşlarının teşkilatlanma, işleyiş, görev, yetki ve sorumlulukları ile eğitim-öğretim, araştırma, yayım, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer personel ile ilgili esasları bir bütünlük içinde düzenlemek.” Biz bunu, üniversiteleri her yönüyle kontrol altına almak; milliyetçi, şoven, bilimsel olmayan, antidemokratik bir eğitimi yerleştirmek; öğrenciler ve eğitim emekçileri için tam bir cendere yaratmak şeklinde okuyabiliriz. Bunun gerçekleştirilmesi için bir araca ihtiyaç vardı. Gücünü 12 Eylül’den alan YÖK bu yasayla kuruluyordu:
“Yükseköğretim Kurulu, tüm yüksek öğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön veren, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, bir kuruluştur.”
YÖK üniversitelerde ne kadar ilerici, devrimci, sosyalist öğrenci veya eğitim emekçisi varsa bunları üniversitelerden uzaklaştırmakla işe başladı. Bu yetkiyi de yine doğrudan Yükseköğretim Kanunu’ndan alıyordu. YÖK’ün görevleri arasında “Rektörlerin disiplin işlemlerini kovuşturmak ve karara bağlamak, öğretim elemanlarından bu Kanunda öngörülen görevleri yerine getirmekte yetersizliği görülenler ile bu Kanunla belirlenen yükseköğretimin amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı harekette bulunanları rektörün önerisi üzerine veya doğrudan, normal usulüne göre, yükseköğretim kurumları ile ilişkilerini kesmek veya denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumuna atamak” da vardı. 1402 nolu sıkıyönetim kanunuyla gerekçe dahi gösterilmeden çok sayıda öğretim görevlisinin işine son verilmişti. 12 Eylül rejimi, ideolojisine uygun görmediği kamu görevlilerini hemen görevlerinden alıyordu. Bunun için sıkıyönetim komutanlığından bir yazı gelmesi yeterliydi. Böylece toplum her taraftan kuşatılıyor, tektipleştiriliyor, korkutuluyor, sindiriliyordu.
Sadece eğitim emekçileri değil öğrenciler de YÖK cenderesinin kurbanıydılar. “Yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunan, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan, kurumların sükûn, huzur ve çalışma düzenini bozan, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılan, bunları teşvik ve tahrik eden, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz eden veya saygı dışı davranışlarda bulunan ve anarşik veya ideolojik olaylara katılan veya bu olayları tahrik ve teşvik eden öğrencilere” okuldan uzaklaştırma veya atma cezası veriliyordu.
YÖK’ün asıl amacı, üniversitelerde öğrenci ve emekçilerin devrimci mücadelesinin gelişmesini engellemek ve öğrencilere burjuva ideolojisini empoze etmekti. 1980 öncesinde yükselen işçi hareketi burjuva düzeni tehdit ediyordu. Yükselen işçi hareketi tüm toplumda bir etki yaratmış ve üniversitelerde de kapitalizme karşı işçi sınıfıyla birlikte örgütlenip mücadele eden siyasal bir öğrenci hareketi başlamıştı. Öğrenciler sadece eğitim sorunlarıyla ilgilenmiyorlardı, işçilerin direnişlerine ve grevlerine destek veriyor, toplumsal sorunlara ve olaylara karşı sessiz kalmıyor, tepkilerini ortaya koyuyorlardı. Öğrencilerin devrimci mücadeleyle bağlarını kesmek için burjuvazinin tam da YÖK gibi bir kuruma ihtiyacı vardı.
Maalesef YÖK’ün amacına ulaştığını söylemek yanlış olmaz. YÖK’ün hedefinde, resmi ideolojiyi sorgulamayan, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, TC devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” bir kuşak yaratmak vardı. ‘80 sonrası kuşağa baktığımızda tam da hedeflendiği gibi sorgulamaktan uzak, duyarsız ve bireyci bir kuşağın yetiştirildiğini görüyoruz. Evle okul arasında mekik dokuyan ve toplumsal gerçekliğe yabancılaşmış gençlik burjuvazi için biçilmiş kaftandı. Dayanışma, paylaşma, yardımlaşma gibi olumlu değerler tukaka ilan edildi. Bireycilik, bencillik ve rekabet yüceltildi. Eskinin toplumsal düşünen kuşağı yerine, sınıf atlama hayalleriyle yanıp tutuşan kayıp bir kuşak yetiştirildi.
Baskıcı uygulamalar devam ediyor
12 Eylül rejimi tepeden kontrollü bir şekilde çözülmüş olsa da YÖK’ün baskıcı, yasakçı uygulamaları devam etmiştir. Örneğin, İstanbul Üniversitesinde 2004 yılında “ideolojik halay çekme, kamu malına zarar verme potansiyeli taşıma” gibi sudan gerekçelerle yüzlerce öğrenciye soruşturma açıldı. YÖK’ün “anarşi yuvalarından bilim yuvalarına” çevirdiği üniversitelerin hukuk anlayışına göre ceza vermek için suç işlenmesi şart değil, suç işleme potansiyeli taşımak yeterli. Bununla da sınırlı değil soruşturma ve cezalandırma örnekleri. “Kürtçe seçmeli ders olsun” talebi için dilekçe veren yüzlerce öğrenci hakkında soruşturma açıldı, bunlardan bir kısmı okuldan uzaklaştırıldı veya atıldı. Bir öğrenci hakkında karnını şüpheli bir biçimde tutarak okuldan çıktı diye soruşturma açılmış ve sonrasında da siyaset yaptığı gerekçesiyle okuldan atılmıştı. Yine İstanbul Üniversitesinde iki araştırma görevlisine, polisin okula biber gazı sıkmasını protesto amacıyla basın açıklaması yaptıkları için, üç yıl kademe yükseltmeme cezası verilmişti.
YÖK, uygulamalarıyla toplumun farklı kesimlerinin tepkisini topladığı için, burjuva partiler YÖK’ü kapatacakları vaadinde bulundular seçim dönemlerinde. Ancak iktidara gelen hiçbir parti bu konuda adım atmadı. YÖK’ü kaldırmak AKP’nin de iktidara gelmeden önceki vaatlerinden biriydi. İktidara geldikten birkaç ay sonra da dönemin Milli Eğitim Bakanı tarafından yeni bir YÖK tasarısı açıklandı. Ancak gelen tepkiler üzerine bu tasarı rafa kaldırıldı. Daha sonra ise yeni bir tasarı gündeme geldi. Bu tasarıya göre ise YÖK’ün yerine YEK’in (Yükseköğrenim Eşgüdüm Kurulu) veya ÜAK’ın (Üniversiteler Arası Kurul) geçirilmesi planlanıyordu. Temelde üniversitelerde yaşanan sorunların özüne dokunmayan ama yapılan birtakım biçimsel değişikliklerle YÖK karşıtı kesimlerin desteğini almak istiyordu AKP. Tekkelerini kaybetmek istemeyen YÖK’ün laikçi öğretim görevlileri ise bu değişikliğe şiddetle karşı çıkıyordu.
Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki kapışmayı YÖK üzerinde koparılan fırtınada da görüyoruz. Üniversite yönetimleri uzun süredir, mevcut yasa ve onun uzantısı YÖK sayesinde statükocu bürokrasinin hegemonyası altındaydılar. Bu hegemonya YÖK’ün el değiştirmesiyle önemli ölçüde kırıldı. Ancak burada AKP’nin temel güdüsü, üniversitelere demokrasi ve özgürlük getirmek değil kendi siyasal çıkarlarıdır. Dolayısıyla burjuvazinin tüm kesimleri, üniversiteleri kendi denetimlerinde tutmak ve kendi çıkarları doğrultunda yönlendirip kullanmak üzere, adı şu ya da bu olsun YÖK benzeri bir anti-demokratik kurumun mevcudiyetini korumasından yanalar.
AKP’nin YÖK yasası tasarılarında öne çıkan değişikliklerden biri YÖK başkanının cumhurbaşkanı tarafından atanmasının değiştirilmesiydi. Tasarıya göre başkanın kurul üyeleri tarafından seçilmesi öngörülüyordu. Bu değişikliğin sebebi AKP’nin demokratlığı değildi elbette. O dönemde statükocuların sözcüsü gibi çalışan Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyordu. Bu da AKP’nin işine gelmiyordu. Nitekim YÖK yasa tasarısının bazı maddelerini veto etmişti Ahmet Necdet Sezer. AKP de yasayı köşke geri dahi göndermeyip askıya almıştı. Sonrasında cumhurbaşkanlığı mevzisinin Gül tarafından fethedilmesiyle AKP, YÖK başkanını kurul üyelerinin seçmesi talebinden vazgeçti. Sözünü de etmedi bundan sonra. 2007 yılında AKP yanlısı Yusuf Ziya Özcan’ın Cumhurbaşkanı Gül tarafından YÖK başkanlığına atanmasıyla işin rengi iyice değişti. YÖK’te egemenliğini kuran AKP bundan sonra YÖK’ün anti-demokratikliğinden, lağvedilmesinden hiç söz etmemeye başladı ve burjuva ikiyüzlülüğünü göstermiş oldu. Yıllardır statükoculuğun kalesi olan YÖK’ü kendi siyasal çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladı.
Bugün, YÖK kaldırılmadığı gibi üniversitelerde anti-demokratik uygulamalar devam ediyor. Ekim ayında gerçekleştirilen “Özgür ve Güvenli Üniversite” toplantısında üniversitelerden sivil polis için yer tahsis edilmesi, parmak izi gibi elektronik tedbirler alınması, kamera sistemlerinin yaygınlaştırılması, öğrenci adreslerinin tespit edilmesi istendi. Üniversitelerin “özgürleşmesi” için bu tür polisiye önlemlerin alınması ve kampüslerin adeta karakola çevrilmesi tam da YÖK’ün şanına yakışır bir uygulama!
Nasıl bir üniversite?
Baştan söylemek gerekir ki hem öğrenciler hem de eğitim emekçileri için özgür ve demokratik bir üniversite ortamının oluşabilmesi yolunda 12 Eylül’ün kalıntısı olan YÖK’ün lağvedilmesi şarttır. Ancak YÖK garabetinin yerine başka bir kurumu koymakla ya da biçimsel birtakım değişikliklerle üniversite yönetimleri gerici ve baskıcı karakterinden kurtarılamaz. Üniversiteler burjuvazinin hizmetinde olduğu sürece onun gerici ve baskıcı ideolojisinin gölgesi de üzerinden eksik olmayacaktır. Başka bir deyişle kapitalizm altında demokratik üniversitenin sınırları vardır. Ancak bu sınırları sonuna kadar zorlamak ve aşmak da devrimci gençliğin görevidir. Emekçi gençlik, demokratik, bilimsel, parasız, eşit ve anadilde eğitim için mücadele vermelidir.
Öğrenciler ve eğitim emekçileri üniversite yönetiminde söz hakkına sahip olmalıdır. Ayrıca üniversite bileşenlerinin siyaset yapmasının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Mevcut yasaya göre “Siyasi partilere üye olan öğretim elemanları ve öğrenciler, yükseköğretim kurumları içinde parti faaliyetinde bulunamaz ve parti propagandası yapamazlar”. Siyasi partilere üye olan öğretim elemanları ise “Yükseköğretim Kurulu ve Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyesi, rektör, dekan, enstitü ve yüksekokul müdürü ve bölüm başkanı olamazlar, onların yardımcılıklarına seçilemezler”. YÖK’ün kendisi gerici ve baskıcı politikaların üreticisi ve yürütücüsü iken, öğrencilere ve üniversite emekçilerine siyaset yapma hakkı tanımamaktadır. Burjuvazi üniversitelerde sadece kendi siyasetinin yapılmasını istemektedir. Her türlü muhalif görüş ve siyaset ise yasaklanmalı, cezalandırılmalıdır burjuvaziye göre.
Anadilde eğitim hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Eğitim ve öğretimin milliyetçi ve şoven içeriği değiştirilmeli, herkese en doğal hak olan anadiliyle eğitim alma hakkı tanınmalıdır. Ayrıca kılık kıyafet ile ilgili kanun ve yönetmelikler de kaldırılmalıdır. Siyasi simge olsun ya da olmasın, kıyafeti yüzünden hiç kimsenin eğitim hakkı elinden alınamaz. Maalesef sosyalist solun kimi kesimlerinin de bu konuya bakışında ciddi sakatlıklar bulunmaktadır. Hatta türban karşıtı eylemler yapan sözümona “komünistler” vardır üniversitelerde. “Türban neyi örtüyor” diyenler statükocu cenahın sözcülüğünü ve bekçiliğini yapmaya devam etmektedirler. Sosyalist öğrencilerin Kemalist seçkinci anlayıştan kendilerini arındırmaları mutlak bir ihtiyaçtır.
Eğitim salt teoriyle sınırlandırılmamalı ve hayattan kopuk olmamalıdır. Mevcut eğitim sisteminde mezun olan bir öğrenci sudan çıkmış balığa dönmekte, pembe hayaller dünyasından çıkıp kapitalizmin kalın duvarlarına toslamaktadır. Diplomalı işsizler yetiştiren üniversite eğitimi yerine bilimsel bir eğitim anlayışı hayata geçirilmelidir.
Parasız, eşit, demokratik, bilimsel ve anadilde eğitim talepleri kapitalizm altında ancak sınırlı ölçüde bir karşılık bulabilir. Sorun tek başına YÖK sorunu değildir, sorun kapitalizm sorunudur. Bu yüzden üniversitelerde yükseltilecek devrimci mücadelenin işçi hareketiyle bağının kurulması gerekiyor. ‘68 hareketi olarak tarihe damgasını vuran öğrenci hareketi son tahlilde işçi hareketinin yükselişinin bir yansımasıydı. Sınıftan kopuk bir öğrenci hareketinin başarıya ulaşamayacağı açıktır. Devrimci öğrenciler sınıfını bilip işçi sınıfının mücadele saflarına katılmalıdırlar!
link: Suphi Koray, 12 Eylül Kalıntısı YÖK Kaldırılmalıdır, 1 Kasım 2010, https://marksist.net/node/2518
Mersin Üniversitesinde Faşist Saldırı